Genç Adam Analiz

Gönüllerin Fethi

Yemen'in Hadramut bölgesinde bulunan Tureym, 2010 İslâm kültür başşehri olmanın haklı gururunu yaşadı. Bölgede yaşayan halk; şiddetten uzak, silâh taşımayan barışsever insanlar olarak tanınıyor. Bu bölge halkı tarihî süreç içerisinde Ummanlılarla beraber Doğu Afrika'da gerçekleşen fetihlerin yanı sıra, Güneydoğu Asya'da geçekleşen İslâm fetihlerinde de önemli roller üstlenmişlerdir.

Kendilerine tek bir İslâm askeri ulaşmadan İslâm'la müşerref olan nice topluluklar; barışçıl davet ve tebliğ sancağını taşıyan gönül erlerinin eliyle fethedilen nice beldeler vardır.

Aralarında derin farklar olmasına rağmen, İslâm'da cihadı, savaş ve silâhlı mücadeleye indirgeyen iki kesim vardır: Birincisi İslâm'ı yanlış algılayıp, yanlış takdim ve temsille ön plâna çıkan İslâm içinden bir kesim; diğeri ise kötü niyet ve kin ile İslâm'ın kılıçla yayıldığı iddiasını ortaya atan gayrimüslim kesim.

Acaba gerçek böyle midir? Buradan hareketle, tarihteki gönül fetihlerinin İslâm'ın yayılmasındaki rolüne odaklanarak konuya ışık tutmaya çalışacağız.

"Cihad" Savaş mı Demektir?

Geride kalan asırlarda kavramlar ve ıstılahlar mânâ kaymalarına uğradı. Muhtelif kelime ve kavramlar mânâ kargaşasına maruz kaldı. Misâl olarak dini yanlış ve eksik algılayan bazı çevreler silâhlı mücadele, savaş ve cihad kavramlarını eşanlamlı kavramlar olarak görmeye başladı. Biz, Kur'ân-ı Kerîm'in indiği dil olan Arapça'da cihad kavramının hangi mânâlara geldiğini filolojik ve morfolojik açıdan incelemeye çalışacağız. Diğer taraftan silâhlı mücadelenin ne demek olduğu herkesin mâlumudur.

Arap sözlüklerini araştıran biri görecektir ki, cihad ve türevleri olan mücahade, içtihad ve tecahüd kelimeleri yorgunluk hissi hâsıl olacak derecede çalışıp gayret sarf etmek, bütün güç ve takatini bitirircesine çalışmak mânâlarına gelir.

İctihad: Kendini vererek çok çalışıp, bütün gücünü sarf etmek ve bu yolda oluşan sıkıntılara katlanmak.

Cihad ve Mücahade: Düşmana karşı savunmada bütün gücünü kullanıp sarf etmektir. Bunlara bağlı olarak cihad üç kısımdır denilebilir:

1) Görünen ve aşikâr düşmana karşı cihad
2) Şeytana karşı cihad
3) Nefisle cihad

Bu üç başlıktaki cihad şu üç âyet-i kerîmede üstü kapalı şekilde karşımıza çıkar.

1) Allah yolunda O'na yaraşacak şekilde cihad edin. (Hac 78)
2) Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. (Tevbe 41)
3) İman edenler, hicret edip mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerdir. (Enfal 72)

Kur'anî tabirle cihad, güç yetirilebilen bütün sebep, vesile, üslûp ve metotları kullanarak istenilen hedefi gerçekleştirme yolunda beşeriyetin zirvesine ulaşma gayret ve ameliyelerinin bütünüdür. Daha ince ve dakik tabirle; teorik ve ilmî mânâda gücü ve gayreti en son noktasına kadar kullanarak ulaşılan duruma ictihad denmekte; pratik ve amelî mânâdaki gayrete de cihad adı verilmektedir.

Savaş ve silâhlı mücadele, zımnî olarak cihad kavramının içinde yer alır. Zîrâ savaşçı, hedefe ulaşmak için bütün güç ve gayretini sarf eder. Bu mânâda Allah yolunda savaşan kişiler mücahittirler. Fakat her Allah yolunda mücadele eden kimseye savaşçı denemez. Aralarındaki farkın daha net anlaşılması için cihadla ilgili âyetleri açıklamakta fayda vardır. Meselâ "Kendileriyle savaşılanlara (Müminlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi." (Hacc 39) mealindeki âyetin inişiyle savaş ve silâhlı mücadele Medine-i Münevvere'de meşru kılınmıştır. Cihad ise henüz silâhlı mücadeleye izin verilmeyen Mekke döneminde emredilmiştir. Hattâ öyle ki, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Kureyş'in baskı zulüm ve işkenceleri karşısında ashabına nefsi müdafaa ve savunmaya dahi izin vermemiştir. En önemlileri Ankebut, Nahl, Furkan ve Lokman sureleri olmak üzere birçok Mekkî surede cihaddan bahseden âyetler bulunmaktadır. Bu bağlamda cihad Mekkî; savaş ise Medenî bir olgudur.

Cihad hayatın imar ve inşası, insanları ikna ve beyan yoluyla Allah'a kulluğa yönlendirme sistemidir. Buna bağlı olarak cihad hiçbir durum ve hâlde kesinti ve durağanlık kabul etmez. Savaşa gelince bu bir istisnaî durum olup, belli bir zaman ve mekâna bağlı olarak gerçekleşir. Ayrıca savaş, cihad yöntemleri içinde başvurulacak en son seçenektir. Bu meyanda Allah (celle celâluhu) Bakara Sûresi 190. âyette mealen; "Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın." buyurmuştur. Müslümanın kendi sınırlarını bilmesi ve had aşarak zulme düşmemesi için savaşla ilgili ahkâmı bilmesi zarurîdir. Bu çerçevede Allah (celle celâluhu) Mümtehine Sûresi 8. âyette mealen şöyle buyurmaktadır: "Allah sizinle din uğrunda savaşmayan (kendileri hangi din ve milletten olurlarsa olsunlar size dininizden dolayı savaş açmayanlar) ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever."

Buradan hareketle mümin, cihadın faaliyet alanını ve ilkelerini araştırıp öğrenmeye memurdur. İslâm, münafıklara karşı cihada cevaz vermiş; fakat kamu düzenine başkaldırı ve devlete isyan dışında öldürülmeleri yasaklanmıştır. Allah (celle celâluhu) Tevbe Sûresi 73. âyette mealen "Ey Peygamber, kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı sert ol." buyurmuştur. Bu âyette bildirilen cihadın Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) münafıkları öldürmemesi delaletiyle de savaş olmadığı aşikârdır. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabenin, özellikle de Hz. Ömer'in, bazı münafıkları -özellikle de münafıkların başı olan Abdullah b. Ubey ibn. Selul'ü- öldürmesine izin vermemiştir. Bu da münafıklara karşı yapılan cihadın mânevî cihad olduğunu desteklemektedir. Mümin hikmet sadağında bulabildiği bütün silâhları kullanmak durumundadır. Bugünkü modern siyasî düşüncede soğuk savaş diye adlandırılan kavram bu kabildendir. Öyle ki bu kabilden bir savaşta kullanılan hiçbir silâh ve argüman kan dökmekle neticelenmez. İşte nifak şebekesine karşı yürütülecek cihad; onların doğru yolu bulmaları istikametinde gayret, düşünce ve fiillerine engel olmak, kurdukları komploların açığa çıkarmak, sırlarının ifşa edilip şer niyetlerinin ortaya konulması şeklinde olmalıdır. Tâ ki mezkûr kişi ve grupların iftira, komplo ve zararları müminlere ulaşıp zarar vermesin.

Cihad, Savaştan Daha Kapsamlıdır

Kur'ân âyetlerini düşünüp araştıranlar, Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını inceleyenler (ki O'nun sireti Kur'ân'ın mücessem hâlidir) cihad sahasının, savaş sahasından daha geniş ve kapsamlı olduğu neticesine varacaktır. Şöyle ki İslâm toplumunda oluşan zayıflık, acz ve kırılganlık emarelerini yok etmeye matuf çalışma ve gayretlerin, ikinci bir alternatif gücün bulunmadığı alanlarda çalışmaların, hayatın bütün alanlarındaki pozitif aktivitelerin tamamı cihaddır. Savaşa gelince, özel hâllerde ve silâhlı karşılaşma ile sınırlıdır. Barış esas, savaş istisnaî bir durumdur. Savaş şartları zaman ve mekân yönüyle daima sınırlıdır. Hattâ savaşın caiz olduğu alanlar, sahalar dahi sınırlıdır. Bu çerçevede savaşmak durumunda kalan bir Müslüman'ın çok dikkat etmesi gereklidir. Tâ ki şer'an yasaklanan haddi aşma vartasına düşmesin. Savaşta teslim olan veya Müslümanlığını ilân edenin öldürülmesi, kaçanın takip edilmesi, cesetlere işkence edilmesi, gerekmediği durumlarda öldürmek ve zaruret haricinde yıkıp yakmak caiz değildir. Öte yandan cihadın müdahale sahası savaştan çok daha geniş ve fazladır. Bu alanlardan biri de mal ve paradır. Eğitim, şahsî hak ve hukuklar, ihtiyaçların karşılanması, büyük projeler geliştirmek, yeryüzünü imar edip enerji kaynaklarını kullanmak, ziraat, ticaret, avcılık ve sanat.. hepsi mal ile cihad alanına girer.

Kur'ân'da on iki yerde nefis ve mal beraber zikredilmiş, on bir yerde de mal nefsin önüne geçmiştir. Zîrâ cihadda mala olan zaruret ve ihtiyaç nefsin önünde gelir. Sadece Tevbe Sûresi 111. âyette mealen "Allah müminlerden cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın aldı." buyrulmuştur. Zîrâ burada sözün devamında savaştan bahsedilmektedir. Savaş durumu ise maldan çok nefse ve cana ihtiyaç duyulan durumdur. Daha sonra âyetin akışında insanın mâlik olduğu şeyin Allah tarafından satın alınışı anlatılır. İnsanın canı malından elbetteki daha değerlidir. Bu yüzdendir ki Allah (celle celâluhu) söze değerli olanla başlamıştır.

Geride kalan asırlarda geniş Müslüman kitleler zihnî ve fikrî mânâda kabul edilmesi güç bir donukluk içine düşmüşlerdir. Bu donukluk hali; ubudiyet, fıkıh, akaid gibi dünya ve ahiret âlemine taalluk eden bütün alanlarda tesirini hissettirmiştir. Hattâ öyle ki cihad kavramının kapsamı daraltılarak sadece silâhlı mücadeleden ibaret bir faaliyetmiş gibi son derece yanlış bir algı oluşturulmuştur.

Savaş İslâm düşüncesinde cihad aşamalarının en sonuncusudur. Zaruret durumunda başvurulmasına ise tıpkı doktorun bütün ilâç ve tedavi yöntemlerini tükettikten sonra hasta olan uzvu sâir uzuvları kurtarmak adına kesmek durumunda kalması gösterilebilir. Ta ki problem daha da büyüyüp hastanın vücudunu daha büyük tehlikeye maruz bırakmasın. Bu noktadan hareketle denilebilir ki; gerekli kurumsallık ve altyapı oluşmadan savaş seçeneğine başvurmak asla doğru değildir. Bu sebeptendir ki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gerekli kurumsallık ve altyapı oluşumunun tamamlanmadığı Mekke döneminde savaş seçeneğine başvurmamıştır.1 Ne var ki, İslâm'ın özünü, ruhunu kavrayamayan bu dinin bazı evlâtlarının cihadın zorluklarının üstesinden gelememe acziyeti ve vazifelerini hakkıyla yerine getirme hususundaki ferdî ve içtimâî zaafları, savaşın en yakın seçenek olarak görülmesini netice vermiştir. Cahiliye döneminde rızık temini konusunda bazı Arapların acze düşüp çocuklarını rızık endişesi ile öldürmeleri ve her şeye rağmen Hz. İbrahim'in dinine tâbi olduklarını iddia etmeleri ferdî plânda kolaycılığa sığınmaya misal verilebilir. Bu meyanda Kur'ân onlara mealen şöyle seslenir. "Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın!" (İsra 31)

İçtimâî plânda ise, muasır bazı akımlar cihadın gerektirdiği yükümlülükler karşısında acz, zaaf ve sabırsızlık göstermeleri yüzünden hemen savaş seçeneğine sarılmaktadırlar. Bu yavan cihad söylemleri ise ya Batı karşıtlığı sloganlarıyla veyahut meşrû hükümetlere karşı ayaklanmalar şeklinde tezahür etmektedir.

Cihad; eğitim-öğretim, ticaret-sanayi, basın ve medya gibi hayatın her sahasında Kur'ân'ın o muazzam tesir gücünü kullanarak, insanların Hakikat etrafında toplanmalarını sağlama; iman şube ve fakültelerini gerçekleştirme hedefine matuf gayretlerin tamamıdır. İşte bu sebepten Allah (celle celâluhu), Resulü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem), kâfirlere karşı Kur'ân'la mücahede etmeyi emrederken Furkan Sûresi 52. âyette mealen şöyle buyurmaktadır: "O hâlde sen asla kâfirlere itaat etme ve Kur'ân'a dayanarak onlarla büyük bir mücahede gerçekleştir."

Âyet-i kerîmedeki bu emir, henüz Medine-i Münevvere'de İslâm devleti teessüs etmeden önce, inmişti. Bu da bir taraftan İslâm'a davetin cihadla bağlantısını ortaya koyarken diğer taraftan savaşın sadece gerektiğinde başvurulacak bir seçenek olduğunu karşımıza çıkarmaktadır.

Kur'ân'ın hazinelerini keşfedip, dünya ve ahiret meselelerine taalluk eden yönüne temas ederken Hacc Sûresi 41. âyeti mealen zikretmekte fayda vardır: "Onlar ki kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emredip kötülükten nehyederler. İşlerin akıbeti Allah'a varır." Kur'ân ile İslâm'a davetin cazibesi ve kabulü, iktidarların İslâm'a davet ve tesirinden çok daha güçlü olmuştur. Bu sebepledir ki insanlar, Kur'ân'ın ruhundan etkilenerek kitleler hâlinde İslâm'a girmişlerdir. Zîrâ Kur'ân akılları muhatap alarak kalplere seslenmiş; bedenin de ihtiyaçlarını göz ardı etmeden ikna ve irşat yolunu seçmiştir.Kur'ân'ın en güzel temsili sahabe-i kiramda ortaya çıkmıştır, ki onlar yeryüzünde âdeta yaşayan bir Kur'ân olmuşlardır. Kur'ân akıl ve kalbleri fethettiği anda insanlar İslâm'a girmişlerdir. Hz. Aişe, Medine-i Münevvere'nin Kur'ân ile fethedildiğini ifade etmektedir. Gerçek şu ki, daha İslâm'ın ilk dönemlerinde gerçekleştirilen fetihlerin temel sebebi Kur'ân'dır. Silâhlı güçlerin varlık sebebi ise, Kur'ân davetçilerine kapalı olan kapıları açmaktır. Devlet, İslâm'a davette sadece bir araç olmakta; davet mekanizması kitleleri İslâm'a girmeye ikna edip batıl dinlerin zulmünden İslâm'ın adaletine, kullara kulluktan Allah'a kulluğa çağırmaistikametinde gayrette bulunmaktadır. İslâm tarihinin daha ilk dönemlerinden itibaren Müslümanlar devlet mekanizması ile değil, sözden çok fiille, sloganlarla değil davranışlardaki derinlikle İslâm'a davette etkili olmuşlardır. Hattâ devlet davetin bir aracı hâline dönüşerek İslâm'ın mesajını birçok topluğa ulaştırmıştır. Yalnız insanların İslâm'a girmesinde zorla müdahil olmayıp daveti, diyalog ve ikna çerçevesinde gerçekleştirmiştir. Hâlihazırdaki bütün Müslüman milletler İslâm'a kılıç zoruyla değil gönüllerin fethiyle girmiştir.

Gönüllerin Fethi

Gönüllerin kılıçla değil sulh ve mülâyemetle fethedildiğine dair şüphesi olan varsa bu şüpheleri ortadan kaldıracak pek çok misâl olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Kendilerine tek bir İslâm askeri ulaşmadan İslâm'la müşerref olanların oranı günümüz Müslümanlarının yaklaşık yarısını teşkil etmektedir. Bunu dünyada üç bölgeye ayırmak mümkündür.

Güneydoğu Asya Bölgesi: Geçmişte bölgeye Budizm ve putlara tapma tarzında birtakım inançlar hâkimdi. Günümüzde bölgede yaklaşık 250 milyon Müslüman bulunmaktadır ki; bu rakam, İslâm âleminin altıda birini teşkil etmektedir. Bölgede Filipinlerin doğu ucundan başlayıp Hint Okyanusu'ndaki Maldiv Adaları'nda biten geniş bir coğrafyada Müslüman nüfus söz konusudur. Filipinlerin Moro bölgesinde % 12 oranında Müslüman nüfus vardır. Taylant'ta Malezya sınır Fitani bölgesinde ve Burma'da Bangladeş'e sınırı olan Arakan'da Müslümanlar varlıklarını sürdürmektedirler. Buna ilâve olarak İngilizlerin kontrolündeki İslâm dünyasına, bölgenin sanayi ve bilimsel anlamda en gelişmiş ülkesi Malezya'ya, oradan da Singapur'a Müslüman varlığı açısından bakmak önemlidir. Yakın tarihin çeşitli zamanlarında bölgede İslâm nüfusu azalma eğilimine girmiştir. Gönül erlerinin İslâm'a davetteki donanım ve samimiyetleri olmasaydı Müslüman varlığı bölgede yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktı.

Doğu ve Orta Afrika Bölgesi: İslâm tarihinde, Mekke'den Habeşistan'a hicret yoluyla ilk İslâm öncülerinin bu bölgeye ulaşmasına rağmen, Müslümanlar sayıca az olması sebebiyle o zamanlar bölgede büyük fetih ve zaferler gerçekleştirememişlerdir. Medine'de İslâm devletinin tesisi ayrıca Müslümanların Medine'ye dönüşü de bunda önemli paya sahiptir. Daha sonraki zamanlarda, kalplere hitap eden gönül erleri insanlara gösterdikleri güzel muamele ve üstün ahlaklarıyla bölge halkının arasına girip onlara İslâm'ı anlatmaya muvaffak olmuşlardır. Fetih ve irşad adına uzun asırlar gerilemeden sonra bile Tanzanya, Kamer Adaları, Eritre, Cibuti ve Somali'de Müslümanlar hala çoğunluğu temsil etmektedir.

Yine İslam coğrafyalarının zor durumda oldukları zamanlarda bile Batı Afrika ve Güney Sahrada güvenilir resmî istatistikler bölgede 15 devlette Müslüman nüfusun % 70'in üzerinde olduğunu göstermektedir. Bunları takip eden 10 ülkede ise Müslüman nüfusunun % 50'nin üzerinde olduğu görülmektedir. Bu rakamlar uzun süren Batı sömürge döneminin ardından oluşan rakamlardır. Bölge, köklü İslâm hâkimiyeti sonrasında güçlü bir Hıristiyan varlığı ile karşı karşıya kalmış; fakat her şeye rağmen 100 milyon nüfusun varlığını sürdürmesi bu dinin öz gücünü ve rahmet televvünlü fetihlerin önemini bize göstermektedir. Zîrâ bu geniş bölge, tek bir İslâm askeri ulaşmadan Müslüman tüccarlar eliyle İslâm'a girmişlerdir. Bunda büyük tasavvuf adamlarının rolü de önemlidir. Nijerya'nın 140 milyonu aşan nüfusunun % 65'i Müslüman'dır.

Gönüllerin fethine misâl olarak Afrika'da en büyük İslâm nüfusuna sahip Nijerya, Asya'da ise Endonezya yeter. Yeryüzünün değişik bölgelerinde kalplerin fethini hedeflemiş adamların davetine beğeni ve kabulle icabet eden nice Müslüman topluluk vardır. Güney Çin, Kuzey Asya, Kuzey Kafkasya'dan Sibirya'ya uzanan bölge, Rusya'dan Pasifik Okyanusu'na kadar olan bölge (ki bu bölgede Buhara'dan gelen tüccarlar vesilesiyle İslâm'la müşerref olanların büyük payı vardır.) bunun en somut misâllerindendir.

Abbasi Devleti'ne karşı yapılan Moğol ve Tatar saldırıları karşısında askerî birlikler bozguna uğrayıp sonbahar yaprakları gibi düşmelerine rağmen kalplerin fethine adanmış yiğitler İslâm sancağını hep yüksekte tutmayı başardılar. Hattâ kendilerini işgale gelen orduların dahi İslâm'la müşerref olmalarına vesile oldular. Galip tarafın mağlup olanın inanç ve kültürünü benimsemesi rahmet televvünlü fetihlerin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bütün bunlar bu dinin mesajının evrensel olduğunu, kalemin kılıca, mürekkebin de kana galebe çaldığını ispatlamaktadır.

Kalbleri Fetheden Gönül Erlerinin Geleceği

Batılı bilim adamlarının topluluklar hâlinde İslâm'a girişlerini gören biri, bununla İslâm'ın büyüklüğünü anlarken aynı zamanda Müslümanların çöküş gerçeğini görecektir. Zîrâ bugün İslâm, kömürcünün elindeki mücevher konumundadır. İslâm'ı yeni tanıyan biri İslâm'ın yüceliği ile onun müntesipleri olan Müslümanların geri kalmışlığı arasındaki uçurumu görerek hayrete düşmektedir. Bu sebeple Müslümanların kendileri ile İslâm arasındaki uçurumu kapatma adına köprüler inşa etmeleri, İslâm adına gerçekten büyük bir fetih ve zafer olur.

Bulunduğumuz asır İslâm'ın asrıdır. Evet, müslüman olmayanların bu dinle imtihanlarında, Müslümanların olumsuz tavır ve davranışları olmasa, hakikaten bu asır İslâm asrı olacaktır. Beyaz cihad (mânevî cihad) ki, bu dinin tabiatıyla yüzde yüz uyumludur. Bu kabil bir cihad metodunu kolaylıkla bu asrın kalbine aşılamak mümkündür. Gelecek; gönüllere, akıllara hitap eden mânevî cihad ehlinindir. İslâm'a göre el ile müdahale, ancak konuşma hürriyetinin kısıtlandığı zaman olur. Kalem kırıldığı zaman, kılıçla müdahaleye sebep bir ortam doğar. Güç kullanılmayan bu cihatta davetçilerin ayakları yeryüzünde dolaştığı sürece halklar hareket edemeyecek, İslâm'ın sesi seçkin ve asil radyo ve televizyonlarla dalgalandıkça savaş uçakları saldıramayacaktır. Zaman ispat etti ki, internet, televizyon ve birtakım kitle iletişim araçları İslâm gerçeklerini ve Müslümanların durumlarını, dünyada her eve ulaştırmada savaş gemilerinden ve füzelerden daha hızlı tesir gücüne sahip olmuştur. Bu çağ, beyaz cihad (mânevî cihad) için altın çağdır. Yeter ki Müslümanlar bunu iyi kullanıp değerlendirebilsin.


Dipnotlar
1.Peygamber Efendimiz'e maddi cihad izni Medine'de verilmiştir.

Kaynak: http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/gonullerin-fethi-103

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu