Kur'an ve Sünnet Perspektifinde Diyalog - Genç Adam

Bediüzzaman Said Nursi Hakkında İddialara Cevaplar -2

ÖR20:

- Risale-i Nur adeta hz.musa nın asası gibi nereye vursa su çıkartıyor…

Bu ifade çok defa nurlar da geçer ve izahi bir çok defa yapılmıştır. Nasılki Hz. Musa asasını vurduğu

yerden suyu çıkarıyor. Nurlar da kâinatta baktırdığı her yerden iman nurunu çıkarıyor. Yani Allah’ın

varlık ve birlik delillerini gösteriyor. Bu teşbihten dolayı Nur külliyatında Allah’ın varlığını ispat eden

mevzuların toplandığı kitabın adı da Asayı Musa dır. Meselenin su çıkarmakla ilgisi yoktur burada

teşbih vardır. Ama maalesef iddiacı teşbihi anlayacak ince kavrayışa sahip degil.

 

ÖR21: Affet beni, ey affı büyük lütfü büyük Risale-i nur…ve benzeri ifadeler içeren şiire itiraz

edilmiş.

 

İnsanlar bir işi yanlış veya eksik yaptıklarında, muhataplarına “Affedersiniz, özür dilerim” gibi

ifadeler kullanır. Bu bir inceliktir. Bu söz ile “Gunahlarımı affet” manası arasında dağlar kadar fark

vardır. Çünkü Gunahları affedici olan Gaffar yalnız yüce Allah’tır. Ama madem iddiacının

muhakemesi bu kadar zayıf ikisini ayırt edemiyor o zaman hayatı boyunca hiç kimseye “Affedersiniz”

demesin. Çünkü bu söz ancak onu küfre sokabilir.

 

Hasan feyzi çokça şiirleri olan âlim ve şair bir zattır, yakın dönem Osmanlıca şiirlere çok güzel bir

örnek teşkil eden bu şiirdeki letafeti ve divan edebiyatının inceliklerini anlatmayı bu işin erbabına

havale etmek lazım. Eminim ki Mevlana da, Yunus Emre de, görülen Can, Yar, düğün günü gibi

kelimelerle anlatılan ilahi aşkı da anlamayıp şirk diyorlardır. Bu ham ve kaba fikirli insanların

nazarıyla bakılsa divan edebiyatında akidesi düzgün hiç kimse kalmaz. Söz sanatını, edebiyatı, teşbih

ve inceliği bunlara anlatmaya benim ilmim yeterli gelmeyeceğinden bu meselelerin izahını erbabı

olan edebiyatçılara havale ederim.

 

ÖR22: - Risale-i Nur'u gaye-i hayat edinen bir Nur Talebesi, yüz adam kuvvetinde olduğu ve yüz

nâsih kadar iman ve İslâmiyete hizmet ettiği, ehl-i hakikatça müsellem ve musaddaktır. Tarihçe-i Hayat (

163 )

 

Cümlesine itiraz edilmiş garib bir izah yapılmış. Burada ifade edildiği gibi bu eserleri okuyup

hayatlarının gayesi olarak bu eserle İslamiyet’e hizmeti gören bugün çok sayıda insan vardır. Bu

insanların yüz nâsih (yani nasihatçı anlamına gelir ki anlaşılmamış garip izahlara girilmiş)

İslamiyet’e hizmet ettiklerini ehli hakikat ifade etmektedirler.

“Ehli hakikatın şe’ni hakka taraftar olmaktır nefse değil.” diyeceğim ama bunu da anlamaz/yanlış

anlarlar diye korkuyorum. Bu iddiaların sahibi zatlar ehli hakikat olmadıklarından “hiçbir dünyevi

menfaat beklemeden, sırf rızayı ilahiye matuf, azami ihlas, azami takva ve azami derecede

sünneti seniyyeye muraatı esas alan Nur Talebelerini” anlamalarını beklemek onlara karşı

haksızlık olur.

 

ÖR23: O zaman o insaflı, adaletli zatlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler…

İfadesine itiraz edilmiş,”Bediüzzaman Tağuti (Allah’a karşı isyankar) Türkiye Cumhuriyetinin

kanunlarını ve buna göre hüküm veren mahkemenin kararını beğenmiştir“ diye suçlanmaktadır.

Bediüzzaman insanlara Allah’a kul olmayı öğütlediği için suçlanmış kendi evlatları gibi gördüğü ve

sevdiği talebeleriyle birlikte bir câni gibi Denizli de zindana atılmış, idam istemiyle mahkemeye verilmiş,

hakların da her gün gazetelerde “İdam edilecekler” diye haberler yapılarak aileleri dahi psikolojik

işkenceye maruz kalmış, on bir ay süren maddi manevi işkenceli bir esaretin ardından masumiyetleri

tasdik edilmiştir.

 

Özet olarak anlattığım bu süreçte Bediüzzaman “o insaflı mahkeme heyeti verdikleri kararla,

mahkemenin olması gerektiği gibi adaletli davrandılar” demiştir. Hem adliyenin adaletini gösterdiler

cümlesiyle de bu konuda kendisinin de başta şüpheli olduğunu ama verilen kararla adaletli davranıldığını

ifade etmektedir. O dönem mahkemelerinde adalet kisvesi altında büyük zulümler yapıldığı bugün çok

kimsenin malumudur. Burada beğenilen kanunlar değil, heyetin adâletli davranışıdır. Hem bir insan

idam istemiyle yargılandığı kanunu nasıl beğenir, böyle mantıksızlık olurmu? El insaf !! iddiacı

meseleyi maalesef muhakeme edemeyerek yine yanlış anlamıştır.

 

ÖR 24: Nurcular öldükten sonra risale-i nurlarla hesap vereceklerini sanıyorlar…iddiası.

“…münker ve nekire risale-i nur la cevap verdiklerini merhum kahraman şehit hafız ali…” ifadesine

itiraz etmiş.

 

Haşa sümme haşa. Risale-i nurla hesap vermek başkadır Risale-i nurla Cevap vermek başkadır. Yine

anlamamış (veya aldatmış) .

 

Nurlarla cevap vermek nasıl olur? Örnekle açıklayayım;

Sual : “Men Rabbüke ?” (Rabbin kimdir ?)

Cevap: “Benim Rabbim olan Allah o zattır ki, yedi kat semayı ve arzı ve içinde ki dört yüz bin

nevi mahlukatı nihayetsiz kudretiyle kabza-i tasarrufunda tutar, kemali rahmet ile bu hadsiz mahlukatını

rızıklandırır, ihtiyaçlarının tedbirini görür, kemal-i sühületle onları tedvir eder, lütüf ve inayetlerle onları

ferahlandırır... Bütün bu kudret ve rahmet tecellileri, rızıklandırmalar, tedbir ve tedvirler ve inayet ve

lütüflar ... adedince Allah’ı kusurlardan tenzih ederim. SubhanAllah” ... yer binler sayfayı geçer. Cenabı

hak bana ve sizlere böyle rabbini en güzel şekilde tanıyan ve tarif eden bir cevap nasip etsin. Âmin.

 

ÖR25: SAİD NURSİ’DEN AMERİKA YA ÖVGÜLER İDDİASI

…Halbuki, bütün dinlerin etba'ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski

Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım

kat'î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar. {Haşiye: İşte bu mezkûr davaya bir delil

şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya

kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur'anı mekteblerinde

ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve

İngiliz'in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur'an'ı İngiliz'e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve

Küre-i Arz'ın şimdiki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar

çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi

ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene

evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.} Hutbe-i Şamiye ( 23 - 24 )

Burada paragraf 1909 yılında yazılmış olan Şam emeviye camiinde verdiği hutbenin parçasıdır. Kısaca

akli muhakeme ile hiç kimsenin İslamiyet’ten çıkmadığını aksine diğer dinlerden hususen Hıristiyan olan

İngiliz ve Rusların tarihte bazı dönemlerde İslamiyet’e girdiğini ifade ediyor. Haşiye ile başlayan kısım

ise 45 sene sonraya bu hütbe matbaada basıldığı 1954 senesine aittir. Cereyan eden örnek hadiseler 1909

daki iddiayı destekler mahiyettedir.

 

İddiaya konu olan Amerika II. dünya savaşından galip çıkmıştır ve en kuvvetli devlettir. Yenidünya

düzeninde en büyük hasmı da Rusya’dır. Rusya dinsizliği esas alan Komünizm fikrini yayarak ve etkisine

aldığı ülkeleri kendisine katarak Dünyaya hâkim olmaya çalışmıştır. Haliyle Rusya’nın düşmanı olan

Amerika’da ”Düşmanımın Düşmanı, Dostumdur!” kaidesi ile hareket ederek dinsizliği yayan Rusya’ya

karşı özellikle İslam devletlerini desteklemiştir. Hatta Türkiye de çok partili sisteme geçiş, okullarda din

eğitimi verilmesine başlanması, kur’an kurslarının açılmasına müsaade edilmesi, imam hatiplerin açılması

vb. gibi İslamiyet namına atılmış güzel adımlar da Amerika’nın Türkiye ile imzaladığı ittifak

antlaşmalarına dayanarak yaptığı dayatmanın payı vardır. O dönem de İslamiyetten giderek uzaklaşan

Türkiye’nin kominizmin kanlı pençesine düşmesi çok yakın bir tehlike idi.

 

Bu tarihi gerçeklerden günümüze gelelim. Bediüzzaman’ın yaklaşık 60 yıl önce demiş ki Amerika’nın

aldığı bu vaziyet 45 yıl önceki sözüme delil olmuştur. Peki, meselenin bugünle olan ilgisini kuralım,

maalesef hiçbir ilgi kuramıyoruz. Çünkü yok. Bediüzzaman 52 yıl önce vefat etmiştir. O gün için bir

meseleye örnek olarak zikrettiği 5 devletten biri Amerika diye bugün Amerika’nın yeryüzünde döktüğü

kanları hoş görmüş, sempati ile bakmıştır demek, 52 yıl önce ölmüş birine bugün suç işledi demektir.

Madem iddiacı böyle antika bir mantığa sahip, olmuşken tam olsun Kızılderililerin, Mayaların da

katledilmelerini hoş görmüş, desteklemiş desin. Çünkü Bediüzzaman bugün dünyada olmadığı gibi o

günde dünyada değildi.

 

ÖR26:

-"Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki her halde

şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve

misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekat ve

hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde

müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Tarihçe-i Hayat

(499)

 

Kısa bir izah; Bediüzzaman bir kaç defa bu meseleye deyinmiştir ki Ruslar dinsizliğe dayanan

komünizmi esas alıp bütün kuvvetiyle semavi dinlere saldırıyor ( Sovyet Rusya da yıkılan ve mallarına el

konulan kilise ve camilerin sayısı binlercedir.) Müslümanlar ve Hıristiyanlar dinsizlik ortak

düşmanına karşı ittifak etmelidirler. Diye fikrini beyan etmiş ve hakikaten o dönemde böyle bir ittifak

sağlanmıştır. NATO ve benzeri yapılar bu dönemden kalma ittifaklardır. Ortak düşmana karşı bir uyarı

 

yapıyor diyor ki iki plan var. 1. Hıristiyan ve Müslüman ittifakını bozmaya çalışmak. 2.Dessas

düşmanımız olan Ruslar yoksul insanlara ezilmişlik edebiyatıyla yaklaşıp, sizinde zenginin malında

hakkınız var, hem zenginin malını fakire dağıtacağız gibi söylemleri ile propaganda yapıp onları kendi

safına çekmeye çalışıyorlar dikkat etmek lazım.

 

Hem o dönemde dönen dessas siyasetlere bir örnek olarak Nurlar da geçen bir hadise; Geçen sene Ruslar,

çoklukla hacıları hacca gönderip, onlar ile propaganda yapıp ki, Ruslar başka milletlerden ziyade

Kur'ana hürmetkâr diye, âlem-i İslâmı din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine

çevirmeğe çalıştığı aynı zamanda ….Şualar ( 378 )

 

İzah; O sene Ruslar diğer Müslüman ülkeleri Türkiye aleyhine çevirmek için çok sayıda hacıyı hacca

göndermiş ve bununla biz Türkiye den daha ziyade İslamiyet’e yakınız ve taraftarız mesajı vermişlerdir.

Malum uzunca bir dönem Türkiye den hacca gitmek yasaklanmışken bir zamanda zemzem getirmek

yasaklanmış getirenlerin zemzemleri döktürülmüştür ki Ruslar da bu hadiseleri fırsat bilip aleyhte

kullanmışlar her neyse.

 

Mesele devletlerarası siyasetle ilgilidir, Bediüzzaman da bu meselede İslamiyet namına fikrini beyan

etmiştir. “Düşmanımın düşmanı, düşman kaldıkça benim Dostumdur” sözü bu meseleyi

özetlemektedir.

 

Kimileri Misyoner kelimesine takıla bilir; Misyonerler Hıristiyanlar içindeki en dindar kesimdir ki

kendilerine göre hak gördükleri Hıristiyanlık dinini yaymak için her türlü fedakârlığı yapıp dünyanın

dört bir tarafında Tebliğ faaliyeti yürütürler. O dönemde Hıristiyanlığı Komünizme karşı müdafaaya

çalışanlar bu hamiyetli zatlar olmuştur. Ama pek de başarılı oldukları söylenemez. Çünkü

Hıristiyanlıktaki pek çok hurafeyi, materyalist felsefeye dayanan komünizme karşı savunamamış

yenilmişlerdir. Bu yüzden o dönemde Müslümanlara kuvvet vererek desteklemeye çalışmışlardır.

 

Ör27: BIYIĞI SAKALA TERCİH ETME MEVZUSU…

Sakal meselesi: Öncelikle bu bir sünnettir farz değildir. Dileyen sakal bırakır mükâfatını alır dileyen

bırakmaz sevaptan mahrum kalır ama günahkâr olmaz. Sadece âlimlere, hocalara da mahsus değil herkese

sünnettir. Bu milletin yüzde doksanı sakalsızdır. Bunun önemli bir sebebi kılık kıyafet yönetmelikleriyle

sakalın yasaklanmış olmasıdır. Hem sakalı bıraktıktan sonra kesmekte haram olduğundan askerlik,

memuriyet gibi nedenlerle kesmek zorunda kalacağı da malum olduğundan pek çok kişi çekinmektedir.

“Bir şey tamamıyla elde edilemezse de tamamıyla terk edilmez” bir kaidedir. Yani “Bazı namazlarını

kaçıran adama ya tam beş vakit kıl ya da tamamıyla terk et” veya “Namaz kılmayan adama o zaman

orucu tutmayı da terk et” denilmez bu doğru değildir.

 

Resulullah sakalla birlikte bıyık da bırakmıştır ve sünnettir. Resulullah’ın sakalını bırakamayıp bıyığını

bırakan adama o zaman bıyığı da bırakma denilmez. Hem ”bazı âlimler sakal ve bıyığı birlikte kesmek

(kadınlara benzeyeceğinden) mekruhtur” demişlerdir.

 

“Bediüzzaman’ın bıyığını Resulullah (sav) ’ın sakalına tercih ediyorlar” demek ise tam bir cerbezedir.

Aldatmaktır. Hadi diyelim ki; bıyık bırakmak sünnet değil. Peki bıyık bırakmak haram mı dır?

Cevap : Degil. Mekruhmudur ? Cevap: Değil. Çünkü yasaklandığına dair hiçbir ayet ve hadis yoktur.

O zaman bıyık bırakan bunca insan ne diye suçlanıyor? Cevap: Aslında bıyık bırakmak falan bahane

insanlar Bediüzzamanı sevmekle suçlanıyor.

 

Ör28: KUŞLAR, ÇEKİRGELER VB. HAYVANLARIN VE BAZI OLAYLARIN RİSALE-İ

NURLA ALAKADAR OLMALARI MEVZUSU;

Risale-i nur dan tam bir tevhid dersi almış kişi bilir ki; kainattaki bütün sebepler bir perdedir, En

küçükten en büyüğe kadar bütün hadiselerde hakiki tasarruf eden kudreti ilahiye dir. Bütün hadiseler

doğrudan doruya külli irade denen Cenab-ı hakkın iradesiyle olur. Ve yapan bileceğine göre en küçük bir

atomdan en büyük bir galaksiye kadar her şeyin bütün zaman ve mekanlar da aldığı bütün haller

vaziyetler Allah’ın muhit (her yeri kuşatan) ilmi içerisindedir. Kâinatta tesadüfen veya kendi kendine

olan hiçbir iş yoktur. Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmez.

 

Gökteki ve yerdeki her şey Allah’ı zikrederler. Yani vazifelerinin mükemmelen yapmaları onların bir

nevi ibadeti ve zikridir ki. Her mahlûkun hal diliyle yaptığı bu ibadete şahit olmakla vazifeli bir melek

vardır. Bu melek şuursuzca yapılan ibadetleri şuurluca Allah’a takdim eder. Hayvanlara nezaret edenler

ise onlara bir nevi çobanlık da yaparlar. Hem bazı meleklerde vardır ki çeşitli şekillerde insanlara görüne

bilirler. ( Buna delil hz. Cebrail çok defa sahabelere görünmüştür)

 

Hem Cenab-ı hakkın iki türlü konuşması vardır. Birincisi kelam sıfatından gelen vahiy ve ilhamlar.

İkincisi kudret ve irade sıfatından gelen konuşması, yani hadiselerin diliyle bizlere verdiği dersler.

Derken Allah bir karga gönderdi, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için toprağı

eşeliyordu. "Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz

miyim ben?" dedi ve pişman olanlardan oldu. (Maide 31) Ayeti buna örnek teşkil eder. Hem dualara

verilen cevaplar, depremler, seller vs. hep bu tür konuşmasına örneklerdir.

 

ء و اْلاَر  ض Ô فَما بكَت علَيهِ  م السما (duhan:29) ayeti kerimede geçiriyor ki “Ehl-i dalaletin ölmesiyle,

semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Muhalif mana ile işaret ederki "Ehl-i imanın

dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor." Yani: Ehl-i dalalet, madem

semavat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor. Manalarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor.

Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden elbette semavat ve zemin, onlara

ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile

der: "Semavat ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar." Zira ehl-i iman ise (çünki) semavat ve arzın

vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor.

"Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar." diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor

ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmaya muhabbet ediyor.

 

İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar.Sözler ( 638 )

Bu paragraftan anlaşılıyor ki; semavat ve semavat ehli insanların yaptıklarıyla alakadardırlar. Hatta bütün

mevcudat bu sırra binaen insanlarla alakadardır.

 

Şimdi aklımıza açılan bu pencereden meseleye bakalım, Bu hizmetin ifası esnasında, Allah katında

makbuliyetinin alameti olarak bazı fevkalede haller ve bir nevi ikramlar yaşanmıştır.

Bunlardan Kuşlar ve çekirge hadisesi, İnsanların Allah’ı inkar ettigi dolayısıyla mevcudatın

vazifelerini, ibadetlerini de inkar ettiği bir dönemde Allah’ın varlık ve birliğini ispat eden. Mevcudatı ve

hayvanatı abesiyetten kurtaran bu eserlerin yazılmasını bir nevi tebrik etmek manasında kuşlar,çekirgeler

ona karşı alaka göstermiştir. Eğer onlarda akıl yok onlar alaka gösteremezler derseniz, onların çobanları

hükmünde melekler bu alakayı gösterebilirler.

 

Meleklerin gıdası nur ve maneviyattır. Allah kelamının konuşulduğu yerlerde Allah’ın izniyle toplanırlar.

Belki de o gelenler kuş falan değil bizzat meleklerdir ki kuş şekline girmişler. Yazılan eserlere alaka

göstermiş bir nevi tebrik etmişler.

 

Gerçekleşen bazı olayların risale-i nur ile ilişkilendirilmesi mevzusunda depremler, yangınlarla ilgili

kısmını daha önce (ör:17) izah ettim. Tevafuk denilen günlük hayattaki bazı hadiseler (sobanın patlaması,

bardakların durup dururken kırılması, tencerenin altının düşmesi vs. gibi) ise Allah’ın hadiseler diliyle

konuşmasına örnek teşkil eder.

 

Aslın da bu tarz konuşma her daim ve herkes hakkında vardır. Ancak kuvvetli bir imana sahip, eşyanın ve

hadiselerin hakikatini kavraya bilen yüksek feraset sahibi kimseler bu konuşmayı her daim işitirler,

dersler alırlar. Bizler ise ancak ilahi kelamı beklediğimiz, hastalık,bela ve musibet (depremler, seller,

savaşlar vb.) anlarında ettiğimiz dualara cevap beklerken bu konuşmayı hissedebiliriz, işitebiliriz.

Allah’ın bu tür hadiselerle konuşmasını inkar eden Allah’ın Hz. Ademin kardeşini öldüren oğluna bir

karga ile ders vermesini, ona ne yapması gerektiğini öğretmiş olmasını da inkar eder. Dolayısıyla Maide

31 i inkar eder.

 

(İmanının kemaliyle her olaydan ders alan, ilahi konuşmayı her daim işiten Bediüzzaman hakkında bu

meseleyi –hâşa- deliliğine delil getiren kimselere Allah önce insaf versin, sonra hatalarından dönmeyi

nasip etsin. Âmin)

 

"Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nasın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini

mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder diye ferman

ediyor” (Bediüzzaman, 13. şua)

 

Ben her ne kadar izah etmeye gayret ettiysem de zihni şüphe ve vesveselerle dolu kişiler bu mevzuyu yine

akıllarına sığıştıramazlar. Onlar önce Risale-i nurlardan imani mevzuların derslerini alarak şüpheler den

kurtulmalıdırlar. Sonra parlak bir imanla anlaşıla bilecek buradaki ince meseleyi kavraya bilirler.

 

ÖR29:

Ebced ve cifir ilmi meselesin de; Ayetler niye Bediüzzaman’dan bahsetsin ? 1400 sene evvelinden

ayetlerin işaretine ve hz Ali nin ihbarına ne liyakatı var ? şeklinde bir soru zihinlerde kalmış..

İltifat Marifete Tabidir. Bazen sınırda düşman hattında bir saat nöbet, bir sene nafile ibadet sevabını

insana kazandıra bilir.

 

Bediüzzamanın söylediklerini önceden başka alimlerde söyledi, ve tarihte çok kimseler islamiyete hizmet

etmek için canlarıyla, mallarıyla, ilimleriyle mücadele verdiler. Tarihte üçyüz binden ziyade tefsirler

yazıldı, bulundukları dönemi aydınlattılar. İnsanlar onlardan istifade etti. Allah cümlesinden razı olsun.

Mükafatlarını fazlı keremiyle versin.

 

Bediüzzamanın ön plana çıkmış olmasının sebebi ise mücadelesini verdiği dönemin dehşeti sebebiyledir.

Nasılki küfre karşı yapayalnız olan Resulullaha ilk iman edenleri hürmetle anıyoruz. İslamiyet için cihad

edenleri, islamın ilk şehitlerini hürmetle yad ediyoruz. Çeşitli fitne dönemlerin de islamiyeti müdafaa

etmiş alimleri, müçtehid alimleri, mezhep imamlarını, hadisleri toplayıcılarını, muhafaza edenleri hayırla

yad ediyoruz. Bütün bu zatlar tıpkı diğer müslümanlar gibi Allah’a ve resulüne iman etmiş kimselerdi

ancak yaşadıkları dönemlerde yerinde yaptıkları işlerle Müslümanların gönüllerinde ve hafızalarında yer

ettiler. Bediüzzamanda bu zatların yolundan gitmeyi amaç edinmiştir. Kendi döneminde dinsizlik

hesabına İslamiyete, şeari islamiyeye ve sünneti seniyyeye saldıranlara boyun eğmeden onların bu milleti

dinsiz yapma uğraşlarını boşa çıkaracak bir iman mücadelesini vermiştir. Kimileri bu mücadeleden bugün

haberdar olduklarından ona karşı derin bir hürmet besliyorlar. Kimileri henüz haberdar değiller. Kimileri

ise ne amaçla yapmış olurlarsa olsunlar dinsizlik hesabına çalışan ve Bediüzzamana seksen yıldır düşman

olan komitelerin, örğütlerin ekmeğine yağ sürmekle meşkuller, kimileri de bunlara kanmış veya şüphelere

düşmüşler. Allahümme ihdina sıratal müstekim.

 

Kur’an bu nedenle sarihi değil, işari ve remzi tabakalarında bu hizmeti kusiyeden bahsetmiştir. Ebced

ilmiyle Bediüzzaman 33 işareti bulmuş ve yazmıştır. Bu konu zaten Ebced ve Cifir ilmi başlığında izah

edilmiştir.

 

Peki kur’an bir beşerden böyle bahseder mi? Diye sorsanız. Evet bunun numunesi kur’an da vardır. Ebu

Lehep ve hanımından, Tövbe Suresinde Tebuk Seferinden ihmal veya gevşekliklerinden dolayı geri kalan

üç sahabeden açıkça bahseder. Yine Kur’an da, Ebu Cehilden,Velid b Muğire'den, As b Vail'den isim

vermeden bahseder. Hz. Ebubekir den, Hz. Ali den aşereyi mübeşşereden yine Kuran işari bir şekilde

bahseder. Yine yasin süresinde geçmiş dönemlerde yaşamış Habibi Neccar dan bahseder. Daha pek çok

kişiden açıktan veya işari olarak bahseden Kur’an ne için işaret yoluyla bu asırdaki birisinden ve yaptığı

İslami hizmetten bahsetmesin ? Şüphesiz bu inkarın mantıklı bir cevabı yoktur. Bediüzzaman 33 ayette bu

işareti cifir ilmiyle göstermiştir.Kendi fikrini içtihadını ortaya koymuştur.Dileyen kabul eder dileyen

kabul etmez. Ama itiraz edip, böyle bir şey mümkün değil demek hezeyan olur. Çünkü buna delil

getirmesi gerekir. Hem bahsedilen ve bugüne kadar pek çok tefsirde geçen işaretleri de inkar etmesi

gerekir.

 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Burada bu iddiaların sahiplerinin Taşıdıkları Art Niyetin anlaşılması için bazı örnekler vermeye niyet

ettim. Sonradan örneklerin sayısını ve izahları biraz daha genişletmeğe lüzum gördüm ama yinede bazı

mevzular eksik kaldı. Bazı mevzularda da izahı gereksiz gördüm. Ama izah edilen mevzuların sağlıklı

bir fikir edinmenize yeteceği kanısındayım.

 

Elbette ki Risale-i nur mesleği eleştirilere açıktır. Uygun bir zeminde ehil insanlarla tartışılır, yanlış veya

eksikler veya şahıslarından kaynaklanan hatalar izah edilirse düzeltilmesi için adımlar atılır.

Hem, ben risale-i nur hizmetini kesinlikle temsil etmiyorum. Bu hizmette en geriden gelen basit bir

talebeyim. Ama burada iddialara cevap vermeye asıl layık zatlar, nurların yüksek marifetullah dersleriyle

meşgul olduklarından ve bu tür iddialara gülüp geçtikleri “ risale-i nurları okumamışlar, anlamamışlar”

dediklerinden ve sevdiğim bir kardeşimin de bu iddialardan etkilenmiş olduğunu üzülerek görünce bu

izahları yapma ihtiyacı hissettim.

 

İşin doğrusu ilk başta Nurları eleştirmek için okumuşlar, anlayamadıkları akıllarına sığıştıramadıkları için

itiraz etmişler kanaatindeydim… Sonra bu kanaatin eksik olduğunu anladım, çünkü baktım ki basit bir

aramayla bulunan hadisler inkâr ediliyor, hem hadis ifadeleri kendi işlerine gelecek şekilde ketmediliyor.

Kasıtlı olarak risalelerde geçen cümlelere yanlış manalar veriliyor. Bazı kelimeler değiştiriliyor veya

yanlış lügat manaları verilerek mevzunun anlaşılması engelleniyor. En kötüsü ise Kur’an ayetleri mevzu

ile ilgisi olmayan durumlarda adeta araya serpiştirilmiş, arkasına sığınılmış. Bu kavga ederken Kur’anı

kafasına siper yapan haylaz çocukların yaptığına benziyor. Aynı zamanda tarihi bir tekerrüre de işaret

ediyor. Kanaatim o ki kıskançlık ve kin hissiyle hareket edilmiş.

 

Kıskançlıklarının sebebi altmış küsür dile çevrilmiş bu eserler yüzden fazla dünya ülkesinde okunuyor.

Ve bu eser okuyanlara İslamiyete hizmet aşkı kazandırıyor.

 

Birçok üniversitede doktora tezlerinin, makalelerin konusu olan bu eser kimi üniversitedeler de ders

kitabı olarak okutulurken kimi yerlerde de hakkında araştırma kürsüleri kurulmuş. Büyük çoğunluğu yurt

dışında olan onlarca sempozyumun konusu olmuştur. Bunun yanın da yüzlerce yıldır eğitimlerini devam

ettiren Yemen, Suriye, Pakistan ve daha pek çok yerde bulunan medreselerde de ders kitabı olarak

okutulmaktadır. Âlem-i İslam nurları bağrına basmıştır.( Acaba pervasızca bu iftiraları atanlar İslam

dünyasına mal olmuş hangi hizmetler yapmışlar. Hem bu kadar seveninin manevi nefretlerini üzerine

çekecek böyle bir işe hangi hisle girişmişler. Belki de onların en büyük başarısı Bediüzzaman a attıkları

iftiralarla ün yapmak olmuş. Ama ne kötü şöhret! )

 

Kinlerinin sebebi, Sert mizaclı ve kaba fikirlilikleriyle Haricilere benzeyen ve bu fıtratlarının sonucu

inceliklerini anlayamadıkları her şeyi inkâr eden ve bununla da kalmayıp kolayca insanları şirk ile küfür

ile damgalayan bu zatlar tasavvufa ve tarikata karşı büyük bir düşmanlık besliyorlar. Onların kalbi

coşkunlukla yaptıkları veya söyledikleri sözlerden dolayı onlara saldırmak istedikleri her defasında akli

delillerle onları bazı hatalarında mazur gösteren ve mudaafa eden risale-i nuru karşılarında görünce

haliyle nurlara karşıda büyük bir kin besliyorlar. Anlaşılan biriken kinlerini bu iddialarla kusmuşlar.

İfade etmeden geçemeyeceğim bir konuda risale-i nur meslegi ilmi ve ispatcı bir meslektir. Davasını

ispata çalışır. Bu meseleye ben tarafsız baktım eğer deliller gerçek ve akla, mantıka ve insafa uygun olsa

ikna olur bırakırdım bu işi. Ama hiçte öyle değil. Ortada büyük bir aldatmaca var. Dinsizliğe ve

komünizme karşı tevhidi savunmuş büyük bir İslam alimi olan Bediüzzaman aynı zamanda en zalim

hükümdarlara karşı Kur’an hakikatlarını haykırarak cihadın en büyüğünü yapmıştır. Ama gelin görün ki

bugün müşrik olmakla, sapıklıkla ve akli dengesinin bozuk olmasıyla suçlanıyor. Ya Rabbi hakkı

batıldan ayıracak yakinimizi arttır ve bu kimselerin kalplerindeki ve zihinlerindeki düğümleri çöz.

Onları sıratı müstakime hidayet et.Âmin.

 

Hem bu meselede kimileri ağza alınmayacak hakaretler savurmuşlar. Biz hiç kimseye hakaret etmeyiz.

Nurların meslegi Nezihane, Nazikane ve Kavli leyindir. Yani meseleyi kibarca izah edip, güzel sözle

iknaya çalışmaktır. Ama her Bediüzzamanı sevende Nur Talebesi değildir. Nurların ölçüleriyle hareket

etmiyor olabilir. Benim de bazı ifadelerim kimilerine sert gelebilir, ama niyetim hakikatı ifade etmektir,

hakaret değildir. Kusur varsa da benimdir.

 

Son bir mesele kaldı; Esasen bu iddiaların konusu olan bahisler risale-i nurlar içerisinde çok az bir

bölümü teşkil etmektedir. Yazılmalarının sebebi ise büyük baskılar, hapis ve işkenceler altındaki

talebelerin kuvve-i maneviyesini (moral ve motivasyon), şevk ve gayretlerini artırmak içindir.

Örnegin, Bediüzzaman 33 ayetin bu asra ve nurlara olan işaretlerini anlattıgı 1. şua aslında çok zaman

önce keşfedilmiş ama kimseye ders verilmemiş sonra Eskişehir mahkemesi çıkınca bu hakikatlar

talebelere moral olsun diye ders verilmiştir. Ekser bahisler böyledir.

 

Risale-i nurun büyük çoğunluğu ise; haşir, kader, peygamberlik, ruh, melekler, ene, mirac, içtihat bahsi ve

mezheplerin hikmeti gibi mevzular, tevhidi ispat eden Allah’ın varlık ve birlik delilleri, kainatta Allah’ın

isimlerinin tecellilerini gösteren tefekkür dersleri, kudret ve ilim gibi Allah ın sıfatları ve şuunatı ilahi

bahisleri, gençlere ikazlar, hastalara, yaşlılara ve mahpuslara teselliler, Peygamber efendimizin

mucizeleri, peygamberliğinin delilleri, sünnetine uymanın ehemmiyeti ve manevi kimliği gibi pek çok

mevzuyu içerisinde barındıran yaklaşık 6000 sayfalık bir külliyattır. İtiraz edilen bu gib konular toplamda

birkaç yüz sayfayı bulmaz.

 

Hem saydığımız bahislerle ilgili itiraz yok. Risale-i nur daki ilmi harikaları okuduktan sonra anlayıp,

kabul edilebilecek meseleler hiç bu derslerden bahsedilmeden aralardan seçilerek toplanmış eleştirilmiş.

Eğer niyet eleştirmek olsaydı bu güzel noktalarda nazara verilirdi, tabi o zaman tenkid ettikleri noktalar

çok sönük kalacak ve arada boğulacaktı.

 

Benim amacım zihni bulanmış kimseleri şüphelerden kurtarmaktır. Nefis ve Şeytanlarına Aldanarak bu

iddiaları ortaya atanlar içinde Rabbim den dilerim ki Hatalarını anlar yanlıştan dönerler İnşeAllah.

Şüphesiz Hidayet Allah’tan dır.

 

Rabbim size Hakkı hak bilip tabi olmayı Batılı batıl bilip içtinabı (çekinmeyi), Hakkın hatırını her

şeyden üstün tutmayı ve hakkı savunmayı nasip etsin.

 

Allah’ın Rahmeti Heva ya kapılmayıp Huda ya teslim olanların üzerine olsun.

******************************************************************************************************

Yazıda ve makalelerde cevabını bulamadığınız sorular için www.sorularlarisale.com Risale- Nura / Bediüzzamana Gelen

itirazlar ve cevapları başlıklarında güzel izahlar var. Burada bulabilir veya kendi sorunuzu sisteme sora bilirsiniz.

Bununla birlikte izahını istediğiniz meseleler için This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. adresinden bana ulaşabilirsiniz.

 

Bu dokümanı isterseniz bu meselelerin tartışılmış olduğu forum vb. yerlerde paylaşarak bu manaya hizmet edebilirsiniz.

Kaynak göstererek, alıntı yapabilirsiniz. Yalnız mümkünse konu bütünlüğü açısından bu yazıyı bütün halinde paylaşsanız yada

daha iyisi dokümanı paylaşınız. Zira bütünde olan tesir parçada bulunmaz.

******************************************************************************************************

 

BU MAKALELER www.sorularlarisale.com ADRESİNDEN ALINMIŞTIR. ALLAH ONLARDAN RAZI OLSUN

EK-1 İSTİGASE 1

 

Risalelerde, büyük zatların özellikle Gavsı Azamın himmet ve yardımlarından bahsediliyor. Ancak

birileri Allah’tan başka kimsenin himmet ve yardım etmesinin mümkün olmadığını dile getirerek,

bu hususu tenkit ediyorlar. Bu konuda ne dersiniz?

Yazar: Niyazi BEKİ (Yrd. Doç. Dr.), 23-11-2010

-Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber efendimizden ve yolunu hakkıyla takip

eden Salih kimseden himmet beklemek, onu duasına şefaatçı yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler

özel kitaplar yazmışlardır.

 

-Mümin olduğu halde, bir kimsenin “Allah gibi ben de hastalara şifa veririm, ben de insanları hasta

edebilirim, ben de onların rızkını verebilirim” türünden bir nane yemesi mümkün müdür?

Fakat, sebepler dairesinde bu konularda tasarruf etmekte ne gibi bir sakınca vardır?

Hz. Îsâ’nın şu sözleri bu söylediklerimizi doğrulamaktadır: “Size Rabbiniz tarafından bir mûcizeyle

gönderildim: Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar içine üflerim, o da Allah’ın

izniyle hemen kuş oluverir. Keza ben anadan doğma körü ve abraşı iyileştirir, hatta Allah’ın izniyle

ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve biriktirip sakladıklarınızı da bilirim. Eğer inanmaya

niyetiniz varsa, elbette bunlarda sizin için alacak dersler vardır”(Ali İmran, 3/48).

-Bütün bu ayette-haşa- tevhit akidesine aykırı bir şey aramak mümkün mü? Bize göre hayatta olan

bir adamın elinden su içmek, tevhit inancına aykırı olmadığı gibi, ölmüş bir velinin elinden su içmek de

bir şirk olamaz. Çünkü, ne sağların ne de ölülerin hiç birisi yaratmaya kadir değildir. Allah’ın izni

olmadan bir çöpü bile kaldıramazlar. Bu mananın hâkim olduğu bir gönülde şirk aramak çok çirkin bir sui

zandır.

 

-Nitekim, Peygamberler dahil her insan başkasının yardımına başvurmuş ve baş vurmaktadır. Ve

bu yardımlaşma, asla Allah’ın hükümranlığına, hakimiyetine bir müdahale manasına gelmez. Hayattaki

insanların bu gibi tasarrufları bir şirk olmadığı gibi, ölmüş bir velinin –Allah’ın inayetiyle- yardımda

bulunması da bir şirk olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira, sebepler dairesinde yapılan binlerce iş

vardır ki, hiç bir akıl sahibi onları şirk olarak kabul etmez. Bir doktora gitmek Allah’ın yaratıcılığı ve

yöneticiliğine aykırı olmadığı gibi, bir velinin de Allah’ın izin ve inayetiyle tasarrufta bulunması, tevhid

hakikatine aykırı değildir. Çünkü, velilerin bu tasarrufları da sadece sebepler dairesinde sözlü veya fiilî

duadan ibarettir

 

-Selefîcî kardeşlerimizin bir yanılgısı da ölü ile diri olanları ayırmalarıdır. Onlara göre, hayatta iken

birinin vesile kılınması caizdir, fakat öldükten sonra vesile kılınması ise şirktir. Oysa, diri olanlarda

zahiren görülen bir güç olduğu için onların vesile kılınması şirke daha müsait zannedilebilir. Kaldı ki,

“Allah yolunda ölenleri ölü sanmayın, onlar diridir” mealindeki ayette ifade edildiği gibi, şehitler diridir.

peygamberler de diridir çünkü, onlar şehitlerden çok üstündür. Şehitlik bir nevi velayettir. Şehitlerden

daha üstün mertebede olan veliler de vardır. Kur’an’da şehitlerin özelikle söz konusu edilmesi, onların

kendilerini ölü bilmeyecek derecede Berzah aleminde bir hayata mazhar olmalarındadır. Yoksa, bütün

ölüler diridir, çünkü asıl olan ruhtur ve o da zaten –Allah’ın izin ve inayetiyle-bâkidir.

 

-İslam inancına göre, ölüm hiçlik değil, yokluk değil, sadece bir yer değiştirmektir, bu fani hayattan

bakî bir hayata kavuşmaktır. Durum böyle olunca, ölüp öbür hayata geçmiş olan bir kimsenin ilk

hayatı ile ikinci hayatı arasında ne fark var ki? Şimdi Allah için düşünelim; bizim çok sevdiğimiz bir

yakınımız, sadece dünya hayatında iken mi hatırını sayıyoruz? Vefatından sonra artık gözümüzde

değersiz bir varlık mı olmaktadır? Bunu hangi vicdan kabul eder? Peki Allah’ın en sevdiği elçisi Hz.

Muhammed’i dünya hayatında iken –deyim yerindeyse- yere-göğe sığdırmazken, vefatından sonra onun

üzerine çizgi çekmesi, öldü diye bütün bütün değerden düşürmesi, adeta en büyük dostunu en âdi bir

konuma sokması mümkün müdür? Kaldı ki, ölümle insanlar Allah’ın huzuruna varıyorlar, daha da

yakınlaşıyorlar. Nitekim, Kur’an’da Rabbimiz sık sık “bana döneceksiniz” diye buyuruyor.

 

-İbn Mesud’dan nakledildiğine göre Resulullah(a.s.m) şöyle buyurdu: “..hayatım sizin için hayırlıdır,

siz (istediğiniz konuda benimle)konuşabiliyorsunuz ve size gereken cevaplar veriliyor. Ölümüm de

sizin için hayırlıdır; çünkü amelleriniz bana arz edilir; güzel amellerinizden ötürü Allah’a

hamdederim, kötü amellerinizden dolayı da sizin için Allah’tan aff dilerim”. Hafız Heysemî,

Bezzar’ın rivayet ettiği bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir(bk. Zevaid, 9/24). Hadiste diğer ifadeler bir

yana “kötü amellerinizden dolayı da sizin için Allah’tan af dilerim” ifadesi, çok açık bir şekilde hz.

Peygamberin vefatından sonra da tasarrufunun var olduğunu göstermektedir. Zaten peygamberlerin veya

velilerin tasarrufları bir şefaat, bir dua ve benzeri yalvarışlardır.

 

-Bir a’rabînin konumuzla ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor: “Ben

Resulullah(a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, Bir A’rabî geldi ve şöyle dedi: ‘Ya Rasulellah!

Ben Allah’tan şunları duydum:( Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan

af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı -tevbeleri kabul

eden- pek merhametli bulacaklardı). Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin

katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum”. Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi

ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah(a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle

emretti. “Ya Utbî! Git A’rabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele”(bk. İbn Kesir, ilgili

ayetin tefsir; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).

 

- Hz. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.m) şöyle buyurdu:

“Âdem hata işlediği zaman. ‘Ya Rabbi! Muhammed’in hakkı için beni affetmeni istiyorum’ diye

yalvardı.” Hadisi, Beyhakî, Taberanî, Hakim rivayet etmiştir(bk. Hâkim, Mustedrek, II/615; Yususf

Nebhanî, Hucetullahi ale’l-âlemin, s. 210).

 

-Said b. Mensur’un bildirdiğine göre, Halid b. Velid şöyle demiştir: “Hz. Peygamber(a.s.m) umre

yaptığı sırada başını tıraş etti. İnsanlar onun saçını almak için birbirine yarışmaya başladılar. Ben

herkesten önce onun perçeminden kesilen saçı aldım ve şu takkemin içine koydum. Bu takke

benimle olduğu her savaşta zafer bana nasip edildi/Allah bana zafer nasip etti”(İbn Hacer, Fethu’l-

Bârî, 7/101).

 

-Hz. Halid’in bu davranış ehl-i sünnetin görüşünü desteklemektedir. Sahabenin Resulullah’ın saçınınsakalının

bereketinden istifade etmek, feyiz almak düşüncesiyle tıraş anında kesilen saç-sakalının kıllarını

saklamaları, Resulullah’ın(a.s.m) buna izin vermesi ve bugün İslam aleminde bunun binlerce yerde

bulunması tevessülün doğruluğunun en açık belgesidir. Hz. Halid’in “Bu takke benimle olduğu her

savaşta zafer bana nasip edildi/Allah bana zafer nasip etti” ifadesi, çok dikkatlice seçildiği ortadadır.

Yani, demek istiyor ki, “Benim savaşlarda zafer kazanmam benim şahsî becerilerimden ötürü

değildir. Bilakis Resulullah’ın(a.s.m) bendeki saçlarının bereketi hürmetine Allah bana zafer nasip

etti..”

 

-Bu konuda karşıt görüşlere yer veren, bir ölüden “sen benim bu işimi yap..” gibi bir tevessül şeklini

kesin olarak reddeden, onu şirk kabul eden Alusî, vefatından sonra da Resulullah’ı vesile kılmak ve

“Allah’ım! Peygamberinin yüz suyu hürmetine şu işimi yap” demekte bir sakıncanın olmadığını

 

söylemiştir. Alusi’ye göre, peygamberlerin dışındaki Salih insanların vesile kılınmasında da bir beis

yoktur.(bk. Alusî, Maide, 5/35. ayetin tefsiri)

 

EK-2 İSTİGASE

 

İstiğase ayrı, vesile ayrı bir şeydir. İstiğase yardım istemek anlamını ifade eder. Vesile ise gayeye vasıta

olan şeydir.

 

Güneş ve ay gibi hizmeti çok da olsa, Ka'be ve Hacerü'l-esved gibi mukaddes de olsa cansız veya

zevilukul olmayan bir mahluktan istiğase etmek caiz değildir.

 

Zevilukul olan kimseden istiğase etmek meselesine gelince, bakılır, kendisinden istiğase edilen kimse

salih ve mü'min değilse, ister gaib olsun kendisinden istiğase etmek caiz değildir. Fakat salih bir kul

olursa, huzurunda veya kabri başında olursa, şefaat dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek caizdir.

Çünkü ölü olan kimse her ne kadar berzah alemine intikal etmiş ise de kendisine has bir hayatı vardır.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Peygamberler kabirlerinde diridirler" (İbn Mâce, Cenâiz

65) Peygamberlerin, mezarlarında diri olduklarına bir delil de, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve

sellem), mirac sırasında Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve semada

karşılaştığı her peygambere selam verdikçe, peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in selamını

almasıdır. Yine Bedir savaşında ölmüş müşrikler hakkında da şöyle buyurdular: "Siz bunlardan fazla

işitmezsiniz; ancak cevap veremezler."

 

Ehli tasavvufa göre makam sahibi olan bir veli ister ölü ister uzakta olsun ondan istiğase edilir. O yardım

etme yetkisine sahiptir. Özellikle ehli tasarrufun yardımı dünyada olduğu gibi dünyadan göç ettikten

sonra da vardır, devam eder.

 

Vesile ise, demin dediğimiz gibi, gayeye yetişmek için vasıta olarak kullanıları şeydir. Bunların çeşitleri

vardır:

 

1- Cenab-ı Allah'ın isimlerini vesile kılıp tevessül etmek: İbni Mace, Hz. Aişe'den şunu rivayet etmiştir:

Hz Peygamber bir duasında şöyle buyurdular: "Allah'ım, temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için senden

istiyorum.”

2- Kendisiyle tevessül edilen zatın duasını vesile kılıp istemek.

3- Büyük ve salih kimsenin zatını vesile kılmak suretiyle tevessül etmek: Mesela, Allah'ım şu dileğim

yerine gelmesi için Peygamberi veya Ebubekir'i vesile vesile kılıyorum demek gibi, Hz. Ömer (ra)

yağmur duasında Hz. Abbas'ı (Peygamberimizin amcası) vesile kılarak şöyle dua etti: "Allah'ım, biz

Peygamber'in amcasını sana vesile kılıyoruz, bunun için bize yağmur yağdır” (Buhari).

4- İşlenen salih amelleri vesile kılarak tevessül etme: mesela, Allah'ım, senin için eda ettiğim şu hacc

veya şu ibadet sana vesile kılıyorum; şu musibetten veya şu beladan beni kurtar demek gibi.

Yukarıda saydığımız vesile çeşitleri İslam'da mevcuttur. Bunu İnkar etmek mümkün değildir. Vesile

edinilen kimsenin vesile edenden üstün olması gerekmez. Hz. Peygamber (sav) Umre'ye gitmek için izin

isteyen Hz. Ömer'e: ”kardeşim bizi duadan unutma” dedi. Hem de Veysel-Karani'nin kendisine dua

etmesi için Hz. Ömer'e emir verdi. Yalnız peygamberi veya herhangi bir zatı bağımsız olarak tasavvur

edip istiğase etmek, küfre kadar götürebilir. Buna dikkat etmek lazımdır. Yani Allah’ın sevgili kulu ve

Allah’ın izniyle bu işleri yapıyor diye bilmek ve istemek caizdir.Ehl-i sünnet alimlerine göre, vesilelikten

öteye geçmemek şartıyla, tevessül etmek caizdir.

 

Tevessülü tamamen haram sayanlar, haricîler ve onları taklit eden zihniyetlerdir.

Meleklerin insanları koruduğu bilgisi bizzat Kur’an’da vardır: “O insanın önünde ve ardında devamlı

sûretle nöbetleşerek görevlendirilen melekler vardır. Bunlar, Allah’ın emrinden ötürü, onu

koruyup kollarlar”(Rad, 13/11) mealindeki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir.

 

Meleklerin koruması şirk olmadığı gibi, başka mahlukların yardımları da, korumaları da şirk olmaması

gerekir. Yeter ki, bunları vesilelikten, sebeplikten, yaratıcılık vasfına çıkarmayalım. Çünkü, “kâinatta

Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığı” gerçeği, imanımızın gereğidir.

Dinde vasıta, vesile var mıdır?

 

Hikmet; hayatta ve başarıda vazgeçilmez unsurlardan biri olduğu gibi, bütün varlıkların sevk ve

idaresinde de bir maya ve önemli bir kanundur.

 

İnsanlar; varlıklarını ve başarılarını, bu hikmet denen kaide ve kurala, riayet ve itibarla paralel olarak

elde ederler ve koruyabilirler.

 

Hikmet: Yaratıcı ve yaratılanlar arasında; sebebi, vesileyi ve vasıtayı zorunlu kılmaktadır.

Zira yaratıcının izzet ve büyüklüğü, kendisi ile varlıklar arasındaki münasebet ve denge, hikmetle

ilgilidir. Ayrıca varlıkların, yaratıcısına delil ve burhan olması ve onların bir kitap gibi ehil insanlarca

mütalaa edilip araştırılması ve en önemlisi de, insanların kendilerinin imtihan ve test edilerek dünyada ve

ahirette başarılarının esası, temeli ve alt yapısı; hikmettir ve hikmetle ciddi münasebettir.

Hikmetin nasip olduğu insanlar ise, varlıkların en şereflisi ve kıymetlisidir.

Bu esasa binaen varlıklar, eşya ve insan ile, yaratıcı arasındaki münasebet olgusunun genel adı, hikmettir.

Cansızlar ve canlılar arasındaki irtibatlar,

Yaratılma ve yaratma arasındaki perdeler,

Hastalık ve afiyet arasındaki sebepler,

Kulluk ve ona bağlı neticeler,

Tebligat ve hidayet arasındaki ilişkiler,

Ziraat, ticaret, sanat ve ibadetlerin, neticeleri ile münasebetlerinde hikmet esas olup, onun gereği olan

sebepler, vesileler ve vasıtalar, işin mahiyeti icabı olacaktır ve vardır.

Burada vasıtaların olması, hikmet açısından kudret ve izzeti ilahiyece lüzumlu olmakla beraber, Cenab-ı

Hakk’ın birliği ve celali de, bu vasıtaları müessiriyetten azletmektedir. Sadece ve sadece vesile olarak

kalmasını, hikmet icap ettirmektedir.

Demek ki vasıtalar, Allah’ın hakim ismi iktizasınca yaratılışın bir esasıdır.

İşte bu manadaki vasıtalar; mahiyeti icabı dinimizde de vardır ve gereklidir.

Mesela: Hidayetin vasıtası, peygamberlerdir.

 

Allah’ın peygamberlerine emirlerinin vasıtaları, meleklerdir.

Kelam-ı ezelinin vasıtaları, kitaplar ve suhuflardır.

Tecelliyatın ve tezahüratın vasıtaları, mucizeler ve sanatlardır.

Affın ve mükafatın vasıtası, ikramlar ve cennettir.

Kahrın ve cezanın vasıtası, hadler ve cehennemdir.

Ubudiyetin ve kulluğun vasıtası, ibadetlerdir.

Allah’a yaklaşmanın vasıtası ise, marifet ve takvadır.

O halde; vasıtanın olmadığı hiçbir yer, durum ve zaman yoktur.

Vasıtasız olan şeylerin idraki, anlaşılması ve münasebetleri bilinmez.

Buraya kadar anlattıklarımızda önemli olan nokta şudur: Bu vasıtaların; sadece vesileden ileri

geçmemesi, şeffaf ve nezih olması, hakikatleri perdelememesi ve örtmemesi, özellikle de, kul ile Allah

arasındaki münasebete kuvvet vermesi ve kesmemesidir.

Hakikatler ile, muhatapları arasındaki, hikmet icabı olan vasıtalar; kesif olup irtibatı keser ise, o zaman

hikmet ortadan kalkar ve mahsurlar meydana gelir. O vasıta, vasıta olma özelliğini kaybeder.

Mesela; bir matematik kitabı ile, talebelerin arasına öğretmenlerin girmesi, talebe ile kitabı kaynaştırır.

Muhabbeti artırır. İlme de kuvvet verir. Öğretmenler bu anlamda vasıta olarak bir yekun teşkil

etmektedirler.

Sanatkârlar; sanatlarla çıraklar arasında, maharetin intikalinde vasıtadırlar. Aksi halde sanatların ve

maharetlerin nesli kesilir ve güdük kalır.

Aynen öyle de; maneviyat büyükleri de Allah ile kul arasında, kulun rabbi ile münasebetini teminde ve

muhafazasında şeffaf vasıtadırlar. Bunların aradan çekilmesi kul ile Allah münasebetini bozar ve irtibatı

keser.

Ancak, vasıta olmak da kolay bir şey değildir. Bu işe ehil olmak ve erbabı olmak meselenin önemli

noktasıdır.

Yani matematik kitabı ile öğrenci arasına vasıta olarak, öğretmen girmelidir. Ancak bu, müzik öğretmeni

olursa, o işten hayır gelmez.

Hasta ile hastalık arasına hikmet icabı şeffaf vasıta olan doktor girmelidir. Ancak, doktor yerine

mühendis girer ise, ölüm meleğine hizmetten başka bir şeye yaramaz.

Nasıl ki göz ile eşya arasına, gözlükler giriyor. Kulak ile seslerin arasına duyma cihazları giriyor. Ve

bunlar vasıta olarak, gözleri ve kulakları avam olanların, daha iyi görmesini ve işitmesini temin ediyor

ise;

Aynen öylede, aklı ve kalbi avam olanların, hakikatlerle aralarına vasıflı ve ehil insanların girmeleri

onların marifetlerini ve faziletlerini artırır ve inkişaf ettirir. Manevi hayatlar nizam ve intizam altına girer.

Çünkü avam-ı nas çıplak hakikatleri göremezler ve idrak edemezler. Ancak vasıtalarla hakikatleri

algılayabilirler

 

Kur’an-ı Kerim’deki teşbihler, temsiller ve alışıla gelmiş misaller ve örnekler; insanlar ile, zorlanacakları

hakikatler arasında bir çeşit numaralı gözlük ve dürbün gibi kutsi ve şeffaf vasıtalardır.

Buna binaen vasıtayı inkar; hikmeti, yardımı, faydayı, nizamı, iyiliği ve maslahatı inkar ve yalanlama

demektir. Fıtrata ve hakikate zıt bir davranıştır.

 

Fakat her şeyin istisnası ve su-i istimali olduğu gibi; vasıtalar da zamanla deforme olmuş, yanlış

kullanılmış ve çirkin örnekleri maalesef zamanımıza kadar gelmiştir. Bunların düzeltilmesi ve nizama

sokulması veya tadil edilmesi icab ederken vasıtalık müessesesini toptan ve kotken yıpratmak ve inkâr

etmek vicdana sığmaz.

 

Islahı mümkün iken, ifnasını tercih etmek azim bir hata olur.

Demek ki vasıtalık; şeffaf cam gibi, hakikatle irtibatı sağlayan, münasebetleri nizam ve intizam altına

alan bir tensib-i İlahî’dir.

 

Her yerde olduğu gibi, dinimizde de vasıta vardır ve olacaktır. Ancak ruhbanlık tarzında kesif olan;

ilgiyi, alakayı ve hürmeti sadece kendine hasredip, hakikatler ve Cenab-ı Hak’la münasebeti kıracak ve

kesecek tarzda olan vasıtalar, bir nevi gizli şirktir. Bu anlamda vasıta, fıtratta ve yaratılışta olmadığı gibi,

dinimizde de yoktur ve olamaz.

 

İşte vasıtalara yukarıdaki değerlendirmeler açısından bakmak, bizleri hem fikir hem de muamelat

açısından ifrat ve tefritten korur, bütün duygu ve düşüncelerimizi sırat-ı müstakim olan orta yola çeker,

hayata istikamet, huzur ve saadet verir.

 

EK-3 EBCED VE CİFİR İLMİ NEDİR? ÖRNEKLERİ

 

Ebced ve Cifr İlminin Tarifi

Ebced düzeni "Arap alfabesinin ilk tertibi; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi" ( İslâm

Ansiklopedisi, X/68.) şeklinde tarif edilmektdir. Bu sistemin, İbrânîce ve Ârâmîce'nin de etkisiyle

Nabatîce'den Arapçaya geçmiş bulunduğu ve Hz. Peygamber (a.s.m) devrinde de olduğu gibi kullanıldığı

bilinmektedir.

 

Ebced sisteminde yer alan harfler ve sayı değerlerini gösteren tablo :

Arapça, Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci

kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin

rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir.(Ebced) (Hevvez) (Hutti) (Kelemen) (Sa'fes) (Kareşet) (Sehaz)

(Dazig)Bu sekiz kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine

kadar, birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim:

3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn: 70, Fe:

80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900, Gayn: 1000

Şimdiki Arabçada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski sıraya

uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir.

Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıklarını biliyoruz.

 

Ebced ve Cifr İlminin Meşruluğuna Genel Bir Bakış

Kur'an-ı Kerim ve Hadislerin anlaşılması hususunda üç ana görüş oluşmuştur.

Birinci Görüş: Kur’an ve hadisin zahir ve sarih manasından başka; batıni, işari ve remzi manası yoktur,

anlamak konusunda herkes müsavidir. Kur’an gayet basit ve sadedir. Herkes tarafından anlaşılır. Müçtehitlere,

alimlere, müfessirlere, belagatçılara lüzum yoktur. Teşbih ve temsil ifade eden ayet ve hadisler de zahiri üzere

anlaşılır, aynı ile tatbik edilir, derler. Bu görüş hem Kuran’a, hem sünnete, hem de akıl ve mantığa aykırı bir

görüştür. Bunun batıllığına işaret eden yüzlerce ayet ve hadisler vardır. Batıl zahiruyyun mezhebi buna örnek

verilebilir. Bu gruba girenler genelde sosyal açıdan akli ve zihni melekeleri inkişaf etmemiş bedevi ve

müptedi kesimlerdir. Psikolojik olarak daima bir karşı koyuş, dik başlı ve agresif bir hal içindelerdir. Tarihte

harici ve vehhabi geleneği bu guruba somut örnek teşkil ederler. İbni Teymiyye’nin eserleri, tecsim ve teşbih

ile ilgili fikirleri meseleye ışık tutar. Zaten en uç nokta olarak mücessime ve müşebbihe (Allah’ı

cismanileştirmek ve mahlukata benzetme hareketi) mesleği bu zahiriyyun mezhebinin bir sonucu olarak ortaya

çıkmıştır. Ebcet ve cifir ilminin meşruluğunu kabullenmekte zorlananlar, ekserisi bu gurupta olanlardır.

Tarihte tasavvuf ve tarikat mesleğini inkar edenler, işari ve manevi tefsirleri reddedenler, yine bunlardır. İslam

aleminin meşhur alimleri bunları kabili hitap görmeyip, fazla ciddiye almamışlardır. Zaten bunların mesleği

şiddet ve idraksizlik üzerine gider.

 

İkinci Görüş: Kur’an ve hadisleri tamamen anlaşılmaz görüp, hurufi ve batini manalar ile, zahir ve sarih

manasını inciten ve anlaşılmasını belli zümrelere havale edip, avam insanın nasibini tamamen ortadan kaldıran

batiniyyun mezhebidir. Bu mezhebe göre Kur’an, tamamen bir muammadır, kimse onun hakikatini idrak

edemez. Ayet ve hadislerin sarih ve zahir ifadeleri tamamen semboldür. Onun gerçek manaları işaridir, deyip;

emir ve yasakları bütünüyle inkar etmişlerdir. Mesela namaz için; insanın kalbi bir duası deyip, namazı

kılmamalarıdır. Bu mezhebin sapkınlığı ve batıllığı zahirdir. Batıl Hurufilik akımı buna örnek olarak

verilebilir. Ebcet ve cifir ilmini sui istimal edip ifrata kaçanlar ekseri bunlar olmuştur.

Üçüncü Görüş: Kuran ve hadisin zahir ve sarih manası asıl ve esas olmakla beraber, bunun yanında asıl ve

esasa uygun olan işari, remzi ve batini manaları da vardır, diyenlerdir.

 

Asıl ve esas manalar herkesin anlayacağı sarih ve zahir manalardır. Ama işari ve batini manalar ilim ve

kabiliyet ile idrak edilecek şeylerdir. Onun için Kur’an ve hadis idrak bakımından çok tabakalara ayrılan

insanların hepsine hitap eder bir mahiyettedir. Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve

bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır.

(İbni Hibban, Sahih 1:146; el-Münavî Feyzü'l-Kadîr, 3:54 ). Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin

herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahum

yoktur.(Muhakemat)

 

Bu hadisin de işaret ettiği gibi, Kuran ayetleri sadece zahir manasından ibaret değildir, onun çok manaları

vardır. Bir kısmı işari ,bir kısmı remzi, bir kısmı ebcet ve cifir ile anlaşılacak mahiyettedir. Burada, sadece

uyulması gereken; Kuran ve hadislere remzi ve işari mana verilirken, Kuran ve Hadisin sarih, zahiri ve genel

hatlarına zarar verip, incitilmemesidir. Ehli sünnet alimlerince yazılmış yüz binlerce lafzi, manevi ve işari

tefsirler buna örnek olarak gösterilebilir. Kuran ve hadisleri en sağlıklı ve istikametli anlayan ve sonraki

nesillere aktaran bu orta yol olan ehli sünnet ekolüdür. Ebcet ve cifir ilminin istikamet üzerine kullanılmasına

karşı çıkmamışlardır. Birçok ehli sünnet alimleri de ebcet ve cifir ilmini eserlerinde kullanmıştır. Deliller

bahsinde örnekleri ile izah edilecektir.

 

Kur'ân'ın her kelimesi ve kelimelerdeki her bir harf Allah'ın ilim ve iradesiyle, bilhassa belli maksatlar ve

manalarla seçilmiştir. Her harfin yerine göre özel bir vazifesi vardır. Allah’ın ilmi, ezeli ve ebedi olmasından,

onun kurmuş olduğu cümle ve kelimeler harf ve virgülüne kadar mana ve hikmet içerir. Fuzuli ve kışır

kelimeler bulunmaz, her yönü ile manidardır. Ama bu etraflı ve geniş manaları sıradan ve avam insanlar her

yönü ile idrak edemezler. Ancak ehil olan zatlar, bu hikmet ve manaları tahric edebilirler. Kimi zatlar ilmi

kuvveti ile, kimi zatlar kalbi kuvveti ile, kimileri de Allah’ın inayeti ile vehbi bir tarzda Kuran ve hadisin o

geniş ve ince manalarını keşif ile tespit ediyorlar. İnsanların hepsini anlayış, idrak ve hissediş bakımından aynı

ve eşit görmek ucuz komünist edebiyatıdır. Hem fıtrata hem sosyoloji ilmine hem de realiteye aykırı bir

tutumdur. Onun için Kuran ve hadisleri sadece zahiri lafzına indirgeyip, diğer ince ve latif remzi manalarını ve

onu anlamakta ehil olan mütehassıs zatları istihfaf edip inkar etmek, hamakat örneğidir.

 

Ebced ve Cifr İlminin Meşruluğu ve delilleri

Delillere Genel Bir Bakış

 

İslam fıkhında genel bir kaide olan “Eşya da asıl olan ibahattir” hükmü meselemizi gayet güzel izah edip

açıklığa kavuşturuyor. Yani eşya asıl ve esas itibari ile helaldir, ta ki haram olduğuna dair bir ayet ,bir hadis

veya icma-ı ümmet bulunmasın. Yani haramlılığına dair bir ayet bir hadis bir icma-ı ümmet yoksa, her şey

helaldir. Bu genel kaide ışığında bakıldığında ebced ve cifir ilminin haram olduğuna dair hiçbir delil

olmadığına göre, helal olduğu sabit oluyor. Şayet böyle olmamış olsa, bugün beşeri ilimlerin hepsi haram

olması gerekirdi. İmam Gazzali mantık ilmini İslam ilimleri içine dahil etti diye bir çok cahil, karşı çıkmıştı.

Anck daha sonra İslam ilimlerinin vazgeçilmez bir alet ilmi oldu ve çok hizmet etti.

 

İslam ve Kur'an, geçmiş dinlerin ve kültürlerin olumlu ve hak olan yönlerini tasdik eder, olumsuz ve batıl olan

yönlerini ise tashih eder. Mutlak olarak geçmişi silip atmaz. Zira beşeriyette tekamül ve teraküm tedrici olarak

gelişir. Her dönem ve mekan bir katkı sağlar. Sonraki dönemler de o katkılara katkı yaparak gelişirler. Böyle

olunca, ebced ve cifir ilminin eski din ve medeniyetlerden İslam’a intikal etmesi İslamiyet ile çelişmez.

Önemli olan bu gibi ilimlerin İslam ruhu ve özü ile çakışıp çelişmemesidir. Yani farklı medeniyet ve

kültürlerden İslam’a intikal eden her şeye kötü ve batıl demek yanlış bir tutumdur. Mesela alet ilimlerden olan

mantık, matematik, vs gibi ilimler hep yabancı kökenli ilim dallarıdır. Ama şimdi İslami ilimler içinde

vazgeçilmez birer alet ilmidirler. Onun için ebced ve cifir ilminin Yahudi ve Hıristiyan menşeli olmasını hata

ve yanlış gibi lanse etmek, ilmi bir tutarsızlıktır. Sonuçta Yahudilik ve Hıristiyanlık şimdiki hali ile muharref

olabilir ama köken itibari ile onlar da semavi dinlerdi. İmam Bûni, Şems-ül Maarif adlı eserinde bu ilmin

aslının Süleyman Aleyhisselâm'ın veziri ve celb ilmi âlimi Asaf bin Berhiya'ya dayandığını kaydetmiş.

Ebced ve cifir ilmi bir alet ilmidir. Tarihçiler, edebiyatçılar, alimler, arifler tarafından da kullanılıp bir şekil

verilmiştir. Yoksa tarihte sadece İbn-i Arabi hazretlerine has bir muamma, bir sır değildir. Geçmişte bu ilmin

mutemet alimler tarafından kullanılıp şöhret bulması bu ilmi acaiplikten kurtarır.

 

İslamda bir şeyin meşruluğunun ve ya haramlılığının usulü ve tarzı bellidir. Bunun dışında söylenen laflar lafı

güzaftır. Bir şeyin haram olup yasaklanması için İslamda şu üç delilden biri ile yasaklanması gerekir.

Birinci olarak Kur'an’nın sarih ve muhkem bir ayeti ile yasaklanmasıdır. Şayet ayet mana bakımından sarih

ve muhkem değilse, yani yoruma açık ve içtihada elverişli ise, haramlılığı düşer. Fihi nazarun olur.

İkinci olarak, Peygamber efendimizin sahih ve açık bir hadisi ile men edilmiş olması gerekir. Burada da

mananın açık, senedin sahih olması gereklidir. Zira İslamda haram ve helale konu olan ayet ve hadislerin

muhkem olma şartı vardır.

 

Üçüncü olarak, İslam alimlerinin ittifak ile o şeye haram demesi gerekir. Bu delil de derece bakımından

Şeriatta Ayet ve Hadisten sonra gelir. Bu delili destekleyen ayet ve hadisler fıkıh ve usul kitaplarında

teferruatı ile beyan edilmiş.

 

Öyle ise ebced ve cifir ilminin bu üç delilden hangisi ile açık ve net bir şekilde yasaklandığını ebced ve cifir

ilmini haram sayanlar göstermeleri gerekir. Zira müddei iddiasını ispat ile mükelleftir. Ama helal olan bir

şeyin ispatı gerekmez. Yukarda da denildiği gibi eşyada asıl olan helal olma halidir. Öyle ise Ebced ve cifir

ilminin haramlılığına dair bir muhkem ayet ve hadis gösterilemiyorsa, helalliği sabit olur.

 

Kuran Açısından Ebced ve Cifir İlmi

 

Kuran-ı Kerim de ebced ve cifir ilmi haram ve helal noktasından sarih ve zahir bir şekilde zikredilmemiştir.

Ama Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve

muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır. (İbni Hibban, Sahih 1:146; el-Münavî Feyzü'l-

Kadîr, 3:54.) Bu hadisten de anlaşılacağı üzere her mesele Kuranda sarih ve zahir bir şekilde ifade

edilmemiştir. Bazıları remzi, bazıları hafi, bazıları işari, bazıları da sarih ve zahir olarak beyan edilmiştir. Biz

kalkıp sadece sarih ve zahiri ölçü alıp diğer ince ve latif manalarını inkar edersek, bu, Kuran ve sünnetin

ruhuna ve özüne aykırı olur. Aynı zamanda İslami ilimlerin ekserisini de inkar etmemiz gerekir. Zira çok

ilimlerin meseleleri zahirperestlerin zannettiği gibi sarih ve zahir olarak Kuran ve Hadiste geçmiyor.

 

Mezhepler, meslekler, meşrepler hepsi davasını ve fikirlerini Kuran ve sünnetten istinbat ve istihrac

etmişlerdir. Bunların ekserisi de Kuran ve sünnette hafi ve remzi olan fikir ve manalardır. Zaten içtihat ve

belagat avam insanların Kuran ve hadiste göremedikleri ince ve latif manalardan ibarettir. Bu ince ve latif

manalar zaten ayetin kıvrımlarında dürülü olarak vardı. Müçtehit ve müceddidler ise ilmi ve manevi kuvveti

ile o kıvrımları açıp, avamın nazarına izhar ediyorlar. Yoksa Kuranda ve sünnette olmayan şeyleri hariçten

içine sokmuyorlar. Örtülü ve hafi olan manaların üstünü ilmi ile açıyorlar. Bunu yaparken de Kuran ve hadisin

sarih ve zahiri manasını incitmeden, kırmadan yapıyorlar. Yani bir usul ve metot dahilinde yapıyorlar. Bu usul

ve metodun ana hatları yine Kuran ve Sünnetten alınarak yapılıyor.

 

Diğer bir husus Kuran insanlık için mutlak zarar olan şeyleri sarih ve zahir olarak haram kılmıştır. Sihir, büyü,

kumar, fal gibi şeyler sarih ve zahir olarak men edilmiştir.Ama ebced ve cifir ilmi o dönemde bilinmesine

karşın, hakkında bir hüküm verilmemiştir. Üstelik ebced ve cifir ilmini Yahudilerin Müslümanlar aleyhinde

kullanmasına rağmen. Demek kemale ulaşmış Kuran, açıkça ebced ve cifir ilmini men etmedi ise, helal olduğu

sabit olur.

 

Ebced ve Cifir ilmini belki Kuran ve Sünnetin sarih ve zahirinde göstermek mümkün olmayabilir ama remzi

ve işari yönünde istihrac ve istinbat etmek pekala mümkündür ve caizdir. Bununla ilgili Abdulkadir

Badıllı’nın çalışmasından birkaç örnek verelim.

 

Birincisi: Kur'an-ı Hakîm'de, Rabb-i izzet bütün haşmet ve heybetiyle (En'am Sûresi âyet: 59) yani "Yaş ve

kuru ne ki varsa mutlaka Kitab-ı Mübîn'de mevcuddur." diye ferman ediyor.

 

O halde ve elbette Cifir ve Ebced ilminin esasları da Kur'an'ın işarı ve remzî mânalarının perdeleri altında

bulunmaktadır denilse herhalde hata olmaz. Çünki "Kitab-ı Mübîn" bir kavle göre Levh-i Mahfuz, diğer kavle

göre Kur'an-ı Kerim'dir. Hakikatta her iki kavlin neticesi de aynı kapıya çıkar. Diyelim Kitab-ı Mübin'i biz

Kur'an değil de, sadece Levh-i Mahfuz kabul ettik. O durumda, Levh-i Mahfuz'da Kur'an dahi mevcud

olduğundan yine netice bir olur.

 

Hem "Biz Allah-u Teâlâ hiçbir şeyi bırakmadık, illâ onu Kitab'da yazmışız." En'am Sûresi, âyet:38) Şimdi bu

âyetteki "Kitab" lâfzı da, yine ya Kur'an'dır, yahutta Levh-i Mahfuz'dur. Netice olarak üstteki âyetin aynı

mânasındadır.

 

İkincisi: Kur'an-ı Hakîm bir çok âyetlerinde, her şeyin hesaplı, kitaplı olduğunu, sayı ve adetlerinin malum ve

muayyen bulunduğunu ve saire, sık sık ilân etmektedir.

 

İşte biz de o âyetlerden bazılarını buraya kaydetmek istiyoruz:

Hem herşeyi biz, İmam-ı Mübîn'de saymışızdır." (Yasin Sûresi âyet: 12)

Allah-u Teâlâ; yere, yani toprağa giren ve ondan çıkan, göklerden inen ve yerden göklere yükselen herşeyi

bilmektedir."(Hadid Sûresi âyet: 4)

 

Herşeyin hazinesi ancak bizim yanımızdadır. O hazinelerden indirdiğimiz herşey belli bir miktar

dahilindedir." (Hicr Sûresi âyet: 21)

 

Herşey Allah'ın yanında belli ve muayyen bir ölçü iledir." (Ra'd Sûresi âyet: 9)"

Ve daha bu mânadaki âyetler çoktur.

 

Görüldüğü üzere bu âyetler sayıdan, adetten, miktardan ve ölçülerden bahsediyorlar. Elbette bunların sarih

mânalarıyla Allah'ın azametini, kudretini ve lâtifliğini ilân ederek, imanın takviyesine medar olma ciheti

herşeyin başındadır. Amma aynı zamanda lisan-ı hal îmalarıyla da; insanları ölçü, miktar ve sayı hesablarına

teşvik edici bir hal gösteriyorlar gibidir. Elbette Cifir ve Ebced ilmini de manevi olarak irade etmişlerdir

denilebilir.

 

Üçüncüsü: Hadîste ona işaret olduğu gibi; Kur'an'daki ondört sûrenin başlarındaki mukatta' harflerin çeşitli ve

sırlı ve gizli mânalar olduğu halde, Cifir ve Ebced hesaplarıyla da bir vecih ile alâkadar oldukları

muhtemeldir. Çünki bazı yüksek âlimler o yolda kanaat izhar etmişlerdir. İleride örnekleri gelecektir.

Dördüncüsü: Eskidenberi Kur'an'ın bu mukatta' harflerinden başka, sair kelimatından ve harflerinden Ebcedî

ve Cifrî hesabla bazı istihracların yapılmış olması ve çoğu zaman bu istihraçların mutabık ve doğru çıkması

dahi, Kur'an'ın kâinatı içine alan ilminin ve mânaların denizleri içinde elbette şu Ebced ve Cifir ilmi dahi

müraat edilmiş olduğu anlaşılmakta ve hususî şekilde hissedilmektedir.

 

Yukarıdaki verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere bir çok ayetin esas ve ruhunda aritmetik değerler nazara

veriliyor. Ebcet ve Cifir ilminin de esası ve ruhu aritmetik değerlerdir. Önemli olan bu ilmi Kuran’nın o eşsiz

belagat ve icaz kıvrımlarında saklı olan değerlerin çıkarılmasında bir alet ve vasıta olarak kullanmaktır.Said

Nursi , İbn-i Arabi, gibi İslam alimlerinin yaptığı aslında budur.Yoksa hariçten ve Kuran ve Sünnetin malı

olmayan şeyleri Kuran ve Sünnete dahil etmek demek değildir. Kuran ve Sünnette var olan gaybi değerleri

bazı vasıtalarla açığa çıkarıp Kuran ve sünnetin mucizeliğini insanların nazarına izhar etmek en güzel ve hoş

bir hizmettir. Zira Kuran insanların yazdığı ruhsuz ve kışırlı sıradan bir kitap değildir. Allah’ın ezeli ve ebedi

isimlerinden süzülüp gelen, her cümle ve kelimesi mucize ve öz olan İlahi bir kelamdır. Böyle olunca Kuran

bütün zaman ve mekanları içine alan ve o zaman ve mekanlara mesajı olan bir kitaptır. Kuranı hakkı ile

bilemeyen ve anlayamayan nadanlar onu ve emir ve yasakları bildiren sıradan bir mecmua olarak görüyor.

İmam-ı Azam nasıl ilmi kuvveti ile bizim gibi avamlara gayb hükmünde olan Kuran ve Hadislerin derununda

bulunan gizli ve işari hükümleri içtihat vasıtası ile çıkarıp bize bildiriyor. Zira avam insanların ilmi kuvveti

olmadığı için Kuran ve hadisin muhtevasında var olan hafi ve işari hükümleri rasat edemiyor, göremiyor.

Onlara gayb hükmünde kalıyor. Ama ilmi ve istidatları inkişaf etmiş müçtehitler ise rahatlıkla o hafi ve işari

ahkamı görüp çıkarabiliyorlar. Şimdi biz kalkıp, zahirde görünmeyen bu hükümler için, nereden çıktı bu

manlar, deyip inkar etsek, ne kadar cahillik olur. İşte aynen bunun gibi, manevi olarak terakki etmiş, velayet

makamlarına çıkmış bazı zatlar, İmam Azam gibi Kuran’ın belagat kıvrımlarında saklı olan ve herkese

görünmeyen, avama nispeten gaybi sayılacak bir takım haberleri, bazı alet ilimler vasıtası ile tahric ediyorlar

ve insanların nazarlarına sunuyorlar. Dolayısı ile gaybı kendi başlarına, Allah’tan bağımsız olarak bilmiş

değiller. Şayet Allah Kuran ve sünnete o ahkam ve işari manaları koymasa idi, ne İmam Azam ne de Said

Nursi o ahkam ve manaları bilebilirlerdi. Ama bazı nadan zahir hocalar bu inceliği bilemedikleri için itiraz

edip hücum ediyorlar. İşte Risale-i Nurdaki ebcet ve cifir vasıtası ile verilen bir takım gaybi haberler bu

nevdendir. Yani Kuran ayetlerinin kıvrımlarında dürülü bulunan hafi manaların izharından ibarettir. Ama

herkes bu mevkii ve makama ulaşamadığı için hususiyet istiyor. Nasıl ki bir doktor ile sıradan bir adam insan

gözünü incelese ve baksa, doktor, ilmi münasebeti ile gözün çok ince ve latif özelliklerini görür ve anlar,

sıradan adam ise gözün kaba hatlarını ancak bilir. Doktor o adama gözün inceliklerinden bahsetse, adam inatçı

ve cahil ise, inkar eder. İnsaflı ve şuurlu ise, o doktora tabi olur. İşte o sıradan adam için gözün ekseri kısmı

gaybi hükmündedir, doktor için ise zahiri ve sarihtir.Kuran uzmanları için zahir ve sarih olan şeyler bize

kapalı ve hafi olabilir. Bizim açımızdan gayb hükmünde olan şeyler onlar açısından zahir hükmündedir. Gayb

konusu ayrı bir makale konusu olduğundan burada tebei olarak bahsedildi.

 

Hadis Açısından Ebced ve Cifir İlmi

 

Hadis kaynaklarında tıpkı Kuran da olduğu gibi sarih ve zahir olarak itiraz edenleri susturacak derecede bir

netlik ve açıklık yoktur. Ama meşruluğunu reddeden ve haramlılığına işaret eden en ufak bir emare de yoktur.

Yani ebcet ve cifir ilmine mubah, hatta müstahsen nazarı ile bakabiliriz. Kuran’ın i’cazına olan hizmetinden

dolayı müstahsen sınıfına girer. Zira çok evliya ve alimler bu ilim ile Kuran’ın latif ve sırlı i’cazlarını gösterip

ilan etmişler..

 

Konuya girmeden önce bazı hadis usulü kaidelerine işaret etmekte fayda vardır. Zira ihtilafların ve

idraksizliklerin ekserisi usul ilmini nazara almamaktan ileri geliyor. Onun için usul esasa mukaddemdir

denilmiştir.

 

İtikat ve had cezalarına konu olmayan bir takım senedi zayıf hadisler tergib ve terhib, amellere teşvik, bazı

ilimlere iştiyak verme noktasından kullanılmasına İslam alimleri olumlu bakmışlardır. Bu yüzden senedi zayıf

diye hadisleri inkar etmek doğru değildir. Ama itikat ve hukuk gibi önemli konularda delil ve kaynak

 

olamazlar. Ebced ve Cifir konusu itikat ve hukuk sahasına giren konular olmadığı için, senedi zayıf hadisler

delil ve kaynak olabilirler.

 

Hadisleri, meşhur hadis alimlerine ve eserlerine nispet ederek, hadisin sıhhatine ve senedine karar vermek

yanlış olur. Zira İmam Buhari’nin sahihinde de senedi zayıf olan hadisler olabileceği gibi Buhari kadar şöhret

bulmamış hadis alimlerinin eserinde de sahih ve mütevatir hadisler bulunabilir. Senet ve sıhhat ölçüsü şöhrete

bakmaz. Bu yüzden ebcet ve cifir ile ilgili hadislerin meşhur hadis eserlerinde olmaması sıhhatine zarar

vernez.

 

Bazı mezhep imamları, hususen Ahmet ibn-i Hambel senedi en zayıf hadisi en kuvvetli rey ve içtihada racih

görür ve ona göre fetva verir. Hanefi mezhebi ise kuvvetli içtihadı, senedi zayıf hadise tercih edebilir. Bu

yüzden ameli açıdan farklı içtihat ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu tip fer’i konularda ittifak aranmaz. Onun

için ebcet ve cifir ilmine karşı çıkan makbul imamlar da olabilir ancak bu, ilmin batıl olmasına kafi değildir.

Zira ihtilafun aleyh bir konudur. Üzerinde ittifak lazım gelmez. Bununla ilgili yüzlerce konu vardır üzerinde

ihtilaf olan. Öyle ise bir mezhep ya da bir alimi esas alıp, hemen inkar ve batıl damgasını vurmak ehli sünnet

kaidelerine uymaz.

 

Tarihte şaz hükümler itibar görmemiştir. Hatta bu şaz fikirler muteber alim ve sahabilere ait olsa bile. İmam

Azamın bir çok şaz fikirleri ehli sünnet tarafından kabul görmemiştir. Bu yüzden bizim ölçü alacağımız fikir

sivri ve müfrit fikirler değil, genel kabul görmüş fikirler olmalıdır. Tarihte ebcet ve cifir ilmini kabul etmeyen

alimler azınlıkta ve ekseri de şaz fikri çok olan müfrit alimlerdir. Hatta en ateşli savunucularından bazıları da

ehli sünnetin dışında olan alimlerdir. İbn-i Teymiyye gibi. Bir tarafta İmam Ali (r.a), Said Nursi, İmam Gazali,

İmam Rabbani, İbn-i Arabi, Mevlana gibi allameler, diğer tarafta ise şaz hükmünde kalan birkaç sivri ve uç

düşüncelere sahip alimler. Hangi yol güvenli sizce.

 

Hadis kaynaklarında ebcet ve cifir ilmine kaynak olacak ve meşruluğunu ilan edecek mahiyette hadisler

vardır.

 

Yine AbdulKadir Badıllı’nın çalışmasından birkaç örnek üzerinde duralım.

Birinci Örnek: Ebcedi ve tefsirini öğreniniz! Veyl olsun câhil âlime!.. Elif, Allah ve İlellah'tır. Yahud Allah

isminden bir harftir. "Ba" Allah'ın halk ve icadıdır. "Cim", Allah'ın behcetidir. "Dal" ise, Allah'ın dinidir.

Müsned-ül Firdevs 2/43

 

İkinci Örnek:

Yahudî âlimlerinden Ebu Yâsir bin Ahtab bir kısım yahudî âlimleriyle birlikte, Resul-i Ekrem'in (A.S.M.)

yanından geçtikleri bir sırada, Resul-i Ekrem (A.S.M.) Fatiha Sûresiyle, Bakara Sûresinin başı olan الم ذَلِكَ

 خ ..الْكِتَابُ لاَ رَیْبَ فِیھِ

Yâsir'e dedi ki: "Biliyor musunuz, ben Muhammed'i dinledim, ona nazil olmuş olan Kur'an'dan الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَخ ..رَیْبَ فِیھِ

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

ARAMA

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

SAİD NURSİ'YE İFTİRALAR..

Aksiyon Burç FM

Zaman Mehtap TV

Samanyolu TV Küre TV

Radyo Cihan Ebru Tv

Herkül

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu