Dini Grupları Bekleyen Tehlike

Özellikle son 2 yıldır, bazı medya organlarında giderek artan bir şekilde, dünyanın dört bir yanında eğitim, diyalog ve yardım faaliyetleri ile mefkûremizi ve evrensel insanlık değerlerimizi bayraklaştıran gönüllüler hareketi Hizmet’in devletin içinde hukuka aykırı bir yapılanmaya girmiş bir örgüt, çete, cunta olduğunu iddia eden yazılar çıkıyor.

Perinçek’in dergilerinde pek çok polis listesi ile birlikte yayımlanan ve doğruluğu delillerle ispatlanamamış bu iftiraları, bugünlerde dindar ve muhafazakâr medya organlarının yayıyor olması üzüntü vericidir. Daha da üzüntü verici olanı ise etkin bazı siyasetçilerin, bu iftiraları sanki gerçekmiş gibi değişik tonlarda vurgulamaları ve bunların üzerlerine devletin tüm gücü ile gidileceğini beyan etmeleridir. Ürkütücü olan ise bazı danışmanların devlet geleneğinden bahsederek, devletin uygun gördüğü kişileri “ürpertici” usullerle yok ettiğini açık açık sosyal medyada yazmaları, bazı fıkıh profesörlerinin devlete itaat etmeyen cemaatleri tasfiye edilmesi elzem “dırar mescid”lerine benzetmeleri, devletin menfaati için bazı kişi ve gruplara haksızlık yapılmasının ehven-i şer olduğunu açıkça savunmalarıdır.

Tüm bu gelişmeler üzerine, Fethullah Gülen Hocaefendi, hem Başbakan Tansu Çiller zamanında hem de 2005’te AK Parti hükümetleri döneminde farklı şekillerde çıkarılmak istenen ve inanç gruplarını silahsız terör örgütü kapsamına sokabilecek yasalara itiraz ettiği gibi, Hizmet’in yasa dışı örgüt olarak gösterilmesine de itiraz etti ve eskinin menhus TCK 163. maddesini kamuoyuna hatırlattı. Yıllarca, savcılar, kâh 163’ü kâh günümüzde hâlâ geçerli olan şapka kanununu ve tekke ve zaviyeleri yasaklayan devrim kanunlarını gerekçe göstererek sokaklardan, camilerden, mescit ve dergâhlardan adam topladılar. Evlerinde dinî kitap okuyanlar ya da bir dergâhta zikir çekenler bile bu madde ile cezalandırıldılar ve hapis yattılar. Bunların yarın olmayacağının hiçbir garantisi yok. Merhum Turgut Özal zamanında, cemaatler ve dindarlar artık demokrasiden geri dönüş olmayacağını düşünüyorlardı. Ancak 28 Şubat bir silindir gibi hepimizin üzerinden geçti ve olan masum insanlara, gece yarısı baskınlarında saçından çekilip itilip kakılan vakıf ve derneklere emanet kız çocuklarına oldu. Devletin ceberutluğu devam ettikçe ve bu kanunlar hâlâ yerinde kaldıkça bu tip manzaralar sadece dindara alerjili idareler zamanında değil, belli dindar grupları vizyon ve projelerinin önünde birer sorun olarak, “baği” olarak, “dırar”cı olarak görmesi muhtemel dindar idareciler zamanında da yaşanabilir.

Nasıl ki Hocaefendi, eskiden bu itirazları yapıyorken devletin iktidarına ortak olmaya ya da siyasetçiliğe kalkışmamıştı ve sadece vatandaşlık görevini yerine getirmişti, bugün de benzer şekilde hakkı ve hukuku savunuyor ve kamuoyunu ikaz ediyor. Nasıl ki, zamanın kendini haklı çıkardığı önceki ikazlarını kimse tehdit olarak algılamamıştı, bugün de tüm cemaat ve inanç gruplarını ikaz ediyor olması basit bir demagojiye kurban edilip tehdit olarak lanse edilemez. Ülkede, bürokratlar hariç, herkesin her konuda, şiddeti ve nefreti teşvik etmedikçe, siyaset, devlet idaresi, bütçe yapımı, yasama ve hatta yargı dâhil, her konuda doğru ya da yanlış fikrini beyan etme hakkı ve özgürlüğü vardır, hem Hocaefendi hem de Hizmet gönüllülerinin hakkı ve özgürlüğü vardır. Bu haklarını kullanmaları için ne parti kurmaları gereklidir ne de dinî kimlikleri bu haklarını kullanmalarına engeldir. Ülkeyi dindar siyasetçiler değil, velayeti müsellem zatlar yönetiyor olsalardı bile bu hakları yine olurdu.

Hizmet gibi hukuka aykırı zerre işi olmamış hareketler ve gruplar, sırf eleştiri haklarını kullandıkları için yasa dışı örgüt ilan edilirlerse, Hizmet, verilen kurbanların sadece ilki olacaktır. Kendini sevenlerinin medyası olan, yüz binlerce seveni ile Hizmet bile bundan kaçamadı ise diğer grupların kaderinin idarecilerin, savcıların, polislerin, jandarmanın iki dudağı arasında kalacağını anlamak için tarihimize bakmamız yeter ve artar. Maalesef tarihimize bakıldığında devletin ve idarecilerin her zaman adil ve hukuka uygun davranabildiklerini söylemek zordur. Devletin menfaatleri adına Efendimiz’in (sas) mübarek torunu aleyhinde bile fetvalar üretilebilmiş ve Kerbela’ya bile sözde hukukî bir zemin bulunmuştur. Sırf devlet görevini kabul etmediler diye İmam-ı Azam, İmam Ahmed bin Hanbel gibi binlerce seveni olan büyük mezhep liderleri bile devlet yöneticileri elinde türlü eziyetlere maruz kalmışlar, hatta hapis yatmışlardır. Allah’ın rızasından başka maksat gütmediği yüzyıllardır müsellem, gönüller sultanı Mevlânâ bile sırf fikirleri ve sosyal faaliyetlerinden dolayı Moğol ajanı olmakla, iktidara göz dikmekle ve hatta kâfir olmakla suçlanmıştır. Ulemanın bugünkü anlamı ile fiilî olarak anayasal fren ve denge rolü oynayamadığı zamanlarda, askerî gücü elinde tutan bazı idareciler keyfî yönetimlere yönelmişler, yaptıklarını tecviz edecek fetvaları ise bağımsızlıklarını yok edip birer memurları haline dönüştürdükleri bazı âlimlerden, hiçbir zorluk çekmeden almışlardır.

Dindarların, “en kötü devlet, anarşi ve kaostan iyidir” diyen Sünni-Hanefi geleneğini teoride olmasa da uygulamada yanlış yorumlayıp, devleti adeta kutsal görmekten ve ona körü körüne itaat eder olmaktan kurtulmaları şarttır. Kaos ve anarşi elbette çok kötüdür ancak onun alternatifi kötü ve keyfî idare ve buna sessiz kalınması değildir. Devlet, aynen para gibi, lazımdır ancak mecburen katlanılması ya da kullanılması gereken bir araçtır. İnsan olmanın şartı nefs-i emmareye sahip olmaktır ancak bu, nefs-i emmareyi kutsallaştırmaz. Aksine, nefs-i emmare, bizi esfel-i safiline sürüklemesi yerine insan-ı kâmilliğe yükseltmesi için her an çok sıkı kontrol ve gözetim altında tutulması gereken bir varlıktır. Aynı şekilde devlet de insanların, toplumların mutlu ve müreffeh yaşaması için birer araçtır. Bozulan araç tamir edilir, “kutsaldır dokunulmaz, itiraz edilmez, sadece itaat edilir” denmez. Devlet, sadece günümüzdeki cari genel hukuk kaide ve prensipleri açısından değil, İslam hukuku açısından da, bireyin canını, aklını, malını, dinini, ailesini korumakla mükelleftir. Bunun da günümüzde mevcut olan en iyi şeklini, ürettikleri teknoloji, ilaçları ve hatta keşfettikleri kalp ameliyatlarını her gün kullandığımız Batılı ülkelerin bulduğu acı ve açık bir gerçektir. Müslümanlar daha iyisini uygulamaları ile ortaya koyana kadar da bu tespit bir aşağılık kompleksinin ya da oryantalizmin değil acı bir gerçekliğin ifadesi olarak kalacaktır. Zaten, İslam ülkelerinin hal-i pür melali, bu tespitin en yüksek sesli şahididir. Eğer Cenab-ı Allah’ın bile “dileyen iman eder, dileyen küfürde kalır” diyerek serbest bıraktığı insan aklı, hür iradesi, eleştiri hakkı, aklının yatmadığını kabul etmeme hakkı kişinin elinden alınıyorsa orada arızalı bir devletten söz etmek gerekir. Kaldı ki iman etme gibi çok temel bir konudan değil devleti ve siyaseti ilgilendiren daha basit konular olan yolların yapılması, vergilerin toplanması, harcanması, ordunun hazır edilmesi, polisin yetkileri, eğitimin dili, seçimin şekli gibi dünyevî hususlarda insanların, dindarların, hocaların, vaizlerin, vakıfların, dinî grupların, STK’ların, şirketlerin söz hakkı olmasına demokratlar değil sadece laikçi Kemalistler itiraz eder. Ayrıca, belli bir inanca, inanç yorumuna, hizmet grubuna, dinî cemaate ya da tarikata gönül vermiş insanların, aynen bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi, bürokraside olmaları, ilintili oldukları grupların siyasete girdikleri, devlet iktidarına ortak oldukları, devlet içinde devlet oldukları anlamına gelmez. Hukuka aykırı iş yapanın, her kim olursa olsun, delilleri ile yargıya verilmesi gerekirken, ispata muhtaç soyut ithamlarla koskoca camiaların yasa dışı örgüt gibi lanse edilmesi suçtur. Bürokraside seveni ve gönül vereni bulunan sadece Hizmet camiası değildir. Bugün, farklı görüşlere sahip dindar gruplara gönül veren pek çok bürokratın devlette görev yaptığı, hatta bazı bakanlıklarda bazılarının etkin olduğu bir sır değildir ve bu bir suç da değildir. Devlette, Milli Görüşçü, “AK Partici”, Menzil ehli, Süleyman Efendi’ye gönül vermiş, İskendarpaşa dergâhından, Aziz Mahmud Hüdai Vakfı’nın misyonuna inanmış, İsmailağa ile gönül bağı olan bürokratlar, zabıtalar, polisler, savcılar elbette vardır. Bugün Hizmet, sırf bürokraside sevenleri var diye devlete sızmış örgüt muamelesi görürse, yarın da bu mezkûr grupların aynı muameleye maruz kalmayacağının bir garantisi yoktur. Dindar bir memur dışarıda arkadaşları ile sohbete gidemez mi, dergâhta beraber bulunamaz mı, vakıflara ve derneklere gönüllü yardım edemez mi? Bunlar asla örgüt ya da paralel yapı sayılamaz. Asıl kriter, bu kişilerin kime ve neye gönül verdikleri, nerede bir araya geldikleri değil, burada hukuka aykırı bir iş yapıp yapmadıkları, amirlerinden başkasından emir alıp almadıkları, suç işleyip işlemedikleridir. Buna da dedikodu, algı üretimi, psikolojik harp operasyonu ve aynı yalanın her gün tekrarlanması ile değil somut deliller ile yargı karar verecektir; medyaya yansıyan somut deliller üzerinden de elbette maşeri vicdanın da bir kanaati oluşacaktır.

Hz. Ömer’e “yanlış yaparsan seni doğrulturuz” diyenlerin, gördüğü yanlışa anında ses çıkaran Ebu Zer’lerin, Hz. Ömer’e giydiği elbisenin kumaşını nereden bulduğunun hesabını soranların, ümmetin en önemli vazifesi olan “emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker”i (iyiliği teşvik etmek, kötülükten sakındırmak) sadece camide değil sosyal ve de siyasal alanda yapan ulema ve diğerlerinin mirası bugün demokratik çerçevede fikir özgürlüğü, eleştiri özgürlüğü, inanç ve kanaat önderlerinin varlığı, sivil toplum, bağımsız ve hukuku yapan siyasetçi de dahil herkese hesap sorabilen yargı, bir kör kuruşun hesabını soran çok etkin ve hakkı ile iş yapabilen denetleme kurumları ve tüm bunları kamuoyu adına takip edip sorgulayan hür ve bağımsız medyada tecelli ettiği çok açıktır. Dindarlardan beklenen, bu kutlu mirasa ve emanete, kimseye boyun eğmeden sahip çıkmalarıdır.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu