Âmennâ veya Eslemnâ

Soru: Kur’an’da “Âmennâ degil eslemnâ deyin” ifadesi bizim için de geçerli mi?

Cevap: Hucurat suresi 14. ayette bedevi Araplara hitaben Allah Rasulu (sallallahü aleyhi vesellem)’in bir beyanı nazara verilir. İnsanlığın İftihar Tablosu “iman ettik” diyen bedevilere ayetin diliyle der ki;

“Siz iman etmediniz, lakin siz İslam olduk, inkiyad ettik deyin.” Bu ayetin hemen her ayet gibi bize de bakan yönleri vardır. Ama ona geçmeden önce bedevilere yani çöllerde yaşayan insanlara bu hitabın neden yapıldığını bir iki cümle ile izah edelim: Kanaatime göre bu ayetin nazil olduğu ve Efendimiz ile mezkur muhaverenin geçtiği dönemde bedeviler daha dün denilebilecek kadar kısa bir zaman dilimi öncesi müslüman olmuş ve iman adına hiçbir şeyi derinlemesine duymamışlardı. Bundan daha önemlisi onlar iman etmişlerdi fakat onu çeşitli nedenlerle içlerine sindirememişlerdi. İşte bu seviyede imana sahip olan kişilerin iman ettik sözlerini Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) tashih etme lüzumunu duyuyor; duyuyor çünkü söz kalbe tercüman olmuyor. Bu seviyedeki bir insanın “âmennâ” demesi yalan söylemeye eşittir Kur’an’a ve Allah Rasulüne göre. Onun için tashih ediyor, “amennâ” değil “eslemnâ” deyin diyor. Yani “İslam olduk, inkiyad ettik.” Çünkü gerçek iman kalbte hissedilen, sahibini iz’ana ulaştıran imandır. O, insanın aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir hakikata inanması, kabullenmesidir. Hatta daha da ileri giderek onu tabiatının bir yanı, bir buudu haline getirmesi, sürekli sâlihatla beslemesi demektir. Farklı bir zaviyeden iman, İslam ve ihsan birbirini tamamlayan üç unsurdur. Gerçi usulde öyle bir yaklaşım yok ama iman bir mü’min için zaruriyattan (mutlaka olması gereken, olmazsa olmaz şartlardan) ise şayet, amel-i salih hâciyat (zaruriyata göre daha geri plânda kalan ama olmasına ihtiyaç duyulan şartlar), ihsan da tekmiliyattandır (zaruriyat ve haciyattan sonra gelen tamamlayıcı, kemale erdirici hususlar). Onun için bence üçünün iman mefhumu çerçevesinde ele alınması gerekir.
Ayetin bize bakan yönüne gelince; çoklarımız ne anlama geldiğini dahi hesap etmeden tıpkı 15 asır öncesinin bedevileri gibi ulu orta “âmennâ - iman ettik” diyoruz. Halbuki bizler etrafımızdaki hemen herkesin âmennâ dediği bir muhitte neş’et ettik. Kültürümüzün bir parçasıydı iman ve onun gerekleri. Doğduğumuzda ilk duyduğumuz ses ezandı. İrademizle bir tercihte bulunmamıştık. Kendimizi bu işin göbeğinde bulduk. Bir kilisenin bahçesinde neş’et etseydik şimdi nerede olacağımız az-çok belliydi.

Bununla beraber biz inandığımız esasları analiz etmedik ve etmiyoruz. Olduğu gibi, baba ve dedelerimizden gördüğümüz şekliyle hayatımıza geçiriyoruz. En azından kâhir ekseriyetimiz böyle. Muhal-farz inandığımız, inancımızın gereği hayata tatbik ettiğimiz seylerde yanlışlar varsa, onları bile devam ettiriyoruz biz. Tashih edilmesi gerekli olan şeyler var ama farkında dahi değiliz. Bu yanlışlar konusunda belki de anne-babamızın ve muhitimizin tesirinde kalarak böyle tercihte bulunduk. İşin aslı tercihde dahi bulunmadık, onlar çektiler bizi işin içine. Halbuki iman, İslam ve ihsanın insan iradesinin ürünü olması lazım. İşte meseleye böyle yaklaşırsak söz konusu ayet hepimize hitap ediyor; “İman ettik demeyin, İslam olduk deyin” diyor. Çünkü iman taklidî seviyeden tahkike çıkmamış, analize tâbi tutulmamış. İradenin hakkı verilerek şuurlu bir tercihin ürünü değil. Selef-i salihin bu türlü bir imanın makbul olup-olmadığı konusunda uzun boylu münazara ve münakaşalar yapmış, mukallidin imanı kabul edilir mi edilmez mi sorusuna cevap aramışlardır.

Meselenin kendimize değil, başkalarına bakan yönö ise şudur; bizler peygamber değiliz; insanların içlerini de bilemiyoruz. Ne iyilikleri hakkında, ne kötülükleri hakkında kesin hüküm vermemiz doğru olmaz. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi vesellem birisi hakkında sahabinin “O iman etmemişti” demesine karşılık çok kızmış ve “Nereden biliyorsun, yarıp kalbine mi baktın?” buyurmuştu. Bir başkasının, Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem)’in de çok sevdiği Osman b. Maz’un için söylediği “Ne mutlu sana, Cennet’e gidiyorsun.” sözünü duyduğunda, “Ne biliyorsun? Ben Allah’ın peygamberi olduğum halde bilmiyorum, sen nereden biliyorsun?” demiştir. Bu iki misal bizim insanların imanını bilip-bilmeme veya imanları hakkında söz söyleyip-söylememe mevzuunda bir sınırlandırma getiriyor. Dolayısıyla hüküm veremeyiz biz. Onun için İslam dinine açık bir kültür ortamında neş’et etmiş, iradesiyle kendini bu işte bulmamış, bir tercihte bulunmamış kişilere dahi olsa “Siz âmennâ demeyin, eslemnâ deyin.” dersek saygısızlık yapmış oluruz.

Ama iman ettiği halde bir türlü levsiyattan çıkamayan kişilere özel olarak ve tamamıyla uyarı mahiyetinde “Sen âmennâ ufkuna ulaşamamışın, tevhide ayağını basamamışın, beyhude âmennâ deme, senin demen gerekli olan şey eslemnâdır.” demek mahzursuz sayılabilir. Tabii bu herkes için geçerli değildir.

Bununla beraber şu mülahazanın daha doğru olduğuna inanıyorum; “Başkaları beni alakadar etmez. Ben kendime bakmalıyım. İhtimal ben de Kur’an’ın ezelî ve ebedî hitabında yer alan “eslemnâ” deyip de “âmennâ” diyemeyecek insanlar içindeyim. Çünkü ben Allah’ın mü’mini, peygamberin mü’mini olmaktan daha ziyade annemin-babamın ve çevremin mü’miniyim. Babam bana imanı, ameli telkin ediyordu. Yeri geldiğinde zorluyordu. Annem beni zorla namaza kaldırıyordu. Ben iman konusunda kendi tercihlerimin gerektirdiği şekilde derinliğe ulaşamadım. Bu sebeple amellerimin bir yanında yalanın bulunduğu, bulunabileceği endişesini taşıyorum.”

Benimle bu mülahazayı paylaşan dostlarım kendileri hakkında aynen benim gibi düşünebilirler. Fakat başkalarını adına böyle diyemezler, dememeliler.

TAKINTI

İnsan çoğu zaman üzerinde durulmaması gereken, kâle alınmaması gereken şeylere takılıyor ve kaybediyor. Mesela bir insan namaz, oruç, hac ve zekat ile yükseliyor, yükseliyor. Fakat kendisini çileden çıkartan bir hâdise karşısında takılıyor ve bütün kinini, gayzını bir anda ortaya koyuyor. Halbuki o hâdise karşısında gayzını tutabilseydi namaz, oruc, hac ve zekatla elde ettiği yüksekliklerden daha yükseklere çıkabilirdi.

Evet insan dişini sıkabilirse, kendindeki negatif enerjiyi pozitif yapabilirse, elde edeceği güçle füze süratinden daha aşkın bir hızla evc-i kemale vasıl olabilir. Aklı çok ileri bir dialektiğe, cerbezeye sahip olan birisi, aklını arkadaşlarına galebe çalmak için değil de hak ve hakikat adına kullanabilirse, kendisi için bir anlamda şerr-i cüz’î olan o aklını iradesiyle hayr-ı küllîye çevirmiş demektir.

Farz-ı muhal deyip isterseniz bir misal vereyim sizlere; Allah “Seni hiçbir hâdise karşısında zaaf göstermeyecek şekilde yaratayım mı?” deseydi, ben Rabbime “Rabbim! Beni şu anda yarattığın gibi yarat.” derdim. “Alabildiğine taşkınlıklarım olsun, ama neticede Sana, sadece Sana râm olayım. Bana irade ver ki o iradenin kemendi ile Sana yükseleyim. Çünkü senin zaaftan uzak meleklerin var, ruhanî varlıkların var. Ama ben insan olmak istiyorum.”

Evet, insan olmanın gereği içimde çok ciddi taşkınlıklar var, beni harab ediyor onlar. Ama ben bu harabiyet içinde iradenin gücüyle Allah’ın muradına varabiliyorsam, Cenab-ı Hak bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim. Çünkü olandan daha güzeli yoktur. Cenab-ı Hak olanın en güzelini yaratmıştır. Öyleyse şöyle düşünmeli insan; Allah’ın bana verdiği her şeye razı olmanın yanında, bana düşen, bütün negatif yönlerimi, zaaflarımı, günahlarımı aşarak, yanlış tavırların esiri olmadan Cenab-ı Hakk’a tam manasıyla râm olabilmemdir. Melek gibi değil insan olarak yaratıp Allah benimle farklı bir espri ortaya koymuştur ve böylece benimle farklı bir şey yapmayı murad buyurmaktadır. Yeter ki ben zaaflarımın, boşluklarımın zebunu olmayıp onları aşmasını bileyim.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu