Gönülden Dile Hikmet Pınarı

Soru: Bir hadis-i şerifte, “Kim sadece Allah rızası için kırk gün sabah namazına devam ederse, artık kalbinden diline hikmet akmaya başlar.” buyuruluyor. Peygamber Efendimiz'in bu sözünü nasıl anlamalıyız? Kalbden dile hikmet akması ne demektir? Böyle bir neticeye ulaşmak herkes için mümkün müdür?

Cevap: Abdullah ibn-i Abbas (radıyallahü anh) hazretlerinin naklettiği bu hadis-i şerif, küçük farklılıklarla pek çok kitapta yer almaktadır. Bazı kaynaklarda, Peygamber Efendimiz'in, sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kılmaya teşvik etme sadedinde söyledikleri bu sözün ilaveleri de zikredilmektedir. Mesela; bu iki namazı ilk tekbirlere yetişmek suretiyle kırk gün cemaatle kılan insanın hem nifaktan hem de Cehennem azabından kurtuluş beratı almış olacağı belirtilmektedir. Senedindeki bir inkıtadan dolayı bazılarınca zayıf kabul edilen bu hadis hakkında “hasen” hükmünü verenler de olmuştur. Bir kısım farklılıklara rağmen, aynı manayı ifade eden onlarca rivayet birbirini desteklemekte ve mühim bir hakikati nazara vermektedir. Evet, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mealen şöyle buyurmuştur: “Kim sadece Allah rızası için kırk gün sabah namazını (cemaatle) kılarsa kalbinden lisanına hikmet pınarları akmaya başlar.” (Bu şekildeki rivayet için bakınız: Müsnedüş- Şihab, 1/285)

Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehaya) “Men ehlasa lillahi” diyerek söze başlamış; her şeyden önce, yapılan ibadetin sırf Allah'ın rızasını kazanmaya matuf olması gerektiğine, yani ihlâsa işarette bulunmuştur. İhlâs; riyâdan uzak olma, kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, samimî ve dupduru bir gönülle Allah'a kullukta bulunma demektir. İhlâs; vazife ve sorumlulukları yalnızca O emrettiği için yerine getirme, yerine getirirken de sadece ve sadece O'nun hoşnutluğunu hedefleme ve ibadet ü tâatta, halkın görüp duymasından kaçınma, hatta halk mülâhazasını da bütün bütün unutma manasına gelmektedir.

Evet, ihlâs, yapılan bir işte sırf Hakk'ın rızâsını talep etmek; dolayısıyla da, riya ve süm'aya, görsünler ve desinler mülahazalarına girmemek ve ibadetlerde dünyevî bir hedef gözetmemektir. İşte, ancak bu esasa dikkat edilerek ortaya konan bir amel Allah indinde makbuldür. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, “Bir dirhem ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” Öyleyse, bir insanın, sabah namazını cemaatle kılmaya devam etmesi neticesinde, kalbinden diline uzanan hikmet kanalından adeta “mâ-i zülâl” yudumlaması ve onu başkalarına da tattırması için ilk şart ihlâstır.

“İkâme”nin Manası

İkinci şart ise; bütün esaslarına uyarak, rükünlerini eksiksiz yerine getirerek, murâd-ı ilâhîde mahiyeti ne ise işte o şekilde ortaya koyarak namazı tastamam eda etmektir. Cenab-ı Hak, neye namaz demiş ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz vasıtasıyla namazı ne şekilde talim etmişse, yani, ilm-i ilâhîde şekillenen namaz ne ise, onu o şekilde yapıp ortaya koymaktır. Haddizatında, Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde ve hadis-i şeriflerde namaz kılmayı ifade sadedinde “ikâme” tabiri kullanılmıştır. İkâme, İşaretü'l-İ'caz'da da belirtildiği üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek; ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza mânâlarını gözetmektir”. Yani, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır.

Evet, namazın, şartlarından ve rükünlerinden oluşan dış yapısının yanısıra bir de halis niyet, huşû ve hudûdan ibaret olan iç yapısı vardır. Namazı iç ve dış bütün parçalarıyla yerine getirmeye, bunu sürekli yapmaya ve hep aynı hâl üzere kullukta devamlı olmaya “ikâme” denmektedir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın da ifade ettiği gibi, bu kelimenin bir manası da “dikmek” veya “doğrultmak”tır. Dolayısıyla, “ikâme” tabiriyle, namaz, ancak cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilir ve onun güzelce dikilmesi suretiyle o yüksek din binasının inşa edilip ayakta tutulabileceği vurgulanır. Nitekim, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de “Namaz dinin direğidir.” buyurmuştur. Bu açıdan da, namaz hem sırf Allah rızası için olmalıdır hem de “ikâme”nin manalarına uygun olarak eda edilmelidir.

Münafığa En Ağır Gelen Namaz

Söz Sultanı, bu lâl ü güher beyanında özellikle sabah namazını zikretmiştir. Hadis-i şerifin bazı farklı rivayetlerinde ve şerhlerinde yatsı namazına da yer verilse bile, umumiyetle üzerinde durulan sabah namazıdır. Doğrusu, insan tabiatına en ağır gelen namaz da sabah namazıdır. O vakitte uykusunu bölüp sıcak yatağını terk eden, abdest alıp cemaate yetişen bir insan, kendi tabiatına ve cismaniyetine başkaldırmış demektir. Mü'minler böyle zahirî bir meşakkati imanları sayesinde aşarlar. Fakat, münafıklara en ağır gelen namaz sabah namazıdır. Nitekim, Rasûlullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte, “Münafıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır gelen hiçbir namaz yoktur.” demiş; bir başka hadiste de, “Şayet insanlar, cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Yatsı ile sabah namazlarını cemaatle kılmanın faziletini de bilselerdi, emekleyerek veya sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.” buyurmuştur.

Demek ki, cemaatin arasında sabah namazı için saf tutmak, âdeta bir pistten ya da bir rampadan yükselerek, kalbin ve ruhun derece-i hayatına sıçramak için harekete geçmek gibidir. “Bikadri'l-keddi tüktesebü'l-meâlî - Meşakkat ölçüsünde mükafat elde edilir.” hakikatinin de ifade ettiği gibi, maddî–manevî her türlü muvaffakiyet ve zafer, bazı mahrumiyetlerin peşinden elde edilir. Bu bir âdet-i ilâhiyedir ki, insan, öteler hesabına ne kadar sıkıntıya katlanıyorsa, Allah da ona o kadar terakkî ihsan eder. Bu açıdan da, hadis-i şerifte, -hususiyle de- nefse çok zor gelen sabah namazını cemaatle kılmak, insan gönlünde hikmet pınarının coşması için önemli bir vesile olarak gösterilmiştir. Bu arada, nefse zor geldiği halde, sabah namazında bile cemaati ihmal etmeyen bir insanın, sair namazlarını da mutlaka cemaatle beraber kılma gayreti içinde bulunacağı da muhakkaktır.

Erbaîn ya da Çile

Diğer taraftan, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehaya) kulun gönlündeki hikmet menbaının taşması için Allah rızasını tahsil gayesiyle ve cemaatle kılınması istenen sabah namazına en az “kırk gün” devam etmek gerektiğini belirtmiştir. “Kırk” manasına gelen “erbaîn”, aslında tam kırk gün demek değildir; bu sürenin bazen gün, bazen hafta, bazen ay ve bazen de sene itibarıyla belirlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, hadisi-i şerifte “erbaîn” kaydının bulunması da kesretten kinayedir; yani, asgarîsi kırk gün olan bir zaman dilimi îma edilmektedir.

Arapça “kırk” demek olan “erbaîn” ya da onun Farsçası “çile” tasavvuf ıstılahına girmiş kelimelerdir. Her iki kelime de, zevk u sefadan el çekerek, beden ve cismaniyeti aşma istikametinde, asgarî kırk gün olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşama manasına gelmektedir. Sofîler, Hazreti Mûsâ'nın, Cenab-ı Hak'la mülâkat hazırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını, İsrailoğulları'nın kırk yıllık “Tîh” hayatlarını ve hatta tam kırk gün olmasa bile, Peygamber Efendimiz'in Hira mağarasında geçirdiği günlerini “çile” ya da “erbaîn” dediğimiz bu uzlet ve halvet dönemine me'haz ve mesned kabul ederler.

Nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi için disiplinli bir hayatı ihtiyar eden insan, bir mürşidin rehberliğinde tam bir inziva hayatı tecrübe etmek üzere bir çilehâne veya halvethâneye girer.. orada az yer, az uyur, az konuşur.. zamanını tamamen ibadetle geçirir.. sürekli zikirle kalbine hayat üfler, gönlüne ötelerden bir pencere açılmasını ümit eder ve bütün benliğinde Rabbini duymaya çalışır. Bu halini kırk gün boyunca sürdürür. Şayet, bir erbaînde istediğini ve aradığını bulamazsa, ikinci bir erbaîn çıkarır; onda da olmazsa, ümidini üçüncü bir kırk güne bağlar. Çırağını böyle bir terbiyeye tabî tutan bir mürşit, ne yaptığını çok iyi bilir; talebesinin iç dünyasını iyi okur. Onun tavırlarına bakar; bazen firasetle, bazen fetanetle ve bazen de kerametle onu okur. Aslında okunmayacak gibi de değildir; zira, insan öyle bir kitaptır ki, hal, tavır ve davranışları okumasını bilenler karşısında kendini mutlaka ele verir. Bu açıdan da, mürşit, talebesinin bir ya da birkaç erbaîne daha ihtiyacı olduğunu söyleyebilir. Şu kadar var ki, bir insan bir eşikte kırk gün boyunca beklemiş, kapının açılması için gözünü o yana dikmiş ve vefa göstermişse, o vefası asla cevapsız kalmaz; mutlaka vefasına karşılık vefa bulur. O kapı ilk çalmada açılmamışsa bile ikinci ya da üçüncü defa çalındığında mutlaka aralanır. İşte, söz konusu hadis-i şerifte özellikle “kırk sabah” denmesi de bu manaları ihtiva etmektedir.

Ayrıca, bir insan, sabah namazını cemaatle kılma gibi bir meseleye belli bir süre ihtimam gösterir ve onu hiç kaçırmamaya çalışırsa, bir zaman sonra o mesele, o insanın vazgeçemeyeceği bir adete dönüşür. Daha ilk tekbirde saftaki yerini alma adetini birkaç ay devam ettiren insan, nihayet onu tabiatının bir derinliği, bir rengi ve bir deseni haline getirmiş olur. Artık o içinden gelerek ve severek cemaate koşar; bir vakitliğine bile olsa cemaati kaçırmak ona çok ağır gelir. Bu zaviyeden, Peygamber Efendimiz'in “kırk sabah” demesinde, cemaatle namazı tabiatın bir derinliği haline getirme gayesi de mevzubahistir.

İşte, Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanma haricinde hiçbir niyet taşımadan, riya ve süm'a gibi şirk işmam eden çirkinliklere girmeden ve dünyevî hiçbir beklenti gözetmeden en az kırk gün boyunca sabah namazını ta'dil-i erkan üzere ve huşu içinde cemaatle ikame eden bir insanın gönlünde bir hikmet menbaı kaynamaya durur; onun içine ötelerden bir kısım mevhibeler akar.. ve derken o mevhibeler birer söz cevheri olarak o kulun dilinden dökülmeye başlar.

Hikmet Pınarları

Hadisin metninde “Yenâbîü'l-hikmet” şeklinde cemi' (çoğul) olarak geçen “yenbû” kelimesi, kaynak, menba ve pınar demektir. Hikmet ise, ilim sahibi olma, felsefe bilme, kâinat kitabını iyi okuma ve dinin özündeki maslahata vakıf bulunma mânâlarına gelmektedir. Hikmet, faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde de anlaşılabilir. Bir manada hikmet, varlık ve hâdiseleri bir kitap gibi okumak; fizik ve metafizik dünyalardaki sırlı münasebetleri mütâlaa etmek; sonra da, her şeyin sahibi Yüce Yaratıcı'nın huzurunda olma şuuruyla O'na kullukta bulunmaktır. Hikmet bir manada da, Kur'ân'ın inceliklerini anlama, onun şerh ettiği kâinat kitabının sırlarını çözme melekesidir. Kur'ân, “Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 2/269) âyetiyle bu hususa işaret eder.

Bütün bu mânâları ihtiva eden hikmetin hayırhahlığa bakan ayrı bir yanı daha vardır. Cenab-ı Hak, “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev'ize-i hasene ile davet et!..” (Nahl, 16/125) buyurarak işte bu anlamdaki hikmeti hatırlatır.

Dolayısıyla, gönlünden diline hikmet pınarları akmaya başlayan bir insan, o güne kadar kimsenin dikkatini çekmeyen incelikleri görür, başkalarının sezemediği hakikatleri dile getirir ve kimsenin söylemediği sözleri söyler.

Şayet, siz de böyle bir hikmete mazhar olursanız, Cenab-ı Allah, sizin beyanınızı da insanların iç problemlerine bir reçete haline getirebilir. Muhataplarınızın dert ve sıkıntıları vardır; çoğu zaman siz onların problemlerinden habersiz olsanız da, Cenab-ı Hak, mevhibe ve varidlerini sizin içinize akıtıverir. Dilinizden öyle hikmet damlaları dökülür ki, her sözünüz hiç ummadığınız şekilde bir insanın derdine derman olur. Belki de siz farkında değilsinizdir; fakat, birinin kader hakkında bir şüphesi vardır, onu giderirsiniz; bir başkasının ahiret adına bir problemi vardır, onu izale edersiniz; bir diğeri yolunu kaybetmiş gibidir, ona yol gösterirsiniz; bir başkası imanı hesabına bir uçurumun kenarındadır, yerinde bir cümle söyler ve onu da büyük bir felaketten kurtarırsınız.

Cenab-ı Hak, sözlerinize bir bereket ve isabet lutfeder, her cümlenizi birinin derdine derman kılar; fakat, siz hiç farkına bile varmazsınız. Zaten, farkına varsanız, bazı şeyleri iradî olarak planlasanız ve o sırada duygularınızı kasdî ve iradî ifade etmeye kalkışsanız, nefsiniz araya girebilir ve tevhid anlayışına yakışmayan duygular içinize dolabilir. Dolayısıyla, o zaman Allah Teâlâ'nın size ihsan ettiği mevhibeleri bulandırmış olabilirsiniz. O bulanık şey de sadece mide bulandırır; mide bulantısını yatıştırmaz. Oysa ki, karşı taraf mide bulantısı içindedir; size düşen vazife, onun mide bulantısını yatıştırmak için bulanık olmayan bir şey sunmaktır. Evet, kalbinizi Allah'a vermiş olarak konuşuyorsanız, O'ndan gelen mevhibelerin yine O'nun tarafından ittifâkî olarak hedefe ulaştırılacağına tam inanıyorsanız, dolayısıyla, her cümleniz doğrudan gönlünüzün sesiyse ve sözlerinizin arasına nefsanî duygularınız girmiyorsa, işte o zaman her cümleniz saf ve duru demektir, herbiri bir muhatabınızın derdine derman olacaktır, Allah'ın lütfu ve inâyetiyle.

Gönül Dili Hâl Şivesi

Diğer taraftan, şayet siz gönlünüzden nebeân eden hikmet pınarlarıyla dilinizi besliyor ve O'ndan gelen mevhibeleri seslendiriyorsanız, o zaman dilinizden hep doğru sözler dökülür. Nasıl ki, çokları hasâid-i elsineleri ile, yani dillerini koruyamamaları neticesinde günah hanelerine kaydedilen yalan, gıybet ve iftira gibi cürümlerle Cehenneme sürüklenirler; siz de, yine dilinizin ürünleri olan sözlerle ama doğru sözlerle, murâd-ı ilahîye uygun beyanlarla ve dünya ya da ahiret hesabına bir değer ifade eden kıymetli ifadelerle Cennete yürürsünüz. Bazıları için dil felaket sebebi olur; sizin içinse Cennete girmeye bir vesile halini alır. Çünkü, siz konuşurken, bir enstrüman gibi, O'nun içinize attığı manaları seslendiriyorsunuzdur. Diliniz bir ney gibi olsa ve etrafa güzel nağmeler yaysa da, aslında o neye üfleyen O'dur, o neyin çıkardığı ses de yine O'na ait sayılır. Bu açıdan, ötede bir hesabı da olmaz o söylediğiniz sözlerin; çünkü, kendiniz yoksunuzdur o beyanların içinde. Artık sizin diliniz bir gönül dili olmuştur ve beyanınız gerçek berekete ulaşmıştır.

Gönül diliniz güçlenip şuurunuzu, idrakinizi ve iradenizi tesir altına alınca, sözleriniz bütünüyle ötelerin sesi-soluğu olmaya başlar. Bir sinyal halinde iç içe manalar akar içinize; kalbiniz dümdüz bir sinyali bölen, parçalayan, harflere ve kelimelere dönüştüren bir reseptör oluverir. Harf, kelime ve cümleleriniz o sinyal sayesinde ortaya çıktığı gibi, bir zaman sonra tavır ve davranışlarınız da aynı sinyalle şekillenir; onlar da sizin içinizdeki o ruh ve mananın, o mevhîbe ve vâridlerin bir yansıması olur. Böylece diliniz gönül dili, şiveniz hal şivesi haline gelir ki, dilinizin de halinizin de beslenme kaynağı yine gönlünüzden fışkıran manalardır. Zaten, insanlara tesir eden de işte böyle bir gönül dili ve hal şivesidir. Bunları besleyen pınar O'ndan olduğu için, gönlünüze akan manalar önce size tesir ediyor ve kalbinizi haşyetle dolduruyordur. Kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah'ı hatırlatır. Cenab-ı Hak'la münasebet ve O'na karşı saygı insanın içinde petekleşince, o dışarıya marifet balı olarak sızar.

Aslında, böyle bir netice potansiyel olarak herkese müyesserdir. Fakat, bazı istidâtlar vardır ki, onlar maneviyâta karşı kapalıdırlar. Bazıları, bir insanın, gönlünden diline açılan hikmet kanallarıyla beslenerek fevkalâdeden şeyler söyleyebileceğine hiç ihtimal vermezler. Çünkü, maneviyâta açık değillerdir; maddi olmayan, mânâ âlemine âit bulunan şeylere inanmazlar; her şeyi maddeden ve gözleriyle gördüklerinden ibaret sayarlar. Hâlbuki her şey maddeden ibaret değildir. Bediüzzaman'ın ‎ yaklaşımıyla, “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise maneviyâtta kördür.”

İşte ‎ gözün kör olduğu bu sahada basiretini devreye sokmayanlar, her şeyi maddeyle sınırlı olarak ele alınca hep dar bir çerçevede kalırlar. Müslümanlığı da bazı formalitelerden ve bir kısım şekilleri yerine getirmeden ibaret görüyorlarsa, onların manevî âlemlere ait sinyalleri duymaları mümkün değildir. Bunlar, dinî mükellefiyetleri hassasiyetle edâ ediyor da olabilirler. Mesela, namazlarını dikkatli kılabilirler. Belki bazen rüyalarında bazı şeyler de görebilirler. Ne var ki, onların manevî ve metafizik alemle ciddi münasebetleri yoktur. Dolayısıyla da, ne haricî bir ses duyabilir ne de ötelere ait bir sinyal alabilirler.

Maneviyâta İnanıyor muyuz?..

Bu açıdan, hikmet pınarlarından mâ-i zülâl içmek için önce maneviyâta açık olmak gerekir. İnsan öyle inanmalıdır ki, çok rahatlıkla, “Benim Rabbbim öyle bir ilahtır ki, bir insanın diline beyan kabiliyeti verdiği gibi, dilerse şu direği de konuşturabilir. O'nun âdet-i sübhâniyesi odunu konuşturmamaktır, fakat ben, şu direğin bana seslenebileceğine inanırım. Şu duvarların tesbih sesiyle gürleyebileceğine inanırım. Başımı secdeye koyduğum zaman ötelerden gelen bir kısım esintilerin beni sarabileceğine inanırım. Çünkü, yerin ve göklerin, canlı-cansız bütün mahlukatın sahibi olan Rabbim murad buyurursa her şeye her şeyi yaptırır.” diyebilmelidir. İşte, bu şekilde inanma çok önemlidir; ötelerin sesini duyabilmek ve manevî alemlerden sinyal alabilmek için her şeyden önce o alemlere ve öyle bir alış-verişin mümkün olduğuna inanmak çok mühim bir referanstır.

Bazı insanlar da vardır ki, onlar maneviyâta şöyle-böyle inanırlar ama bu inanmayı maziye ve geçmişte yaşamış bazı şahıslara bağlarlar. Mesela, Abdülkâdir Geylâni ya da İmam Şazilî hazretleri gibi bazı büyük velilerin kerametlerini kabul ederler. Fakat, kendi dönemlerinde de bazı harikulâde şeylerin olabileceğine asla ihtimal vermezler. Bir zamanlar açık olsa bile, kendi yaşadıkları dönemde manevî âlemlerin kapılarının kapalı olduğunu zannederler. Dolayısıyla, hal-i hazırda da tecelli etmesi muhtemel olan bir hakikate inanmamak suretiyle, kendilerine gelebilecek ruhanî esintilerin önünü kesmiş olurlar. Bir şey bulacaklarına inanmadıkları için, çok şey bulunabilecek bir yolda senelerce yürüseler de hep elleri boş kalırlar.

Maneviyâta mutlak surette inanmak başkadır, bazı kimselerin maneviyâtına inanmaksa daha başkadır. Diyelim ki, Bediüzzaman hazretlerinin hayatında fizikle ve maddeyle açıklanamayacak bazı hadiselerin vuku bulduğunu ve onun bir kısım kerametlere mazhar olduğunu kabul edersiniz; mesela, namaza duracağı zaman ellerindeki zincirlerin birdenbire çözüldüğüne, kelepçelerin açıldığına inanırsınız. Fakat, kendi arkadaşlarınızdan birinin eliyle aynı harikulade şeylerin gerçekleşebileceğine inanmazsınız. Neden? Çünkü, sizinle aynı şartları paylaşan bir insandır o; beraber yemek yemiş, çay içmişsinizdir, sizinle oturup kalkıyordur ve onun beşeri hallerine şahit olmuşsunuzdur. Dolayısıyla, onun eliyle bazı fevkalâde şeylerin ortaya konmasını uzak görürsünüz; ister zaman isterse de mekan olarak yakınlığınız onun da maneviyâta açık bulunabileceği hususunda inancınıza perde olur. O zaman da, tam inanmadığınız için, elli sene onunla beraber oturup kalksanız bile yine de onda sizin içinize akacak ve ufkunuza tesir edecek hiçbir şey göremezsiniz.

Bakış açısındaki bu inhiraf insanlarla münasebetlere de tesir eder. Öyle ki, bazı insanlar tanırım; onlar, ‎ akademik kariyer yapmış, bir yerde dekan veya rektör olmuş arkadaşlarına hâlâ falan aşağı, filan yukarı derler; çünkü onların çocukluk dönemini biliyor ve hep o günlere göre tavır belirliyorlardır. İçimden, “Allah aşkına, sizin içinizde yetişen bu insanlar, sizin nazarınızda hiç mi büyümezler?" dediğim ve bazen bu duygumu etrafımdakilerle paylaştığım çok olmuştur. Bu tavır bana ‎ Erzurumluların o enfes sözünü hatırlatır; derler ki, “Ev danası öküz olmaz.” Evet, bazıları sonradan tanıştıkları bir araştırma görevlisi hakkında bile “Efendi, bey” derlerken –ki doğrusu da böyle olmalıdır- kendi aralarında neş'et eden arkadaşlar profesör bile olsalar, onları “Bizim Zafer, bizim İrfan” şeklinde anarlar.

İşte, dikkat ederseniz, manevi mevhibelere ve vâridâta mazhar kılınma mevzuunda da aynı yanlışa düşüldüğünü görürsünüz. Beraber büyüme, birarada oturup kalkma, aynı sofrada yemek yeme ya da aynı mekanı paylaşma kimi zaman aldatıcı olur. Ebû Cehilleri, Utbeleri ve Şeybeleri aldatan hususlardan biri de bu olmuştur. Onlar, Peygamber Efendimizi dün sokakta beraber koştukları bir çocuk olarak görme zaafından kurtulamamış ve bakış açılarındaki bu hatadan dolayı O'nu hakkıyla takdir edememişlerdir. Hazreti Ebû Bekir'e “sıddık” payesini kazandıran ise, bir manada, ondaki maneviyât inancıdır. Evet, Hazreti Sıddık, “Allah dilerse, dün beraber oynadığımız bir insanı seçer ve âlemlere rahmet kılar.” mülahazasıyla evc-i kemâlât-ı insaniyeye çıkmıştır; diğerleri ise, gözleri maneviyâta kör olduğu için, en parlak hakikati bile görememiş ve cehalet gayyalarına yuvarlanmışlardır.

Bu açıdan, Allah Teâlâ'nın ekstradan lütuflarına mazhar olabilmek için Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve kuvvetiyle her şeyin gerçekleşebileceğine tam inanmak ve her zaman maneviyâta açık durmak lazımdır. İşte, böyle bir inançla ve arzettiğim şartlar çerçevesinde kırk sabah namazını kılan herkesin va'dedilen neticeye ulaşması potansiyel olarak mümkündür.

Yegâne Gâye “O” Olmalı...

Şu kadar var ki, insan yapıp ettiği hayırlı işlerde ve ibadetlerinde maddî-manevî hiçbir beklenti içinde olmamalı; her şeyi Cenab-ı Hakk'ın rızasına bağlamalıdır. Başka beklentiler içinde olma rıza-yı ilahi peşinde bulunmaya halel getirir. İmam Şatıbî gibi büyükler, açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerifle ilgili şöyle bir kıssa anlatırlar. Birisi gelip halinden şikayet eder ve der ki, “Kırk sabah cemaati hiç aksatmadım ama dilimden hikmet incileri döküldüğüne de asla şahit olmadım. Hadiste denileni yaptığım halde, benim hikmet pınarım neden coşmadı?” Hazreti İmam, “Çünkü, sen yaptıklarını Allah'ın rızasına bağlamadın, va'dedilen hikmeti elde etmek için sabah namazına ve cemaate yapıştın. Şayet, sedece O'nun hoşnutluğunu dileseydin, hem rıza-yı ilahiye ulaşır hem de hikmet ehli olurdun.” cevabını verir. Evet, her türlü işimizde Allah'ın rızası yegâne hedef ve gaye olmalıdır. Salih amellere ve ibadetlere terettüp eden semereler, o rızaya tabi olarak meccanen verilirse, işte o zaman makbuldür; aksi halde, onlar asla asıl maksat yapılmamalıdır.

Ayrıca, bazı kimseler sır tutucu olamazlar. Onlar, her şeyi ulu orta konuşur; en küçük bir mazhariyeti caka yapmaya bir vesile sayar ve her yerde anlatırlar. O güne kadar gördüklerinden farklı bir çikolata hediye alan bir çocuğun, sokak sokak dolaşıp onu herkese göstererek çocukça caka yapması kabilinden, bu kimseler de farklı olmak ve bir farklılık ortaya koymak için fırsat kollarlar. İşte, Cenâb-ı Hak, manevi mevhibe ve varidât sebebiyle caka yapabilecek kimselere, ahiret meyvelerini dünyada yiyip bitirmemeleri için, ihsanlarını hissetirmeyebilir. Bu da Allah Teâlâ'nın ayrı bir lütfudur. Hazret-i Üstad da, bu hususa işarette bulunurken, “En büyük ikram-ı ilâhî, ikramını hissettirmemektir” der. Dolayısıyla, meseleyi bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Yani, bazı kimseler zahirî bir mahrumiyet yaşıyorlarsa, onları mutlak manada mahrum görmek de doğru değildir. İhtimal, onlar, bazı zaaflarına binaen, ikram-ı ilahiyi hissetmeme lüftuna mazhardırlar. Duymaları ve hissetmeleri beklenen mevhibeler birer ahiret meyvesi olarak ötede verilmek üzere saklanıyordur.

Hasılı, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehaya) sadece Allah rızasını kazanma gayesiyle, en az kırk sabah namazını ta'dil-i erkan üzere ve huşu içinde cemaatle ikâme eden, bunu yaparken de riya ve süm'a gibi gizli şirklere girmeyen ve dünyevî hiçbir beklenti gözetmeyen bir insanın gönlünde bir hikmet menbaının kaynamaya duracağını, onun içine ötelerden bir kısım mevhibeler akacağını ve o mevhibelerin birer söz cevheri olarak o kulun dilinden dökülmeye başlayacağını müjdelemiştir. Kim bilir, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, bizim aklımıza gelenler dışında daha hangi yüce hakikatleri îma etmiştir ve kim bilir, onun tarif ettiği şekilde kılınan bir namaz daha nice ilahi lütuflara gebedir...

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu