M. Fethullah Gülen'de Diyalog ve Hoşgörünün Temelleri

Türk‑İslâm Sentezi Temelinde
20. Yüzyıla damgasını vuran en temel değerler; modernleşme, çoğulculuk, birey ve dindir. Modernite bireysel ve sosyal tüm hayatı kuşatma iddiasında bulundukça, dinî, kültürel ve siyasal yeni çoğulculuk biçimleri ortaya çıktı. Modernleşme oldukça farklı biçimlerde tanımlansa da ilerleme ve küreselleşme gibi iki yan ideolojik olguyu netice verdi. Birçok kuramcı modernleşmeyi, insanın çevresi üzerinde artan “egemenliği” ve çevresine ilişkin artan “bilgisi” açısından tanımladı. “Bilgi” ile “iktidar ve egemenlik” arasında kurulan bu ilişki süper devletlere, uzak topraklar ve insanlar üzerinde yeni efendilik biçimleri kurma gücü ve imkânı sundu.

Modern çağda emperyalizm daha geniş ve daha kapsamlı neticeler doğurdu. Felsefî bir temelden yola çıkmasa da küreselleşme, ideolojik bir görev üstlendi.

Bu ideolojik yönünden dolayı bazıları küreselleşmeyi, emperyalizmin yalnızca isim değiştirmiş bir hali olarak algılamaktadır. İdeolojik ya da değil, ama küreselleşme; ekonomiden toplum bilimine, iletişimden siyasete, hukuk, tarih ve coğrafyadan devlet yönetimine kadar hemen her alanda köklü dönüşümlere neden olmuştur. Ekonomik ilişkiler ve iletişim devrimi dünyayı kocaman bir pazar ve fakat küçük bir köy haline getirmekle birlikte küreselleşme, yalnızca ekonomik bir olay değil; siyasî, ideolojik ve kültürel boyutlara da sahip bir kavram olmuştur. Evet küreselleşme zenginliği, teknolojiyi, demokratik çoğulculuğu, üretim ve tüketimi yaygınlaştırdı. Ama her türlü insan, toplum, åvre ve siyasî kirliliğin de yaygınlaşmasına hizmet etti. Yoksulluk, ekolojik kirlilik, kitle imha silahları, terör ve şiddet de küreselleşti. Bilgi, güç ve teknoloji küreselleşirken kültürler ve medeniyetler arası çatışma teorileri gündeme gelmeye başladı. Bütün bunlar ister modernitenin, isterse küreselleşmenin sorunları olsun, neticede pek çok kavramı tartışma gündemimize getirdi. Modernleşme, demokrasi ve çoğulculuk bağlamında bir dizi kavram yeniden ve yeniden tanımlandı; insan, birey, düşünce ve inanç özgürlüğü, siyasal, toplumsal ve kültürel hoşgörü, çatışma ya da uzlaşma, diyalog ya da kavga...

Şüphesiz dünya bugün kültür ve medeniyetler arası diyaloğa her zamankinden daha çok ve aciliyetle muhtaçtır. Çünkü bilgi ve silah teknolojisi yeryüzü toplumlarının geleceğini kaygılandıracak boyutta küresel bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdit yalnızca kitle imha silahları gibi güç ve iktidar ilişkileri açısından değildir. Bizzat modernitenin ve küreselleşme olgusunun kendisi de farklı dinî, kültürel ve toplumsal farklılıkları tehdit etmektedir. Dünyanın değişik yerlerinde küreselleşmeye karşı kitlesel tepkiler giderek artmaktadır. Bu tepkiler, yalnızca modernleşmeye karşı bir direniş şeklinde okunamaz. Daha geniş ölçekte küreselleşme; dinî, millî, tarihsel ve toplumsal kültürlerine ve kimliklerine yönelmiş bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu da yeni çatışma mitlerini gündeme getirebilir.

Türkiye de dolaylı ya da dolaysız, yeni küreselleşme konseptinden geniş olarak etkilenmiştir. Birey, din ve çoğulculuk Türkiye demokrasisinin de temel gündemini oluşturmaktadır. Ülkenin 1980 öncesindeki onlu yıllar boyunca maruz kaldığı ideolojik kamplaşma, Türkiye demokrasisindeki çoğulculuk arayışlarını kırılmalara uğratmıştır. İdeolojik kamplaşmalar ülkede geniş bir çatışma zemini oluşturdu. 80 darbesine kadar belki üç kuşak ideolojik kavga ve çatışmaların kurbanı oldu. Bu yitik kuşak maalesef çoğulculuğu, uzlaşma ve zenginliğe dönüştüremedi. İdeolojik izleri ve tesirleri sürse de, bugünün kuşakları, belli düzeyde bu çatışma zeminini uzlaşma ve diyalog arayışlarına çevirmenin yollarını aramaktadır. İnsan, birey, hoşgörü ve uzlaşma temelinde yeni çoğulculuk biçimleri geliştirmeye çalışmaktadır. Bu belki sancılı olacak, ama bu sancıları azimle göğüsleyecek bir arayış da ısrarla sürmektedir.

Esasında K. Çalışkan’ın da dediği gibi “insan, birey, hoşgörü ve uzlaşma; Türk kültürünün İslam ile buluşmasında yarattığı   sentezin özüydü”[1] Türk Müslümanları modernleşmeyi kendi köklerine ve sûfî temellerine dönerek yeniden inşâ etmelidir. Yesevî, Mevlânâ, Yunus ve Hacı Bektaş‑ı Velî köklerine. Burada modernleşmeyi, ideolojik anlamda batılılaşma ya da çağdaşlaşma olarak değil, tamamen siyasî, toplumsal ve kültürel sorunlarımızı aşmada kullanabileceğimiz çağdaş dinamikler anlamında kullanıyorum. Modernleşmenin ilk anlamı pek çok açıdan bir hesaplaşmayı ve kavgayı hatırlatıyor. Halbuki burada herhangi bir iç hesaplaşma ya da çatışma miti üzerinde durmayacağız. Türkiye’nin çatışma zemini, uluslararası ideolojik hesaplaşmaların yansımalarından başka bir şey değildir. Ancak onun kendine özgü bir uzlaşma ve diyalog kültürü mevcuttur. Bu kültürün temelinde aslında insan unsuru mevcuttur. Türk Müslümanlığının ‑Türk İslam’ı değil‑ temeli tasavvuf, insan ve hoşgörüdür. Bu kavramlar 21. yüzyılda yeniden varlık sahnesine çıktılar. Bu yüzden Türk Müslümanları modernleşmelerini kendi köklerine ve sûfî ezgilerine dönerek yapmak zorundadırlar. Yesevî, Mevlânâ ve Bektaşî köklere... Bu sûfî felsefelerde “insan” unsuru ön plandadır.

“Bir toplumun idârî şekli ne olursa olsun –ki bugün demokrasi kutsanmaktadır– önemli olan insandır, iyi bir insan olma meselesidir. Ahlâken mükemmel, faziletli ve erdemli insan olmadır. Farâbî gibi ütopya yazarları, erdemli şehirden bahsettiler sürekli. O ve benzerleri hep şehri (kenti) öne çıkardılar. Halbuki insan daima önde düşünülmelidir. Şehir, medeniyet, ülke, belde vs. sonradan gelir. Demokrasi için de erdemli insan çok önemlidir. Demokrasi, İslamî terbiyede erdeme ulaşmış insanların yedeğinde çok daha mükemmele ulaşabilir...”[2]

Türk Müslümanları demokrasinin özü olan hoşgörü ve uzlaşmayı asırlardır geniş bir bölgede uyguladılar. Müslümanlık bu bölgede bin yıldır aynı yumuşak doku ile yorumlanmaktadır. Böyle olmasaydı “vesâyâ” dediğimiz koruma altındaki ülkeler dahil, Viyana’dan Çin’e (İran hariç), Moskova önlerinden Afrika ortalarına kadar hakim olduğu çok geniş bir sahada Osmanlılar bu kadar uzun süre kalamazlardı. Bu geniş topraklarda milletlerin dillerine, dinlerine ve sosyo‑kültürel yaşama biçimlerine alabildiğine hoşgörülü davrandılar. Osmanlılardan önce Selçuklular, İlhanlılar ve Karahanlılar da böyleydi. Ama meselâ bir Emevî, Abbasî ya da İran İslam imparatorlukları böyle değildi. Türkler, İslam’ın temel disiplinlerine bağlılık içinde, yoruma ve ictihada açık yanlarında tecdîd ve ictihad gibi fikrî dinamikleri işlettiler. Zaman ve şartların getirdiği yorumları iyi yaparak İslam’ın evrensel yorum esprisini iyi yakaladılar. İyi bir yorum ortaya koydular. Bu, bu topraklarda bin yıldır böyle devam etmektedir. Bu açılardan ortaya konan anlayışa “Türk Müslümanlığı” demek mümkündür. Ancak dinin temel esasları açısından Türk, Acem ya da Arap Müslümanlığı diye bir şey olmaz.

Asırlardır geniş sahalarda hakimiyet kurmuş Türkler, sosyal, idarî, siyasî ve iktisadî alanlarda evrensele yakın yorumlar ve kanunnameler geliştirmişlerdir. Bu topraklarda ortaya konan bu hoşgörü ve uzlaşma temelli anlayış, esasında Türk mutasavvıflarının açık tesiriyle gerçekleşmiştir. Tasavvuf, Türk Müslümanlarına, başka Müslümanlardan daha derin ve sosyal olarak nüfûz etmiştir. Kendini herkesten aşağı gören, tevazu ve başkalarını kendine tercih etme (îsâr) gibi hasletler Ahmed Yesevî’den Hacı Bekbaş‑ı Velî’ye uzanan çizgide daha başından beri bu milletin mayasına konmuştur. Hoşgörü ve diyalog, İslam’ın kültürel boyutunu ifade ediyor. Ya da diğer bir ifade ile hoşgörü ve diyalogdan bahsettiğimizde, kültürel İslam’ın sınırları içine girmiş oluyoruz. Kültürel İslam’ın da bu ülkede en açık tezâhürü, tasavvuf, tarikat, cemaat ve sanat alanında kendini göstermiştir.

Esasında tasavvuf, İslam’ın ruhî ve manevî yanının bir ilim olarak incelenmesine verilen isimdir. Bu kavram hiç kullanılmasa da olur. Önemli olan zühd, takvâ, ihsan, ma’rifet gibi kalbin amellerini yerine getirerek yaşamaktır. Bu da İslamın ayrılmaz bir parçasıdır. Tarikatlar dediğimiz sûfî müesseseler Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den 4‑5 asır sonra ortaya çıkmışlardır. Tarihte oldukça müsbet fonksiyonlar eda etmişlerdir. Hem sosyal açıdan, hem de bireysel terbiye açısından. Fakat bugün o klasik haliyle çağa ayak uydurabilir mi, bu tartışılabilir. Ancak hiçbir Müslüman, dinin özünü oluşturan ve imanı besleyen, insanı kemâle ulaştıran bir yol olarak, onun ruhî‑manevî yönüne, yani tasavvufa kayıtsız kalamaz. Her Müslüman hayatını, Allah’ın rızasına göre örgütler. O’nun arzusu istikametinde yaşamaya çalışır...

Bu son bir‑iki paragraftaki ifadeler M. Fethullah Gülen’in düşüncesini yansıtır.  Ona göre tasavvuftaki erdemli insan, hoşgörülü insandır. Toplumu ve genel insanlık adına fedâkâr, diğergâm insandır. Bu topraklardaki beşerî ve sosyal medeniyetin temelinde işte bu insan modeli vardır. Bunun da temelleri ilk sûfî dervişlerdir. Gülen burada çağdaş Müslüman kimliğini, kültürel İslam temelinde yenilemeye çalışmakta ve yeniden tanımlamaktadır. Ancak bunu yaparken, kültürel İslam’ın bu topraklarda izlediği hoşgörü ve diyalog yolunu izliyor. Müslüman kimliğin yenilenmesinde herhangi bir şiddete temayülü ise, asla meşru görmüyor. Bu üslup retorik olarak, İslamî sosyal kimliği törpülemeden, modern dünyanın değerleriyle de uyumlu bir çerçeve; yani hem İslamî temellerle, hem de çağdaş değer ve kazanımlarla barışık bir İslamî model sunuyor.

Burada Gülen’in hem dahilî hareket tarzında, hem de farklı din, kültür ve medeniyet çevrelerine yönelik vizyonundaki İslamî ve sosyal ana parametreleri görmek mümkündür. Buna ister Türkiye’nin modernleşme problemi açısından bakılsın, isterse daha geniş bir medeniyetler arası diyalog temelinden bakılsın, Gülen’in hareket tarzının, çağdaş problemlerimizin aşılmasında ciddi katkılar sağlayacağı muhakkaktır. Onun sahip olduğu dinî kimliği bazıları sorgulayabilir. Ve projesini yoğun bir dinî kimlik oluşturma gibi algılayabilir. Nitekim böyle algılayanlar da vardır. Bu tür yargılar gerçekte de tek boyutlu bir algılamadan neş’et ediyor. Eğer Gülen’in niyeti yalnızca ahirete yönelik bir proje sunmak olsaydı, bunun yolu kolej gibi modern ve çağdaş bilimin okutulduğu müesseseleri teşvik etmekten geçmezdi. Dünyadan ve çağdaş değerlerden yüz çevirmiş yoğun bir dinî kimlik, kendini kolejlerde değil, ancak ve ancak tekke ve dergahlarda yeniden üretebilirdi. Oysa Gülen, değil yalnızca modern bilimin okutulduğu kolejleri açmak, medeniyetler arası diyalog gibi, çağdaş insan toplumlarının en merkezî sosyal ve kültürel problemlerine çözüm getirecek bir sosyal projeden bahsetmektedir. Bu öylesine kapsamlı bir girişimdir ki, 21. yüzyıla damgasını vuran tüm fikrî, felsefî, siyasî, dinî ve sosyolojik değer, kavram ve kuramların yeniden tanımlanmasını gerektirecek geniş bir gövdeye seslenmektedir. Eğer Gülen hareketi, İslamî teokratik ve siyasal bir kimliğe vurgu yapsaydı, kuşkusuz bu geniş vizyonu ve misyonu oluşturamazdı. Bu öylesine önemli ki, hem İslamî kimliği, hem de İslamî eylemi yenilemekte ve yeniden tanımlamaktadır. İslamî sosyal ve kültürel kimliği Türk‑İslam sûfizmi temelinde yenileyerek onu İslam coğrafyasının dışına açıyor. İslam hem din olarak, hem de kültür ve medeniyet olarak Gülen hareketi eşliğinde asırlardır yaşadığı coğrafî sınırların dışına taşıyor.

İnsan, Din ve Aksiyon Temelinde
M. Fethullah Gülen’de diyalog ve hoşgörünün temellerini araştırdığımızda, onu bu kadar özel ve aktif kılan dinamiklerin, onun insan modeline getirdiği yorum ve anlayışta yattığını görüyoruz. Hatta yalnızca diyalog, hoşgörü ve uzlaşı alanında değil, daha  geniş anlamda topyekün bir dünya görüşünü de şekillendiren İslam’ı anlama, algılama ve yaşama biçiminden de kaynaklanmaktadır. E. Özdalga, N. Göle, T. Akyol gibi sosyal bilimci ve analizciler Weber sosyolojisinden de esinlenerek Gülen’in bu yeni hareket tarzını aktif pietizm[3] olarak tanımlamaktadırlar. Daha yerel analizler ise, batılı sosyal analizlerden doğrudan esinlenme ve ödünç kavramsal çerçeve devşirmek yerine, Türk‑İslam sentezinin asırlardır bu topraklarda ürettiği geleneksel Yesevî, Mevlânâ, Yunus ve Hacı Bektaş‑ı Velî çizgisinde yaklaşımlarını temellendirmektedirler. Öncekiler analizlerini İslam‑Batı sentezinde daha genel evrensel bir çerçeveye oturturken, ikinciler Gülen’i Türk‑İslam sentezinde daha yerel bir formda okumaktadırlar. Ama her iki analiz de Gülen’deki aktif sûfî temellere vurgu yapmaktadır.

Gerçekten de Gülen’in düşünce ve aktivitesinin beslendiği kavşaklara baktığımızda, genel İslamî nasslara sıkıca bağlı olmasının yanında, yoruma ve ictihada açık alanlarda ilk Türk‑İslam sûfizminin, o geniş hoşgörülü ve yumuşak dokulu yorum ve anlayışlarını yeniden ürettiğini görüyoruz.[4] Ancak Gülen’in ürettiği yorum daha geniş ve aktif bir vizyona işaret etmektedir. Yunus, Mevlânâ ve H. Bektâş‑ı Velî’de halkı dergaha çağıran, nisbeten içe dönük bir Pietizm vardır. Hoşgörü ve diyalog onlarda dergahın sosyal çerçevesi ile sınırlı bir vizyona vurgu yaparken, Gülen bu çerçeveyi ve vizyonu tüm dünya toplumlarına açarak dönüştürmektedir. Yani bir anlamda onun misyonu dönüştürücü bir aktivite içermektedir. Öyle ki bir mânâda o, böyle bir   hareket tarzını· yeryüzü mirasçılığı olarak algılamaktadır. Hatta bunu, insanın yeryüzündeki varoluşunu açıklayan en temel bir ideal olarak görmektedir. Bir taraftan diyalog ve uzlaşı hareketi ile farklı dünya kültürleri arasındaki iyi niyete dayalı bir tanışma ve karşılaşmayı örgütlerken, diğer taraftan içeride ve dışarıda modernite ile bencilleşen insan unsurunu genel “insanlığa hizmet ve adanmışlık ruhu” etrafında/temelinde dönüşüm”e zorlamaktadır. Böyle bir girişim, yani bütün yeryüzü toplumlarına yönelik bir çağrı, elbette aktif bir düşünceyi ve insanî melekelerdeki aksiyonu örgütlemedikçe mümkün olmayacaktır. Gülen bunun tamamıyla farkındadır. Daha ilk aktivite yıllarından itibaren bunu hem sohbet ve vaazlarında, hem de yazılarında işlemiştir. Onun hemen her yazısı bir biçimde gelip “aksiyon ve düşünce insanı” metaforuna yaslanır. Onda düşünce daima aksiyonla birleşir. Böyle olmazsa hiçbir düşüncenin ne sahibinde, ne de yöneldiği kitle üzerinde etkisi olmaz. Düşünce ve aksiyon, kendini ve başkalarını değiştirebilecek bir aktivite ile de birleşmelidir. Dinler ve medeniyetlerarası diyalog girişiminin temelinde de, Gülen hareketindeki daha genel yeryüzü mirasçıları metaforunun temelinde de bu vardır.

Gülen’in düşünce, aksiyon ve yeryüzü mirasçılığı metaforu üzerine yorum ve düşüncelerini, makalelerinden seçtiğim iki başlık özelinde ortaya koymaya çalışacağım. Bu iki makaleyi seçişimin nedeni; “düşünce ve aksiyon” kavramlarını doğrudan başlığa taşımasıdır. Aslında bu başlığı taşımayan makalelerinde de bu kavramların onun hareket ve yaklaşımını derinden etkilediğini görmekteyiz.[5] Şimdi bu iki makaleden· kısa cümleler iktibas edeceğim;

“Yeryüzü mirasçıları olarak mücadele çizgimizi ‘aksiyon ve düşünce’ sözcükleriyle hülâsâ etmemiz mümkün..

Kendini ve başkalarını değiştirebilecek mahiyetteki bir aksiyon ve düşünce.. Varlığın bekası da yine hareket ve disiplindir..

Hayatımızın en önemli, en zarûrî hâdisesi aksiyondur..

Sürekli aksiyon, sürekli düşünce ile bir kısım sorumluluklar altına girerek, bir kısım problemleri göğüsleyerek âdeta kendi kendimizi mahkûm edip hep hareket etme mecburiyetindeyiz..

Eğer kendimiz olarak hareket etmezsek, başkalarının hamle ve aksiyon dalgalarının; düşünce ve plan girdaplarının tesirine girmek zorunda kalırız.

Hep hareketsiz kalmak, çevremizde olup biten şeylere müdahale etmeme.. suyun içine düşmüş bir buz parçası gibi, kendimize rağmen kendi kendimizi erimeye salmak..

Var olmak için bütünüyle insan özünün gerilimde olması şarttır..

Kendi mecrâmızda kendimiz olarak akmak; yani bir taraftan bütün varlıkla bütünleşirken, diğer yandan da kendi öz çizgimizi korumak; işte İslâmî aksiyon ve düşüncenin en belirgin yanlarından biri..

Hakikî aksiyon ve düşünce adamının dünyası âlemşümul (evrensel) televvünlü ve ebedî (uhrevî) boyutludur..

Daha enfes bir yaklaşımla aksiyon; insanın, en samimi ve içten kararlarla bütün varlığı kucaklaması, onu tahlil etmesi ve onun koridorlarından sonsuza yürümesidir..

Düşünceye gelince o da bir iç aksiyondur..

Tâbir‑i diğerle düşünce, insanın kendi derinliklerinde metafizik tecrübelere yer hazırlamak için yine kendi içinde boşalmasıdır. Bu, düşüncenin ilk basamağı, son basamağı da hareketli düşünmektir..

Bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği rûhî hayatımızdır; rûhî hayatımızı da dinî düşüncelerimizden ayırmamız mümkün değildir. Bu milletin her varoluş kavgası, İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiştir..

Evet, onun kendi iç âleminde, kalb ve ruhun hayat seviyesini paylaşması, ibadet, zikir ve fikirle gerçekleştiği gibi, bütün bir varlığı kucaklaması, kendi nabızlarının atışında O'nu (Allah’ı) duyması ve beyninin her fakültesinde O'nu hissetmesi de, yine ibadet şuuruna, zikir ve fikir cehdine bağlıdır. Zaten, hakikî mü'minin her davranışı bir ibadet, her düşüncesi bir murâkabe, her konuşması bir münâcât (dua) ve mârifet (Sûfî bilgi ve tecrübe) destanı, varlığı her müşâhedesi bir tecessüs ve tetkik, vatandaşlarıyla münâsebeti de rahmânî bir şefkattir. Bu ölçüde rûhâniliğe ermek, sezilerden mantık ve muhâkemeye, mantık ve muhâkemeden de ilham ve ilâhî vâridâta açık olmaya bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, tecrübe aklın süzgecinden geçirilmeden, akıl fetânet‑i a'zama teslim olmadan, mantık aynı sevgi hâline gelmeden, sevgi de ilâhî aşka inkılâb etmeden insanın bu zirveyi yakalaması zordur.”[6]

Görüldüğü gibi Gülen burada hem içeriye, hem de dışarıya yönelik açık mesajlar vermekte, düşünce ve aksiyondan, insan sevgisine, ilâhî aşktan, insanî hoşgörüye, tecrübî akıldan, ilham ve vahyî düşünce tayflarına, ibadet zikir ve manevî‑rûhî derinliğe vurgudan yeryüzü toplumları genelinde evrensel bir aksiyonerliğe kadar uzanan oldukça geniş bir vizyon çizmektedir. Dolayısıyla dinler ve medeniyetler arası diyalog, tâ sonsuza kadar varabilen açık uçlu bir ilişki, düşünce ve aksiyon biçimi önermektedir. Bunu da yeryüzü mirasçılığı metaforunun temeli olarak yorumlamaktadır. Bu yüzden hoşgörü ve diyalog vizyonu Mevlânâ‑H. Bektâş‑ı Velî çizgisinden çok daha ötelere ve farklı coğrafyalara uzanmaktadır. Bu açık uçlu bir “pietizmdir” aynı zamanda. Dini, insan sevgisini ve ilâhî aşkı yalnızca kendi ruhî ve manevî tecrübe dünyasında duyup yaşamayla sınırlı değil. Bu düşünceyi, ruhu ve aşkı, aktif bir proje halinde tüm dünya toplumlarına taşımayı da içerir. Bunun için de insan, düşüncede, imanda, ruhta ve aksiyonda daima hareket halinde olmalıdır.

Gülen yine bu birkaç paragrafta, İslamî kökenlere ve kimliğe çok açık ve net olarak vurgu yapmaktadır. Hem de bu vurguyu sûfizmin derinliğinde bir üslup içine oturtmaktadır. Esasında bu büyük bir dâvâdır. Böylesine dünyevîleşen ve maddîleşen bir dünyada insanlığı, yeniden manevî, ruhî ve insanî temellere çağırmaktadır. Hiç kuşkusuz insanlık buna şiddetle muhtaçtır. Ve bu ihtiyacı yalnızca Gülen duymamıştır. Ama onu özel ve ilgi çekici kılan, bunu aktif bir diyalog ve hoşgörü hareketine dönüştürmesidir. Bu cesur bir girişimdir. Kendine güveni, tutarlı bir projeyi ve farklı coğrafyalardan farklı medeniyet anlayışları arasında kendini ispatı da gerektirmektedir. Elbette Gülen’in dâvâsı kendini ispat dâvâsı değildir. Her vesileyle belirttiğimiz gibi o, samimi bir Müslüman olarak, insanlık adına sevgiye, ilâhî aşka ve derin bir manevî duyuş ve yaşama sahip olduğu için, her türlü iddiadan uzak sâde bir mü’mindir. Kendi toplumunda insanî, ahlâkî ve manevî değerlerle ilgili taşıdığı kaygıyı, tüm dünya toplumları adına da taşımaktadır. Yalnızca bu kaygı; maddîleşme, dünyevîleşme ve insaniyet sevgisi açısından kuraklaşmış çağ karşısında, insanî ve toplumsal süreçleri dönüştürmeyi içeren aktif bir kaygıdır. Böylesine ağır bir yükü omuzlayan diyalog hareketi bu yüzden kendini ispat etmelidir. Bu da ancak her diyalog girişiminin karşı taraf ve kültürlerce de paylaşılması neticesinde gerçekleşebilecek bir şeydir. Şimdilik bu diyalog, farklı dinî çevre ve otoriteler, birbirinden farklı fikrî ve felsefî temellere sahip entelektüel, düşünür ve bilim adamları ve farklı toplumlardaki kanaat önderi sayılabilecek kesimler arasında neredeyse tamamen sivil bir girişim olarak sürüp gitmektedir. Meydana getirdiği dalga hareketi giderek çevreye yayılmakta ve geniş bir etki alanı inşâ etmektedir. Şüphesiz bu girişim doğrudan siyasî bir zeminde gerçekleşmemektedir. Ama uzun vâdede toplumların   geleceklerini olumlu anlamda etkileyebilecek seviyeli ve ciddî bir diyalog girişimidir. Ve zaten sivil bir inisiyatif olduğu için bu denli ilgi ve karşılık görmektedir. Belki yakın bir gelecekte insana, insanın evrendeki geniş manevî ve rûhî kökenlerine, toplum yaşamının ve kainatın mayası ve özü olan ilâhî aşk ve sevgiye çağrı yapan bu ses, mutlaka daha geniş ve daha farklı kesimler üzerinde kapsamlı bir etki yapacaktır.

M. Fethullah Gülen, ortaya geniş vizyonlu bir örnek koymuştur. Belki bazı kesimler buna rağmen kendilerini ve düşüncelerini bu örnekte bulamıyorlar. Farklı ideolojik kaygılar, ortaya farklı fotoğraflar koyabilmektedir. Ama Gülen’in sunduğu vizyon genel insanî ve evrensel kaygılar penceresinden bakılınca, aslında tüm insanî ve toplumsal süreçleri kucaklayacak bir etkiye sahiptir. Çünkü o bütün ideolojik kaygıları bir tarafa bırakarak, hemen her ideolojinin de temel malzemesi olan insan üzerine bir model ortaya koymuştur. Bu modeldeki insan, Allah’ın yarattığı ve yeryüzüne mirasçı (vâris) kıldığı saf, ilâhî aşkı, insan sevgisini ve topyekün insanlık adına şahsî tüm istek ve arzularından vazgeçebilecek diğergâm bir insandır. Siz bu insanı, her türlü ilişkinin, toplumun, önderliğin veya liderliğin temeline yerleştirebilirsiniz. Her türlü toplum modelini ondan oluşturabilirsiniz. Bu insanın ruhî, fikrî ve sosyal tabiatı her yerde müsbet hareket etmektir. Gülen’in sesine ve düşüncelerine gönül vermiş insanlar, her yerde böyle hareket etmeyi ilke edinmişlerdir. Bunun için de dünyanın farklı coğrafyalarında, ideolojik, siyasî, dinî ve farklı sosyo‑kültürel ortamlarda, hemen herkes tarafından hüsn‑ü kabul görüyorlar.[7] Eğitim kurumları vasıtasıyla gidilen her yere, diyalog, hoşgörü ve uzlaşma hareketi de gitmiş oluyor.

Evet, M. Fethullah Gülen dindar bir kimliğe sahiptir. Ama onun dindarlığı bu farklı coğrafyalarda, farklı sosyo‑kültürel ortamlarda hiç kimse tarafından garip karşılanmamıştır. Çünkü o, açık bir model öngörmekteydi. İnsânî, toplumsal, ahlâki ve etik herkesin rahatlıkla paylaştığı ortak değerlere vurgu yapıyordu.[8]  O, çağdaş bir Mevlânâ’dır. Dünya toplumları pek çoğu itibariyle Mevlânâ’yı ve eserlerini tanıyor ve okuyordu. Onun ortaya koyduğu insanî ve sûfî çizgide, her toplumdan insan kendine ait bir şeyler bulmaktaydı. M. Fethullah Gülen bu anlamda yaşayan bir Mevlânâ oldu. Bundan dolayı, yeryüzü toplumları Mevlânâ ruhunu yaşatan bu diyalog ve hoşgörü hareketine giderek ilgi duymakta ve karşılık vermektedir.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ve Abant Platformu
Gülen hareketinin hoşgörü ve diyalog kapsamında yaptığı çağrı, ilk önce ülke içindeki farklı dinî, etnik kültürel ve ideolojik adacıklara seslendi. Evet bu farklı kültürel unsurlar cebrî/siyasî bir ortamda kendi sınırları içinde zahirî bir uyum sergiliyordu. Yakın geçmişte ideolojik kamplaşmalar halinde çatışma miti olarak kötü bir deneyim yaşadılar. M. Fethullah Gülen’in diyalog çağrısı bu derin ve kaygılı sessizliği kırarak, hem karşılıklı saygı temelinde, hem de kendini ifade temelinde geniş bir hoşgörü ve diyalog hareketine vücut verdi. Bu çağrı kısa zamanda, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı adı altında hoşgörü ve diyalog hareketini göğüsleyecek bir müesseseye dönüştü. Daha sonra bu vakfın gözetiminde saygın bir ilim heyeti eşliğinde, “Abant Platformu” gibi, entelektüel bir tartışma zemini oluştu. Bu platformda ülkenin farklı kültürel, dinî, etnik ve ideolojik mekteplerinde yetişmiş yüzlerce saygın ilim, düşünce, siyaset, sanat ve bilim adamı bir araya gelerek uzlaşma ve karşılıklı saygıya dayalı ortak bir yaşama alanı oluşturmanın imkânlarını sorguladılar. Demokrasiden, düşünce ve inanç hürriyetine, siyasal ve kültürel çoğulculuktan, çağdaş ulus devlet modellerinin sorunlarına kadar bir dizi entelektüel konuyu tartışarak masaya yatırdılar. Önceleri yoğun birçok sesli kaygı hakimken, farklı düşünce, kanaat ve kaygılar giderek daha ortak bir gövdeye vurgu yapmaya başladılar. Gerçekten de platform, her kesimden insana hangi şartlar hüküm‑fermâ olursa olsun uzlaşılır bir zemine ulaşılabileceği ümidini verdi. Bu ilk önce bir yüzleşme deneyimi idi. Sonra da giderek hoşgörü, diyalog ve uzlaşı zeminini oluşturma arayışlarına dönüştü.

Abant Platformu, bu modeli daha geniş bir perspektifte, dinler, kültürler ve medeniyetler arası diyalog çerçevesinde de sorgulamaya başladı. Konu ve katılımcıları daha küresel bir ölçekte, dünyanın değişik ülke ve coğrafyalarından seçerek genişletti. Bu platformun küresel düzeyde genişlemesinin, uluslararası düşünce ve siyaset arenasında, ‘Medeniyetler çatışması ve Tarihin sonu’ gibi iki önemli tartışma konusu etrafında kopan fırtınalara denk gelmesi ilginçtir. Bu olay, Abant Platformunun başlattığı ‘medeniyetler arası diyalog ve hoşgörü’ girişiminin önemini daha da artırdı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Kozadan Kelebeğe adlı bir seride, bu süreci kitaplaştırdı.

Diyalog girişimleri M. Fethullah Gülen’in Papa’yla yaptığı tarihî görüşmesiyle bir anda dünya gündemine oturdu. Bu olay ne kadar sade, duyuru ve gürültüden uzak, nihayet iki farklı dinî kişiliğin bir araya gelmesinden ibaret olsa da, gerçekte iki farklı medeniyetin uzun tarihte ilk defa böylesi sıcak bir buluşmada bir araya gelmesinin ve yüzleşmesinin bir milâdı da sayılmaktadır. Şüphesiz Gülen, İslam dünyasının ya da Türkiye’nin resmi bir İslamî sözcüsü değildi. Böyle bir misyon da içermiyordu görüşme. Ancak yaptığı etki ve Katolik dünyasında oluşturduğu hava, tarihî bir buluşma olduğu hissini uyandırdı pek çok kesimde. Gülen’in sade bir Müslüman kimliğinden yola çıkarak, uluslararası bir ça2ıya dönüştürdüğü hoşgörü ve diyalog hareketi, onun yorumunda Türk‑İslam sûfizminin ne derece aktif bir insanî potansiyel içerdiğinin bir göstergesiydi. Gerçek şu ki, Gülen, o engin mütevâzî ve sûfî yaşamında, kendini tamamiyle nefyeden bir söyleme sahip olsa da, onun çağdaş İslamî kimliğe ve sûfî temellere getirdiği aktif yorumunun bu genişlemedeki katkısı azımsanamaz. Katolik çevrelerde bile onun derin manevî ve zâhid yaşamının tesirleri olmuştur. Pek çok Katolik papaz ve diğer dinî otoriteler, M. Fethullah Gülen’in hem dinî bilgeliği ve otoritesi, hem de sûfî tevâzu ve samimiyetinde kendilerini yeniledikleri itiraflarında bulunmuşlardır.

Diyalog, Hoşgörü ve Modernite
Diyalog ve hoşgörü hareketi bir modernite sorgulaması değildir. Bu tür tepkisel ve sorgulayıcı kaygılarla hareket etmiyor. Ancak modernitenin insanı gözle görülemeyecek kadar küçülttüğü, ruhunu‑kalbini kirlettiği bir gerçektir. Modernite insana salt bir egoizm aşıladı. Toplum karşısında onun bireysel, maddî ve şahsî güdülerini ayaklandırdı. Onu, kutsaldan, yeryüzü mirasçılığından, insanî ve etik her şeyden, aşktan, sevgiden ve fedâkârlıktan (diğergâmlıktan) bağımsızlaştırdı. Sonuçta yalnızca kendi egoist dünyasında ve şahsî menfaatlerin kuytusunda yaşayan küçük bir insan inşâ etti. Evet, yalnızca kendi egoist güdüleri için yaşayan insan küçüktür. Büyük dinlerin hemen hepsi bu insanı kurtarmak için gelmiştir. Ama modernite, insanın şahsiyetine ve kozmik bütünlüğüne en öldürücü darbeyi, onu şahsî güdülerinin esiri yapmakla vurmuştur. Gülen’in çağrısı tam da bu insaniyet bayrağının düştüğü yerde varlık bulmuştur.

“...Kendi âlemi itibariyle umum varlıkla irtibatlanamayan, kainatla olan alakaları duyamayan, ferdî ve cüz’î isteklerine bağlanıp âlemşümûl (evrensel) gerçeklere karşı kapalı kalan kimse, kendini bütün varlıktan koparır, egoizmin öldürücü esaretine girer...”[9]

Evet, kainatla alâkasını koparmış insan küçük insandır. Büyüklükten, aksiyon ve hareketten, insanı ve dünyayı değiştirmekten (değiştirecek idealler taşımaktan) yoksun insandır. Bu insan yeryüzünün mirasçısı, ihyâcısı ve önderi olamaz. Çünkü o, ruhî gerilimini, hareket ve aksiyon kabiliyetini yitirmiştir.

“Hep hareketsiz kalma, çevremizde olup bitenlere müdahale etmeme... suyun içine düşmüş bir buz parçası gibi, kendimize rağmen kendi kendimizi erimeye salmak..”[10] demektir. Bu insanın yok olması, küçülmesi, eşya ve varlık karşısında gözle görülemeyecek kadar muattal kalması demektir. Halbuki, “.. var olmak için insan özünün mutlaka gerilimde olması şarttır..”[11]

Egoist insan, toplumu ve genel insanlık adına hareketsiz ve aksiyonsuz insandır. Onun şahsî ağırlıkları fazladır. Bu insan, insanın kainatla samimi ve gelişken ilişkisini kuramaz. Toplum ve insanlık adına fedâkârlıklarda bulunamaz. O, kendini suya bırakmış, erimeye salmış bir buz parçasıdır...

Gülen, düşünceyi “bir iç aksiyon” olarak tanımlamaktadır. Buna göre ideal insan, hem düşünce olarak, hem de tavır olarak aktif olmalıdır. Oysa modernite daha pasif bir insan üretmiştir. Şahsî ağırlıkları ile hareket kabiliyeti zayıf ve hantal, bencil bir insan inşâ etmiştir. Bu insandan siz, din, kültür ve medeniyetler arası diyalog, hoşgörü ve uzlaşı gibi büyük ve ağır bir yükü taşıyabilecek bir istidât bekleyemezsiniz. Bu yükü omuzlayacak insanlar, fedâkâr, diğergâm ve samimi olmalıdır. Mevlânâ gibi,  Yunus gibi, H. Bektaş‑ı Veli gibi yufka ve mangal yürekli insanlar olmalıdır. Vurmaya, kırmaya, yıkmaya gelen insanlar dahi onda dirilmeli, kendi insanî temellerini bulabilmelidir. Bu yüzden Gülen’in, diyalog ve hoşgörünün temeline yerleştirdiği insan, hem düşünce olarak, hem de tavır olarak daima müsbet hareket etmelidir. Güdülerle, tepkilerle, iç ve dış reflekslerle hareket etmemelidir. Yıkıcı değil, yapıcı olmalıdır.

Diğer taraftan böyle bir insan, çilekeş olmalıdır. Yalnızca basit dindarlıkla, kendi kuytusunda sâde varolmakla ve kendini toplumsal akışa bırakmakla üstesinden gelinebilecek bir şey değildir bu. Aksiyon ve disiplin, yaşamak ve yaşatmak ién şarttır. Gülen’e göre böylesi bir çile, ancak ilâhî aşka sahip olanların göğüsleyebileceği bir şeydir. E. Özdalga’nın da dediği gibi, Gülen’in modeli, çileci bir modeldir. Önü ve arkası sonsuza kadar açık bir modeldir. Ne manevî aşkınlığın, ne maddî fedâkârlığın, ne de diğergâmlığın bir sınırı vardır. Hepsi sonsuza açılır. Toplum adına, insanlık adına, ilâhî aşk adına ne yapsanız azdır. Bu bir adanmışlık destanıdır. Yeryüzüne mîrasçı olabilme mes’uliyetinin yüklediği bir mes’uliyet anlayışıdır.

Sosyal bilimci bir analiz, hem diyalog ve hoşgörü hareketini, hem de Gülen’in teşvikiyle farklı coğrafyalarda açılan eğitim kurumlarını, moderniteyi sorgulayan bir girişim olarak yorumlayabilir. Kısmen doğruluk içerse de böyle bir analiz, Gülen’in teşvik ettiği eğitim ve diyalog hareketi hakkında dar ufuklu bir yorum ortaya koyar. Evet, modernite özellikle iki alanda büyük tahripler yaptı. Biri insan, diğeri de eğitim. Zaten Batı’da da modernite bu açılardan sorgulanıyor. Diğer taraftan modernitenin getirdiği belki en kapsamlı olgu küreselleşmedir. O da iki açıdan insanlık adına ciddî tehdit oluşturuyor; ilk olarak maddeciliği, egoizmi, aşırı bireyciliği ve çıkar güdülerini yaygınlaştırıyor. İkinci olarak da her açıdan kapsamlı imha araçları ve silahlarını kullanmayı kolaylaştırıyor. Bu da son on yıldır ciddî olarak tartışılan medeniyetler çatışması ve teorilerini cesaretlendiriyor. Bu gelişmeler her yerde sorgulanıp, tartışılıyor şüphesiz. Ancak müsbet anlamda ve geniş kapsamlı bir hareket olarak eyleme dönüştürülemiyor. İşte M. Fethullah Gülen belki de bu genişlikte ilk defa bir diyalog hareketi başlatmıştır. Ve ısrarla suların ısınmakta olduğuna, iyi ve karşılıklı saygı temelinde aciliyetle ilişkiler geliştirilmezse, insanlığı büyük bir yıkım beklediğine dikkat çekmektedir. Bir kısım çevreler kasıtlı veya değil, medeniyetler arası küresel bir çatışmayı sürekli dillerine dolamaktadırlar. Huntington kitabını yazınca büyük bir tartışma başlattı. Dünyanın değişik coğrafyalarına mensup binlerce düşünür, entelektüel ve sosyal bilimci tarafından şiddetle eleştirildi. Bazılarınca çatışma yandaşlarına ve yıkıcı güce sahip olanlara çanak tutmakla suçlandı. Öyle ya da böyle medeniyetler arası çatışma miti, son onlu yıllara damgasını vuran en kapsamlı ve köklü küresel bir tartışma idi. Yankıları ve uluslararası siyasal ilişkilerdeki etkileri hâlâ sürüyor. Böyle kapıda acil bir tehdit bağlamında okunduğunda, şüphesiz Gülen’in başlattığı dinler ve medeniyetler arası diyalogun önemi daha da büyümektedir. Ama uzun vâdede diyalogun etkileri daha geniş bir kitlesel dalgalanmaya neden olacaktır. Elbette diyalog hareketi ve dinamikleri tartışmasız ortodoksi ilkeler sunmuyor. Bunlar farklı kesimlerce ve farklı bilgisel, kültürel ve ideolojik temellere sahip bilim ve düşünce adamları tarafından tartışılacaktır. Zaten her toplantı belli hakikatleri tartışan hararetli bir ilişki temeli sunmaktadır. Ama sonuçta herkes, diyalog ve hoşgörünün ortak duygular temelinde, gelecekte yaşanabilir bir toplum ve insan modeli üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyor. Sosyal bilimci bir tavır, ister olayı bir modernite sorgulaması olarak, isterse geniş, esnek ve yumuşak dokulu sosyal bir proje olarak alsın, sonuçta bu, insanlık adına olumlu bir girişimdir.

Diğer taraftan belki bundan daha önemli bir husus, M. Fethullah Gülen’in yalnızca düşünsel tartışmaların yapıldığı elit bir platformu teşvik ediyor olması değil, aynı zamanda yurt içinde ve yurt dışında yüzlerce eğitim müessesesiyle de bizzat bu projeyi sosyal hayatın içinde tatbik ediyor oluşudur. Buralarda da hem diyalog ve hoşgörünün sosyal temellerini atıyor, hem de çağdaş medeniyetin en köklü problemi olan model insan eksikliğine cevap vermeye gayret ediyor. Gülen bu okullarda geleceğin yükünü taşıyacak olgunluğa sahip insan modelini üretmeye çalışıyor. Yani olay yalnızca bir modernite ya da post‑modernite sorgulaması modeli değildir. Sorgulama ameliyesi, farklı fikir kulüplerine ve farklı metodolojik temellere sahip düşünür ve aydınlarca yürütülen elit bir hamledir. Onlar bir değişim ve dönüşüm problemini hareretle dile getiriyorlar. Modernitenin yıkıcı unsurlarını ve insanlığı tehdit eden temellerini hassasiyetle sorguluyorlar. Ancak elbette bu sorgulama insanlığın geleceğine ilişkin kaygılar açısından yeterli değildir. Gülen’in yaptığı gibi sosyal ve eğitim merkezli bir projeye de dönüşebilmelidir ki, yaşama şansı bulsun. Unutmayalım ki yalnızca tartışma kaygıları bizi gelecek ve tarih karşısında sorumluluktan kurtarmayacaktır.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kozadan Kelebeğe 3, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay. s. 55.
[2] a.g.e. s. 87.
[3] Pietizm: Kişisel ahlâk ve duyguyu dindarlığın temel öğesi sayan söylemdir. Pietizm’in çıkış noktası, ilahî takdir öğretisidir. Bkz.: Max Weber, Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Aruoba, Hil yayınları, İstanbul 1985, s. 103.
[4] Bkz.: Eyüp Can, Ufuk Turu, s. 35; Hulusi Turgut, Nur Hareketi, Sabah Gazetesi, 15.Ocak.1997; Fasıldan Fasıla, 2/53; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 115; Prizma, 3/72-73; www.herkul.org, Kırık Testi, “Meçhul Kahramanlar”, 18.Nisan.2005.
[5] Bkz.: M. Fethullah Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s. 87, 137; Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 22; Günler Baharı Soluklarken, s. 81; Yeşeren Düşünceler, s. 103; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 76, 113, 119, 143; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 6, 55, 100; Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 38, 116; Kendi Dünyamıza Doğru, s. 27, 70, 112.
[6] M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 52-55.
[7] Bkz.: M. Fethullah Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 75, 213; Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 114, 119.
[8] Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 117; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 122; Yeşeren Düşünceler, s. 156; Kendi Dünyamıza Doğru, s. 50; İslam Dünyası, Sızıntı, Mart-2004.
[9] M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 62.
[10] Aynı yer.
[11] Aynı yer.


Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu