Tatlı Dil ve Firavunlar

Soru: Kur'an-ı Kerim'de anlatıldığı üzere, Firavun'un bile Hakk'a çağrılması ve bu çağrının çok yumuşak bir üslupla yapılması günümüz Müslümanlarına neler ifade etmektedir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun'a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

O günkü Mısır'ın idarecisi olan Firavun, halkını sınıflara ayıran ve İsrailoğullarını ikinci sınıf insanlar gören azgın bir zorba ve iflah olmaz bir mütekebbirdi. Kibri o seviyedeydi ki, fütursuzca “ Sizin en yüce rabbiniz benim! ” (Nâziat, 79/24) diyebiliyordu. Hazreti Musa'nın kavmini köleler topluluğu olarak görüyor; onları iyice zayıflatmak ve ezmek için erkeklerini boğazlıyor; kadınlarını ise diri bırakıyor ve hem kendisi hem de adamları onların iffetlerine dokunuyorlardı.

Hazreti Musa böyle bir atmosferde, ezilen zümrenin bir ferdi olarak dünyaya gelmiş; Allah'ın hususi inayet ve riayetiyle Firavun sarayında neş'et etmiş; olgunluk çağına ulaştığı dönemde bir kıptînin ölümüne sebep olduğu için Mısır'dan kaçarak Medyen'e gitmiş ve on yıl sonra Allah'ın elçisi olarak geri dönmüştü.

Hazreti Musa, vazifesi icabı ihkâk-ı hakta çok hassas bir peygamberdi. O sert ve haşin değildi; her hak sahibine hakkını vermede ve haksıza haddini bildirerek haklıyı tutup kaldırmada fevkalâde duyarlı bir nebiydi. Kuran-ı Kerim'in naklettiğine göre, Kardeşi Hazreti Harun'un yakasından tutup onu hırpalaması ve Ahd-i Atik'te anlatıldığı üzere, bir meseleden dolayı kızkardeşi Meryem'e çok acı sözler söyleyip onu sarsması, Musa aleyhisselamın hak karşısındaki hassasiyetinden dolayıydı. Genel tavrı, Firavun karşısındaki hâli, İsrailoğullarına karşı duruşu ve nübüvvet vazifesi itibarıyla donanımı tamdı; bu açıdan da, hiçbir davranışı rastgele değildi. O, yanına kardeşini alarak Firavun'un sarayına giderken davasını kime tebliğ edeceğini ve muhatabının nasıl bir zalim olduğunu da çok iyi biliyordu. Kuran-ı Kerim, “ Ve lemma beleğa eşüddehü vestevâ âteynâhü hukmen ve ılmâ - Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca Biz ona hikmet ve ilim verdik.” dediğine ve “vestevâ” kaydını da düştüğüne göre, demek ki, Hazreti Musa sadece rüşde ermemiş, aynı zamanda, tam kıvamını bulmuş ve Allah'a muhatap olabilme seviyesine ulaşmıştı.

Tatlı Dil ve Yumuşak Üslup

İşte, Hazreti Musa ve kardeşi Hazreti Harun, kendilerine senelerce tepeden bakan, İsrailoğullarına Mısır'ı dar eden ve Yüce Yaratıcı'ya açıkça şirk koşacak kadar mütekebbir olan Firavun'a giderlerken, Cenâb-ı Hak “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Umulur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) demiş; yumuşak bir üslup kullanmalarını, güzel sözler söylemelerini ve tatlı tatlı konuşmalarını emretmişti.

Cenâb-ı Allah, onları Firavun'un karşısına gönderirken “Umulur ki tezekkür eder; yani, derin derin düşünür, aklını başına alır ve öğüt dinler.” diyerek, bir manada onların gönüllerine Firavun'un dahi hidayete erebileceği ümidini ekmişti. Onlara, temenni ifade eden “leyte” gibi bir edatla seslenme yerine, Arapça'da terecci edatı olarak kullanılan “lealle” kelimesiyle hitap etmişti. Yani, nefsin olmasını arzu ettiği ama daha çok imkânsız istekler ve yakınmalar için istimal edilen “leyte” gibi bir temenni edatı yerine, korkulan veya umulan bir işin, bir durumun beklendiğini ve o işin mümkün olduğunu ifade eden “lealle” edatını kullanmıştı. İlahi beyandaki bu üslup, muhatap Firavun bile olsa, yumuşak bir tavrın karşıdaki insanı yumuşatacağı ve onu da tezekküre sevk edeceği manasına geliyordu.

Tezekkür kelimesi, tefa'ul babındandır; dolayısıyla, burada bir tekellüf söz konusudur. Yani, Firavun belki hemen hak ve hakikati kabul etmeye yanaşmayacaktı ama Hazreti Musa'nın anlattıklarını mutlaka düşünecek; onu tanıdığı ilk günden itibaren o güne kadarki bütün hâl ve tavırlarını tahayyül edecek; onun doğru sözlülüğünü, iffetini ve hakperestliğini aklından geçirecekti. Firavun, tezekkürde derinleştikçe derinleşecek, hayalen gerilere doğru gidecek ve bir kere daha Musa aleyhisselamın sergüzeşt-i hayatına bakacaktı.. bakacak ve onun, hakkı olmayan bir arpaya bile el uzatmadığını, çirkin sayılabilecek hiçbir işe kalkışmadığını ve hep bir fazilet örneği olarak yaşadığını hatırlayacaktı. Dahası, üçüncü sınıf saydığı, hafife aldığı ve hep ezdiği İsrailoğullarından biri olan Hazret-i Musa'da, ezilen insanlarda genellikle var olan intikam alma hissini hiç görmediğini ve sarayda da olsa o psikolojiyle büyümesine, hep Firavun'un tafralarına, yukarıdan bakmalarına maruz kalmasına rağmen hakkaniyetten hiç ayrılmadığını farkedecekti.. Hazreti Musa'nın hayatında mutlaka kendi vicdanına da tesir edecek bir şey görecek.. ve nihayet onu karşısında bir nümune-i imtisal olarak bulacaktı. Böylece, zikir üstüne zikir, anmadan sonra bir kere daha anma, meselenin üzerinde durma, düşüncede derinleşme, hatıraları değerlendirme ve bütün bunlardan bir neticeye yürüme... onun içine de bir nevi haşyet duygusu salacaktı.

Firavun, şeytanın uşağıydı.. Firavun, ervâh-ı habîsenin çocuğuydu.. Firavun, ilk kâtil Kâbil'in torunuydu.. ve Firavun açıktan açığa Allah'a şirk koşan bir müşrikti. Fakat, Cenab-ı Allah, ona dahi yumuşak bir üslupla ve tatlı bir dille hitap edilmesini emir buyurmuştu. Kibrine rağmen muhatap alınması onun içini az da olsa haşyetle dolduracak ve Firavun, meseleleri muhavere etme zemini araştırmaya mecbur kalacaktı.

Diğer taraftan, azgın bir insan karşısında bile yumuşak bir üslup tavsiye edilmesi; mübelliğin tabiatıyla bütünleşmesi gereken o üslubun ârizi sebeplerle değiştirilmeyeceğini tembih ve muhatapları da o nezih üsluba fiilen çağrı manasına gelmekteydi. Ayrıca, Hazreti Musa'nın, bir zamanlar kendilerinden iyilikler gördüğü kimselere karşı yumuşak davranması, kavl-i leyyinle konuşması ve hususiyle onları Hakk'a çağırıp ebediyete uyarması, risalet vazifesinin yanında, hiç olmazsa ilk mülâkatta onun kadirşinaslığının da bir gereğiydi.

Hazreti Harun'un Beraberliği

Bu hadisede üzerinde durulması gereken diğer bir husus da, Firavun'a sadece Hazreti Musa'nın gitmemesi, kardeşi Hazreti Harun'u da beraber götürmesidir. Bu davranış, bazı işlerin kollektif yapılmasının daha müessir ve yararlı olacağına da bir işarettir. Hususiyle de büyüklerin ya da büyüklük taslayanların ayağına gidecek olan tebliğ erlerinin birbirlerine manevi destek olmaları ve zâhiri yalnızlığın endişelerinden kurtulmaları bakımından çok önemlidir.

İsrail kaynaklarına göre, Hazreti Harun, Hazreti Musa'dan on-onbeş yaş daha büyüktü. İnsanların psikolojilerini iyi okuyan, s öz söylemesini bilen ve duygularını rahatça ifade eden bir insandı. Hazreti Musa da onu takdir ediyor; kendisine bir yardımcı verilmesini isteyeceği zaman hemen onun adını anıyor ve Harun aleyhisselamla takviye edilmeyi diliyordu. Bazıları, onun bu isteğini ve “ Kardeşim Harun'un ifadesi benimkinden daha düzgündür, onu da benimle beraber yardımcı olarak görevlendir ki beni tasdik etsin; doğrusu beni yalancı saymalarından endişe ediyorum.” (Kasas, 28/34) deyişini bir kısım sebeplere bağlarlar. Bu hususla alâkalı, aslı İsrailiyâta dayalı olsa bile bizim kitaplarımıza da girmiş hikayeler anlatırlar. Mesela; bir gün Firavun'un gazabından kurtulmak için, sınanmak üzere önüne konan ateşi alıp ağzına koyduğundan dolayı Hazreti Musa'nın dilinin yandığını ve bu sebeple kısmen kekeme kaldığını naklederler ki, kanaatimce, bu kat'iyen doğru değildir. Çünkü, peygamberliğe ait vasıflardan biri de, her türlü ayıptan münezzehiyettir. Peygamberler masum, iffetli, sadık, emin ve firaset sahibi insanlar oldukları gibi, her türlü ayıptan da münezzehtirler. Onların hastalıkları bile geçici bir imtihandır, kalıcı değildir. Onlar, kendi toplumları ve çevreleri tarafından asla tiksinti duyulmayan, görenlere Allah'ı hatırlatan, herkese emniyet vaad eden ve hallerine imrenilen insanlardır. Söz, tavır ve davranışlarıyla ortaya bir beyan zemzemesi salarak muhataplarını alıp kendi ufuklarına doğru sürükleyen ve ötelere yönlendiren seçkin kullardır. Bu açıdan, Hazreti Musa'nın kekeme olması kat'iyen söz konusu değildir. Firavun'un karşısına çıkacak olan bir peygamberin, “Rabbim! Gönlüme inşirah, yüreğime genişlik ver; işimi kolaylaştır. Dilimden şu ukdeyi çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâ Hâ, 20/25-27 ) şeklinde yakarışta bulunması ise gayet tabiidir. Nitekim, dilinde kekemelik bulunmadığından emin olduğumuz binlerce vaiz ve hatip de kürsüde ya da minberde sözlerine başlarken aynı duayı tekrar etmektedirler.

Hazreti Musa'nın, kardeşi Hazreti Harun'un belâgatını nazara vermesi ve onunla teyit edilmeyi istemesi meselesinde başka sebep ve hikmetler vardır. Mesela, Musa aleyhisselam sadece vahiy ile konuşmaya dikkat ediyor ve alışageldiği bu temkin sebebiyle vahiy haricinde konuşurken yavaş yavaş, tane tane konuşuyor olabilir. Şayet öyle ise, Efendimiz'in ümmiyeti gibi, onun bu temkini de kendisine ayrı bir derinlik kazandırıyordur. Ayrıca, Hazreti Musa bir nevi kast sisteminin hakim olduğu Firavun sarayında, Firavun'un ve çevresindekilerin tafralarıyla büyümüş olduğundan dolayı, onlara karşı konuşurken psikolojik bir ruh hâletiyle daha temkinli davranmak zorunda kalacağını, bunun da bir takım sürçmelere sebebiyet verebileceğini hesaplayarak, öyle bir psikoloji yaşamamış, Firavun'a hiç muhatap olmamış, onun tesirine hiç girmemiş, ama ona karşı sürekli bilenmiş olan kardeşini kendisine yardımcı istemesi, onun hitabetini nazara vermesi çok yerindedir ve pek hikmetlidir.

İşte, Allah'ın iki elçisi, içinde bulundukları şartları tebliğ istikametinde en iyi şekilde değerlendirince ve özellikle yumuşak bir tavırla, kavl-i leyyinle hitap edince karşı tarafı yumuşatmış ve tezekküre sevketmişlerdi. Her şeyden önce, gönül diliyle ve hal şivesiyle seslenince muhataplarının içine bir haşyet salmışlardı. O andan itibaren, Firavun onlara farklı bakmaya ve onları farklı görmeye başlamıştı. Artık onlar, Firavun'un ve çevresinin nazarlarında düne kadar kapıkulları olarak kabul edilen, hor-hakir görülen ve ezilen insanlar değillerdi. O samimi, sıcak ve tatlı başlangıçtan sonra müzakere masasının bir tarafında Firavun varsa, diğer tarafında da Hazreti Musa ve Hazreti Harun yer almıştı.

Zaten, İsrail kaynaklarında, Seyyidina Hazreti Musa Tur'dan döndüğü zaman, mübarek yüzünün bambaşka bir hâl aldığı rivayet edilir. Bir manada sübuhat-ı veche mazhar olunca, vech-i zülcemali bir insanın bakamayacağı kadar nurlanır. Onun için, Hazreti Musa, yüzüne peçe çeker. İşte Firavun, siması çok güzel, gönlü sımsıcak ve dili pek tatlı olan Hazreti Musa'ya ilk kez şartlanmışlıklarından kurtularak bakınca, onu daha başka görür ve hakkında daha farklı düşünür. Dolayısıyla, Hazreti Musa'ya en azından müzakere hakkı verir; “Seninle konuşalım, anlaşalım!” der.

Sihirbazlarla Müsabaka

Aslında, güç ve kuvvet olarak Firavun'un pes etmesini gerektirecek bir durum söz konusu değildi. O emir verse, sadece saray muhafızlarıyla bütün İsrailoğullarını kılıçtan geçirebilecek kadar kuvvetli bir orduya sahipti. Fakat, Seyyidina Hazreti Musa, Allah'tan aldığı o güçle inşiraha kavuşup azıcık mülayim davranınca, Firavun ilahi rahmetin genişliğini görmüş; başkaldırdığı ve “Tanrı benim” dediği halde Allah'ın onu da hidayete çağırması karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Hazreti Musa, nerede durduğunu yüzüne vururcasına konuşmamıştı onunla. Onun kibrine ve bazı çirkinliklerine muvakkaten göz yummuştu. Ahsen-i takvim üzere yaratılan her insan gibi onun cibilliyetinde de potansiyel bir fazilet ve kemal nüvesi bulunduğunu nazar-ı itibara alarak ona bir değer atfetmişti. Böylece de onu kendi zeminine çekmiş ve tesir edebileceği bir alanda karşılıklı münazaraya sevk etmişti. Diyalog kapısını aralayarak, onu insafa çağırmış; kendi duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı yakalamıştı. Firavun, son bir çare olarak, Hazreti Musa'yı kendi sihirbazlarıyla müsabakaya davet etmişti.

Evet, o kadarcık bir kavl-i leyyin Firavun'u yumuşatmış, onu diyaloğa hazır hale getirmişti. Artık, stratejiyi belirleyen ve müzakerenin yönünü tayin eden Hazreti Musa olmuştu. Daha önce s ırlı bir Tûr hadisesi yaşayan, asâsının yılan olduğunu ve elinin ışık saçan bir yed-i beyzâ halini aldığını gören Musa aleyhisselam, Allah'ın inayetiyle, Firavun'un sihirbazlarını mağlup edeceğinden emindi. Bundan dolayı da, hemen bazı şartlar ileri sürdü: Yapacakları müsabaka herkesin serbestçe gelip rahatça görebileceği düz ve açık bir zeminde gerçekleşmeli ve bütün Mısır halkı olup biteni seyretmeliydi. Herkesin katılmasını temin etmek için, milletin işinin gücünün olmadığı bir bayram günü seçilmeliydi. Ayrıca, müsabaka herkesin kendini dinç hissettiği ve dipdiri olduğu bir vakitte, kuşluk vaktinde başlamalıydı; zira, düşünmek, muhakeme etmek ve isabetli karar vermek için en iyi zaman kuşluk vaktiydi.

Hasılı, bir tatil gününde, kuşluk vaktinde ve bütün halkın hazır bulunduğu bir buluşma zemininde Hazreti Musa'nın eliyle zuhur eden harikaların sihir olmadığını anlayan sihirbazlar Firavun'un tehditlerine rağmen iman etmişlerdi. Hemen herkesin hüsn-ü teveccühünü kazanan sihirbazların iman edişi, halkın çoğunluğunu da imana sevkedince “küfr-ü mutlak” kırılmış, diğerleri de en azından küfürlerinde şüpheye düşmüşlerdi. İşte, sebepler planında, böyle büyük bir muvaffakiyetin arkasında Hazreti Musa ve Hazreti Harun Efendilerimizin kavl-i leyyinle ve yumuşak bir üslupla tebliğde bulunmaları vardı.

Kendi Değerlerinize Güveniyorsanız...

Günümüzde de, inanan her insan, İslâmî edeble esasları belirlenen mü'mince üslubunu, en imânsız adamlar ve en amansız hâdiseler karşısında dahi değiştirmeden devam ettirmek zorundadır. Evet, “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” Bu itibarla da, şayet bir kötülük karşısında öfkelenecekse, o öfkeyi dışarı vururken kullanacağı üslup da yine mü'mine yaraşır şekilde olmalıdır. Gerçi, bazı âyet-i kerimelerde inançsızlara karşı sert bir üslup kullanılmıştır. Fakat, dikkat edilirse görülecektir ki, o sert üslubun muhatabı, şahıslardan ziyade bir kısım çarpık duygu ve düşüncelerdir. Evet, Kur'an, ihkâk-ı hak gereği sesini yükseltirken, münkirlerden ve mülhidlerden ziyade, onların dile getirdikleri kâfirce düşünceleri ve mülhidce anlayışları hedef almıştır. Öyleyse, Kur'ân'dan bu dersi alan mü'minlerin de farklı davranması düşünülemez.

Dolayısıyla, bazen hoşgörü ve diyalog, bazen insanî değerleri öne çıkarma ya da evrensel değerler etrafında kümelenme, bazen de farklı anlayış, farklı inanış ve farklı düşüncelere sahip kimselerin konumuna saygılı olma unvanıyla ortaya konan faaliyetler, kat'iyen kendi değerlerimizden vazgeçme ve başkalarının değer ölçülerini aynıyla kabullenme demek değildir. Belli ölçüde saygı başka meseledir, kabullenme daha başka bir meseledir. Diyalog ve kavl-i leyyin yoluyla meseleleri müzakere sahasına çekme, başkalarını olduğu gibi kabullenmenin değil, onların konumlarına da saygılı olmanın gereğidir ve Hazreti Musa misalinde olduğu gibi, kendi duygu ve düşüncelerimizi anlatabilmenin bir vesilesidir.

Bu açıdan, öyle inanıyorum ki, başka kültürlerin temsilcileriyle bir araya gelmekten ve meseleleri müzakere etmekten çekinenler, ancak kendi değerlerinden şüphe eden mütereddidlerdir. Hazret-i Musa gibi Allah'a itimat edip elindeki mübarek asâya ve mazhar olduğu yed-i beyzâya güvenenler, karşılarına Firavun'un sihirbazları da çıksa, onların el ve ayak oyunlarıyla mağlup olmayacaklarından emin; hak ve hakikati onların ruhlarına da duyurma heyecanıyla dopdoludurlar. Şayet, siz de kendi güzelliklerinizden ve öz değerlerinizden eminseniz, onları her panayırda ortaya çıkarın ve her fuarda sergileyin.. sergileyin, zira, bazı kadirşinas insanlar arasından bunları görecek, beğenecek, çok takdir edecek ve benimseyecek kimseler mutlaka çıkacaktır.

Soru: Kur'an-ı Kerim'de Firavun anlatılırken, “O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) buyuruluyor. Bu ayeti, nâzil olduğu tarihî dönemi de gözönünde bulundurarak, hem Firavun ve kavmi arasındaki münasebetler, hem de oligarşiye dayalı dikta yönetimleri ve halk ilişkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Bizans hükümdarlarına Kayser, İran idarecilerine Kisra ve ilk Türk devletlerindeki yöneticilere Hakan denildiği gibi, eski Mısır'da da baştaki insana Firavun denilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan Firavun, ister modern araştırmacıların iddia ettikleri gibi, Hazreti Musa'nın doğduğu sırada Mısır'ı yöneten ve Musa aleyhisselamı sarayında büyüten II. Ramses, ister risâletle görevlendirildiği dönemde iş başında bulunan Mineftah, isterse de Mehmed Akif'in “Firavun İle Yüzyüze” şiirinde zikrettiği İkinci Amnofis olsun, o, bir ya da birkaç şahıstan ziyade, bir tipi, bir karakteri resmetmektedir. Kur'an, bize Firavun'un bahsi geçen ayetlerle Firavunî şahıs ya da toplumların en belirgin özelliklerini anlatmaktadır.

Bugüne kadar insanlık bir sürü firavuna şahit olmuştur; kendini ilâh sananlardan metafizikle alakalı her şeyi inkâr edenlere, insanları köle gibi kullananlardan onları hayvan şeklinde görenlere, din ve diyaneti hafife alanlardan düşünce ve söz hürriyetine yasak koyanlara kadar bir sürü firavun... Böyleleri, iddialarının hiçbir mantığı olmasa da, kaba kuvvet sayesinde şuursuz kitlelere pek çok isteklerini kabul ettirebilmişlerdir. Yapmayı düşündükleri işler hakkında mantık ve muhakemeye asla lüzum hissetmemiş; kuvveti hakkın önünde görmüş, her fırsatta kaba kuvvete başvurmuş ve hayallerini hep kelle alarak gerçekleştirmeyi düşünmüşlerdir.

Zorbalığın Simgesi: Firavun

Evet, Firavun, zulüm, baskı, zorbalık ve despotizmin simgesidir. O yeryüzünde kendinden başka kanun koyacak ve itaat edilecek hiçbir güç, sözü dinlenecek hiçbir kimse kabul etmez. Tarih boyunca, bazı dönemlerde tek bir şahıs, bazı devirlerde de bir topluluk, bir sınıf ya da bir klik tarafından temsil edilen Firavunluk, mutlak hâkimiyet iddiasındadır. Bu mutlak hâkimiyeti tek insanın devam ettirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla da, Kur'an, Firavun ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilere dikkat çeker. “Mele”, Firavun'un etrafındaki aristokrat sınıf, büyük sermaye sahipleri, kaba kuvvet temsilcileri, üst düzey bürokratlar, halkı idlal eden aydın görünümlü fikir adamları, heva ve heveslerinin esiri bazı sanatçılar, sözde din erbabı ve onlarla çıkar ilişkilerine girmiş kimselerden müteşekkil bir topluluktur.

İşte, “O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) mealindeki ayet de evvelen ve bizzat Hazreti Musa devrindeki Firavun'u anlatmakla beraber, ikinci dereceden bütün firavunların ruh haletlerini ve düşünce yapılarını da yansıtmaktadır. Bu ayetin metnindeki “Festehaffe kavmehu feetâûhu” beyanında “hafife aldı, küçümsedi” demek olan “istehaffe” kelimesi Arapça'daki “istif'al” bâbından seçilmiştir. Bu bâb, umumiyetle, telakki etmek, saymak ve istemek manalarını ifade etmektedir. Dolayısıyla, burada öncelikle “Firavun, kavmini küçümsedi, onları sıradan insanlar yığını ve basit halk kitlesi saydı, herbirini birer köle gibi telakki etti” manaları söz konusudur.

Bununla beraber, “istif'al” babı aynı zamanda bir tahavvülü, bir değiştirmeyi ve bir dönüştürmeyi de akla getirmektedir. Yani, Firavun, kavmini öyle ezmiş, o derece sindirmişti ki, artık hiç kimsede kendi ayakları üzerinde doğrulma ve kendi olarak isbat-ı vücut etme gücü kalmamıştı. O toplumda insana saygıdan, vicdan hürriyetinden ve evrensel insanî değerlere hürmetten bahsedilemezdi. Firavun ve çevresindekiler belli alanlar belirlemişlerdi; o alanlara göre de özel hukuk vaz' etmişlerdi. Onların koydukları kurallara –o kurallar mantık ve muhakemenin meyveleri olmasa da– herkes uymak zorundaydı. Mü'minlerin, “Allah neylerse güzel eyler” demelerine bedel, o toplum fertleri de adeta “Firavun ne yaparsa güzel yapar, ne emrederse doğruyu emreder” diyor ve Firavun'un emirlerine harfiyyen uyuyorlardı. Evet, Firavun hem onları hafife alıyor ve küçük görüyordu hem de bu küçüklük duygusunu çeşitli zorbalıklarıyla onların ruhlarına da içiriyordu. Bundan dolayıdır ki, ayet “fe etâûh” ifadesiyle devam etmektedir. Buradaki “fe” harfi, “fa-i sebebiye”dir; yani onların, küçük görülmeleri, hafife alınmaları ve küçüklüğe alışıp kölelik ruh haletine bürünmeleri sebebiyle Firavun'a inkıyad ettiklerini belirtmektedir.

Soylular ve Köleler

Haddizatında, kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu belki çok daha eski medeniyetlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan'da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı, aslında, Enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır. Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayaktakımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur/olmaktadır. İlahi mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya-sopa, bazen mala-mülke, bazen de şana-şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkalâdelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir. Tabiat-ı beşerde bir virüs olarak saklı bulunan farklılık ve üstünlük mülahazası, hemen her fırsatta ortaya çıkmıştır ve dolayısıyla, her dönemde bazıları kendilerini Firavun tahtına oturtmuşlardır.

Malumunuz olduğu üzere, bir dönemde “proletarya diktatörlüğü” adı altında, çalışanların oluşturduğu sosyal sınıfı hakim kılma iddialarıyla ortaya çıkanlar oldu. İnsanları bu sisteme itaat ettirmek isteyenler, sistemi oturtma bahanesiyle en korkunç silahları kullandı ve milyonlarca insan öldürdüler. Diktatörlüklerini adeta insan cesetleri üzerine kurdular. Güya, işçiler arasından gelen ve elinin emeğiyle ekmeğini kazanan kimseler idareci olacak ve böylece halk kendi temsilcileriyle yönetilecekti. Evet, belki başa geçenlerin bazıları işçilerin arasında neş'et etmişti; fakat, çok geçmeden o sistem içinde de oligarşik bir azınlık doğmuştu. Öyle ki, bunlar, daha dün beraber mücadele ettikleri yoldaşlarını bile beğenmemeye, onları istihfaf etmeye ve “Sizin payınıza düşen dinlemek ve itaat etmektir; bizi dinleyin ve itaat edin!” demeye başlamışlardı. Zamanla, o derece tekebbüre girmişlerdi ki, Allah'a inanmadıklarından dolayı kendilerini uluhiyet hakikatı yerine koyacak ya da ancak bir Peygamberin çıkabileceği mevkiyi sahiplenecek kadar haddi aşmışlardı. Aslında, denebilir ki, Allah'a ve Peygamber'e isyanlarının altında da bu farklılık ve üstünlük psikolojisi vardı. Çünkü, onların sapık düşüncelerine göre, söz konusu melekler, Peygamberler ve hatta Allah bile olsa kendilerinin üstünde hiçkimse bulunamazdı. Nitekim, “Allah'ın kulu” tabirinden dahi rahatsızlık duyan insan biliyorum ki, “Bu ifade, insanlarda emir kulu olma duygusunu gıdıklıyor” diyerek, kendisine “Allah'ın kulu” denmesine isyan eden o insanın genel duygu ve düşüncesi de diğerlerininkinden farklı olmasa gerektir.

Maalesef, günümüzde de hemen her toplumun içinde sorgulanamaz zümreler mevcuttur. Bunlar da bir nevi kast sistemine inanmakta, -hâşâ ve kellâ- kendilerini Zât-ı Ulûhiyet'in ağzından, gözünden varedilmiş gibi görmekte ve kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak kabul etmektedirler. Onların inançlarına göre; menşe ve mahiyeti tırnak olanlar değil, kendileri gibi gözden kulaktan yaratılmış kimseler (!) her zaman önde bulunmalı, hep onlara serfüru edilmelidir. Onlara, ister marjinal bir kesim, ister oligarşik bir azınlık, isterseniz de Kur'an'ın ifadesiyle bir “şirzime-i kalîl” deyin, nasıl anarsanız anın, onların dokunulmazlığı vardır. Bütün m ütegallipler, aldatmayı akıllılık sayanlar, teşriî masûniyete sığınan ahlâkzedeler.. tekvînî masûniyet (!) gücünü “Hak kuvvettedir.” deyip sonuna kadar kullanan zorbalar.. rüşvetçiler, silah kaçakçıları, uyuşturucu satıcıları... hep onların arasındadır ama onlardan herhangi birinin suç işlediğini telaffuz edebilmek mümkün değildir. Öyle ki, hırsızlığı mârifet sayan hortumculardan birisi, şayet bu asiller (!) sınıfın üyesi ise, elinde hortum milletin kanını emerken yakalansa da, mutlaka ona mâkul bir mazeret bulur ve yiyeceklerini yine yer, yutacaklarını yine yutar.

Firavun'un Halefleri

Ne kadar acıdır ki, Firavun döneminden bugüne dek belki dört bin sene geçmiş olmasına rağmen, Enbiyâ-ı İzâm'ın nuruyla aydınlanan bazı dönemler istisna edilecek olursa, insanlığa doğru yürüme istikametinde dört adım dahi atılamamıştır.. atılamamıştır, zira, aynı Firavun düşüncesi ve benzer kast sistemi bugün de her yerde hükümfermâdır. Dahası, günümüzün tiranları Hazreti Musa dönemindeki Firavun kadar dahi müsamahalı ve demokrat değillerdir. Firavun'un diyaloğa ve müzakereye yanaştığı kadar olsun, onlarla bir meseleyi konuşmak ve kendini ifade etmek adeta imkansızdır. Bugünün despotları, kendilerini hiç olmazsa “kavl-i leyyin” karşısında azıcık yumuşak davranmaya sevkedecek insanî duygulardan dahi uzaktırlar. Doğudan batıya kadar hemen her yerde zorbalık yapan bu gaddarların gözlerinin önünde semadan kitap alsanız, ona da “illüzyon” der ve inanmaya asla yanaşmazlar. Hak ve hakikati anlatmaya ya da bir meseleyi akl-ı selimle müzakere etmeye çalışsanız, sözlerinizi hiç dinlemedikleri gibi, bir de sizi derdest edip hapse atarlar. Bu açıdan da, şahsen, günümüzün tiranlarını ilk Firavunlardan daha insafsız, daha acımasız, daha müsamahasız, daha kaba ve daha zalim görüyorum.

Gerçi, Allah'ın ipine sımsıkı sarılan, dosdoğru yürüyen ve hadiseleri iman ölçüleriyle değerlendiren hakiki mü'minler, zalim diktatörlerin hafife almaları karşısında bile çoğu zaman izzet ve iffetlerini korurlar. Çünkü, Firavun'un hükmü ancak fasık bir kavim içinde geçerliliğini sürdürebilir. Hakiki mü'minlere, haksızlık karşısında boyun eğdirmek, onları kandırmak ve sindirmek adeta imkansızdır.

Ne var ki, kaba kuvvet temsilcisi zorbalar, halk kitlelerinin aklını çelmek ve onları sindirmek için her yola başvururlar. Onların işi istihfaf ve istiz'aftır; yani, ezmek, zayıflatmak, tesirsiz kılmak, sonra da ezikliği kabul ettirerek kitleleri küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırmaktır. Bunu yapabilmek için her yolu dener ve her vesileyi kullanırlar; bir yandan demokrasi havariliği yaparlar, diğer taraftan tam bir diktatör gibi davranırlar; hem özgürlüklerden dem vururlar hem de herkesi köle gibi kullanırlar; işlerine gelirse din urbasına bürünürler, bunu yararlı bulmazlarsa bilim kisvesine sığınırlar; bazen başlarına bir beyaz külah geçirir, bazen de bellerine zünnar bağlarlar; kimi zaman minarelerin başında tevhidi ilan ediyor görünürler, kimi zaman da şürekâya selam dururlar... felsefe veya tasavvuf, din adamlığı veya entellektüellik, barbarlık veya uygarlık... bunlardan hangisi çıkarlarına uygun geliyorsa ona yanaşır ama mutlaka üstün ve seçkin insan olmanın nimetlerinden yararlanmaya bakarlar. Bilgi edinme yollarını ve haber ağlarını hep elde tutmaya çalışır ve onları kimseyle paylaşmaya razı olmazlar. Çoğu zaman, objektif bir araştırmaya ve doğru bir habere bile izin vermezler; gerçekleri örtbas edip kitleleri diledikleri gibi şartlandırırlar. Böylece, halkı istedikleri yönlere sürükler dururlar.

Sözün özü; psikolojik baskılar, aleyhte propagandalar, mesnedsiz isnadlar, iftiralar, hapis ve öldürme tehditleri, komplolar, türlü türlü entrikalar, çeşitli işkenceler, cinayetler ve hatta katliamlar... kendi düzenlerini sürdürebilimeleri için bütün Firavunların devamlı baş vurdukları yöntemlerdir. Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri onlar için hiçbir anlam taşımaz. Özellikle de günümüzde, bazı samimi insanlar tarafından adâlet, hürriyet, evrensel değerler ve insanca yaşama adına yapılan her çağrı, Firavun ve mele'i için kendi mülklerine, saltanatlarına ve hakimiyetlerine yönelik bir tehdit manasına gelir; dolayısıyla da, savunulan ve ardına düşülen onların hakları değilse, yükselen ses kime ait olursa olsun hemen boğulmalıdır. Bu açıdan, Hazreti Musa ve İsrailoğulları karşısında o dönemin firavununun tavır ve davranışları, haleflerinin yolunu da resmetmektedir. Fakat, ne hazindir ki, asırlardır içlerinde taşıdıkları hırsı ve hıncı büyüte büyüte bugünlere gelen Firavun'un torunları, hak ve hakikat karşısında ilk dedeleri kadar dahi müsamahalı değiller.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu