Koşarken Ölmeli!

Soru: Kendini yeterli görme hususunda mü'mince düşünce tarzı nasıl olmalıdır?

Hakiki mü'min, Allah'ın rahmet ve inayeti sayesinde her türlü zorluğun altından kalkabileceğine inanmakla beraber fıtrat itibarıyla diğer insanlara muhtaç olduğunu ve insanî yanlarının ancak çevresinin desteğiyle ortaya çıkacağını daha baştan kabul eder ve hiçbir zaman, hiçbir açıdan kendisini yeterli görmez. O, bir iş ya da makam teklif edildiğinde hemen ileri atılmaz, o yere kendisinden daha ehil kimselerin olup olmadığına bakar ve şayet böyle birini görürse bir adım geriye çekilip onu işaret eder.

Bulunduğu konumun hakkını verdiğine hiç inanmaz; sürekli daha verimli olabilmenin yollarını araştırır. Mevcut bilgi birikimiyle yetinmez; okuyup öğrenmeyi mezara kadar sürecek olan bir vazife bilir ve yeni marifet ufuklarına ulaşma gayretinden asla dûr olmaz. Özellikle de, Allah'a yaklaşma mevzuunda durumunu kat'iyen yeterli saymaz, kurb (yakınlık) adına kat'ettiği mesafeleri kâfi görmez ve her zaman dergâh-ı ilâhîye daha yakın olma cehdinde bulunur. Evet, mü'min kendini yeterli görmeyen ve “Hel min mezîd – Daha yok mu?” deyip her meselede daha iyiyi, daha güzeli arayan bir kuldur.

“İlle de Ben!” Deme Faziletsizliği

Bu açıdan, mesela, hayatî bir müessesenin, bir bakanlığın ya da devletin başına aday gösterilen bir insan, eğer karakterli, samimi ve millete vefalı biri ise, hemen etrafına bakınıp alternatiflerinin olup olmadığını araştırır. Şayet, o vazifeye kendisinden daha ehil birini görürse, gönül rahatlığıyla “Her işi ehline teslim etmek lazım; bu işin ehli de falandır; gidin ve bu makamı ona teklif edin!” der. İşte, mü'mince tavır ve davranış budur ve bu, o insandaki faziletin ifadesidir.

Karakterli insan “İlle de ben!” diyerek şeytanî hırıltılar çıkarmaktan uzaktır. O, zirveye çıkmak için lobi faaliyetleri yapmayı, başkalarının ayağını kaydırmayı, türlü türlü entrikalara başvurmayı aklından bile geçirmez. Makam ve mevki teklif edildiğinde önce kendisini düşünmeyi dahi bir faziletsizlik sayar; hemen irkilir, kendine gelir ve çevresinde liyakat sahibi insan arar. Hatta, kendi zaaflarını masaya yatırır; bazen aniden sinirlendiğini, fevrî hareketler sergilediğini, zaman zaman içinde bulunduğu heyete ters düştüğünü ve bu türlü tavırlarından dolayı bazılarını rahatsız edebileceğini düşünür; düşünür ve kendisine göre, daha sakin davranan, daha aklî ve mantıkî hareket eden, hislerinin esiri olmayan ve genel tavırları açısından beraber çalıştığı kimselere hep huzur bahşeden bir insan araştırır; hem ufku, hem bilgisi, hem zamanı iyi okuması ve dünyayı tanıması itibarıyla daha liyakatli gördüğü o insanın önünü açmaya ve onu zirveye taşımaya uğraşır.

Bu faziletli davranış, iman ve Kur'an hizmetinde bulunanlar için de vazgeçilmez bir esastır. Bugün, dar dairede bile olsa değişik pâyelerle ve farklı farklı makamlarla karşı karşıya kalan insanların da, İhlas Risalesi'nde dile getirilen “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz!” düsturuna göre hareket etmeleri lazımdır. Hatta, imana dair bir hakikati muhtaç bir mü'mine bildirmek gibi en zararsız bir işi bile “Bu benden daha ihlaslı ve daha liyakatlidir; söz hakkı onundur” deyip başkasına bırakmak Kur'an talebesinin şiarı olmalıdır. O ancak, vazife sahipsiz kalmışsa ortaya çıkıp işte o zaman o işi üstlenmeli ve mesuliyetinin gereğini yapmalıdır.

Hüsrana Uğramamanın Şartı

Diğer taraftan; Allah Teâlâ insanı –eskilerin ifadesiyle– medeni-i bittab' olarak yaratmıştır; yani insan, yaratılış itibarıyla sosyal bir varlıktır; onun tabiatı beraber yaşamaya, iyi huylu, kibar ve faziletli olmaya açıktır. İnsanın, insânî yanlarının ve derinliklerinin ortaya çıkması ancak çevresinin desteğiyle olur; o başka insanlarla el ele verdiği ve onların faziletlerinden de istifade ettiği sürece kendi kemalât ufkuna yürür. İnsan, kendisini çadırın orta direği görse bile, bilmelidir ki, kenarlardaki kazıklar olmadıktan sonra o çadırı yerinde tutmak mümkün değildir. Bu itibarla da, onun, belli ölçüde de olsa, çevresindeki kimselerin kabiliyetlerine, istidatlarına, onların üretecekleri fikirlere ve onlarla beraber yaşayacağı beyin fırtınalarına ihtiyacı vardır.

Kendisini çevresinden müstağnî gören, “Ben kendime yeterim; benim kimseye ihtiyacım yok!” diyen bir insan boşlukta yürüyor demektir. Halkın onun hakkında takdir ettiği izâfî bir karizmaya takılıp kendine bambaşka bir pâye biçen, kimsenin fikrine ihtiyaç hissetmeyen ve kendi kendine kararlar vererek asıp kesen biri faziletsizin ta kendisidir. İş ve plânlarında kendi fikirleriyle yetinen ve hatta onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışan böyle kimseler, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler; dahası onlar, üst üste fiyaskolar yaşayıp her meselede kaybetmeye mahkumdurlar.

En akıllı insan, başkalarının düşüncelerine en çok saygılı olan, onlardan en çok yararlanan ve herhangi bir konuda doğruya ulaşmak için mutlaka bir başkasının görüşüne de başvuran insandır. Aslında, bugüne kadar bu hususu görmezlikten gelen veya gözardı eden hiçbir toplum iflah olmamıştır. Zaten Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) de ümmetin kurtuluşunu ve geleceğe yürümesini, “İstişârede bulunan asla kaybetmez.” sözüyle meşverete (fikir alış-verişine) bağlamıştır. Ayrıca, akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli olan ve aslında başkasına danışmaya ihtiyâcı bulunmayan Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) Efendimiz, hayatını vahyin aydınlığında sürdürüyor olmasına rağmen, meşveretle memur olduğunu her vesileyle ortaya koymuş ve her meseleyi istişareye sunmuştur. Demek ki, herhangi bir müessesenin başındaki insan, Allah tarafından müeyyed olup sürekli ilhamla beslense de, yine istişâre etme mecburiyetindedir.

Daha önce de arz ettiğim gibi; İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadis-i şerifte, “Allah Teâlâ bir idareciye merhamet buyurursa, ona, kendisini eğrilikten alıkoyacak, doğruluğa sevkedebilecek iyi vezirler (danışmanlar) ihsan eder.” demiştir. Evet, baştaki insan, ister devlet reisi, ister meclis başkanı, ister hükümet lideri, ister ordu komutanı, isterse de adliye ya da mülkiyenin herhangi bir biriminin başındaki idareci olsun –ne seviyede olursa olsun– şayet Allah ona merhamet buyurmuşsa, kendisini muhtemel yanlışlar karşısında uyaracak ve doğrulara yönlendirecek hiç olmazsa iki tane müsteşarla lütuflandırır, hasbî iki danışmanla te'yit eder. Bir idareciye, Allah'ın en büyük ihsanı, yanlış yola meylettiği zaman tıpkı bir kıblenümâ gibi kendisine doğruyu gösterecek iki yâr-ı vefâdar lütuf buyurmasıdır. Herhangi bir şahsî çıkar gözetmeyen, kendi adına gizli hesaplar peşine düşmeyen, beklentilerinin tutsağı olmayan ve durduğu yerde sadece milletin menfaatleri hesabına duran danışmanlardan mahrum bir idareci bedbahttır ve onun hüsrandan, hizlandan kurtulması kat'iyen mümkün değildir.

İçtihad ve Kollektif Şuur

Aslında, sadece idare ile alakalı meselelerde değil, bütün problemlerin çözümünde istişare ve kollektif şuur çok önemlidir. Mesela, içtihad mevzuu değişik münasebetlerle gündeme gelen bir meseledir ve bana göre içtihad kapısı –Nur Müellifi'nin de ifade ettiği gibi– her zaman açıktır; fakat, o kapıdan içeri girebilmenin belli dönemlerde belli manileri söz konusudur. Evet, o kapıyı kimse kapamamıştır; ehliyetsiz kimselerin, hevalarını hüda göstermelerini engellemek ve dini kendi heveslerine göre yorumlamalarına meydan vermemek için bazı alimler bu meseleye temkinli yaklaşmış olsalar da, aslında o kapı açıktır ve sadece nâehillerin yüzüne kapanmıştır.

Günümüzde insanlar oldukça lâubâlîdir ve dinin zaruriyatı ayaklar altındadır; fikirler ve kalbler bir hayli dağınık, zihinler de maneviyata yabancıdır. İnsanların çoğunun, hayatı İslamî çerçevede sürdürme konusunda herhangi bir cehd ü gayreti yoktur. Artık, –maalesef– din ve diyanet, insanların birinci meselesi değildir; “olsa da olur, olmasa da” şeklinde ele alınmaktadır. İşte, içtihad kapısı açık olsa bile, böyle bir atmosferde, hakkını vererek o dinamiği kullanacak kimselerin çıkması oldukça zordur.

Dolayısıyla, bugün içtihada ihtiyaç duyulan meselelerin halledilmesi de ancak kollektif şuurla mümkün olacaktır. Sahasının uzmanı şahıslardan meydana gelecek olan bir heyet böyle bir içtihadı –Allah'ın izni ve inayetiyle– gerçekleştirmiş ve böylelikle bir kişinin üstesinden gelemeyeceği bu ağır yük cemaatin omuzlarına yüklenmiş olacaktır. Evet, bundan sonra, istihraçlar, istinbatlar ve içtihadlar hep o işin uzmanı insanların bir araya gelmeleri neticesinde kollektif şuurla yapılacaktır.

Bu açıdan da, ilim ve bilgi birikimi itibarıyla da bir mü'minin kendini yeterli görmesi ve “Artık ben kendime yeterim” şeklinde düşünmesi mümkün değildir. Hatta, dinî ilimlerle uğraşan kimselerin, “Şu kitapları okuduk, şimdi de bunları mütalaa ediyoruz; bu atmosferin bize ilham ettiği şeyler istikametinde fikir alış-verişinde bulunuyoruz.” deyip sadece o birkaç saatlik ve birkaç senelik okumayı yeterli görmeleri onlar adına büyük bir aldanmışlık sayılır. Zira, ilim tâlibi de “hel min mezîd” kahramanı olmalı, kendisini asla yeterli görmemeli; okuma ve başkalarının yüksek fikirlerinden istifade etme kulvarında bir ömür boyu sürekli koşmalıdır.

Dahası, ilim, insanı salih amele sevketmelidir; çünkü, öğrenmek ve bilmek, insanı Allah'a yaklaştırdığı ölçüde bir kıymet ifade etmektedir. İnsan, öğrendiği her meseleyi elden geldiğince pratiğe dökmeli ve onunla Allah'a bir adım daha yaklaşmanın yollarını aramalıdır. Nitekim, Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), “Kim ilim bakımından ilerledikçe zühd hayatı açısından da mesafe kat'etmezse, onun sadece Allah'tan uzaklığı artar; yani, öğrendiği onca hakikate rağmen, dünyaya rağbet etmekten ve nefsâni arzularına göre yaşamaktan vazgeçmeyen bir insan Allah'tan uzaklaştıkça uzaklaşır.” buyurmuştur.

Koşarken Ölmeli!...

Evet, kendini yeterli görmeyen bir mü'min, Allah'ın bahşettiği imkanları yine O'nun yolunda kullanıp ebedîleştirmek için gecesi-gündüzüyle hayatının her anını en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır.. rıza-yı ilahî için koştururken bazen evinin yolunu unutur; kimi zaman çocuklarının simasını zor hatırlayacak hale gelir.. gelir ve sürekli salih bir amel peşinde koşar. Benim hayallerimi süsleyen Kur'an talebesi de hizmete giderken solukları tükenen, koşarken kalbi duran ve yatakta değil yolda ölen bahtiyardır. Böyle birinin vefat haberini duysam, gözlerim dolar, hicranla gözyaşı dökerim onun ardından; fakat, aynı zamanda o gözyaşları benim takdir hislerimin de ifadesi olur. Çünkü, hakikî Kur'an talebesi, kalbinin durduğunun farkına varamayacak şekilde bir küheylan gibi koşan ve kendini adadığı dava uğrunda bir vazifeye giderken yolda son nefesini veren insandır.

İşte, böyle bahtiyar bir ruh, yapıp ettikleriyle asla yetinmez; o güne kadarki koşuşunu, hareketlerini, yaptığı işleri ve vesile olduğu onca güzellikleri kâfi saymaz. Allah'ın bahşettiği imkanları tam olarak değerlendirememiş olmanın endişelerini taşır. Yaptıklarını unutup yapabileceklerine yönelir ve “Daha yok mu?” deyip yeni vazifelerin altına girmeye âmâde bulunur. Samimiyet ve faziletin remzi böyle bir insan, ne kabiliyetleriyle, ne aklıyla, ne mantığıyla, ne ortaya koyduğu eserleriyle ve ne fütühatlarıyla... kendisini asla yeterli görmez.

Şunu da unutmamak lazımdır ki, iradenin mevcudiyetini kabul etmek, onun hakkını verme azmi, cehdi ve gayreti içinde bulunmak ve Allah'ın verdiği o temayülü sonuna kadar kullanmak başka bir meseledir; insanın kendine güvenmesi, kendini her şeye yeterli görmesi ve Allah'a ait bir vasıfla kendisini vasfetmesi daha başka bir meseledir.

Hakiki mü'min, bir yandan, Cenâb-ı Hakk'ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allahım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der. Nefsine değil, Cenâb-ı Hakk'a güvenir. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah'ı bilir. Onun güven ve itimâdı sadece Allah'adır.

Gerçekten inanan insan, “Rabbenâ aleyke tevekkelnâ ve ileyke enebnâ ve ileyke'l-masîr” der; “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir; –hâşâ– tavır ve davranışlarıyla da olsa, “Aleyye tevekkeltü ve aleyye enebtü...” deme ve “Kendi kendime güvenip dayandım, zâtî güç ve kuvvetime yöneldim!...” şeklinde Firavunca bir iddiada bulunma gaflet ve dalaletine düşmez. Çünkü, böyle bir iddia ve kendini yeterli görme, bir yönüyle Allah'a karşı muarazanın ifadesidir.

 


herkul.org, 17.04.2006

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu