Sulhun anahtarı: Kardeşlik

Barışın olduğu bir ortamda yaşamak istiyorsak önce kardeş olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü kardeşlik, tüm hamasi duyguların önünde olduğu için kargaşa ve kavgaları önlüyor.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye'nin gündemini en çok meşgul eden konu 'Sulh' oldu. 30 yıldır ülkenin acısı olan terör sorununu ortadan kaldırmak ve barışı hâkim kılmak için devlet erki, taraflarla masaya oturdu. Önümüzdeki günler ne getirecek bilinmez, ama 'sulh' kelimesinin adının geçmesi kimi kesimleri rahatsız etse de, ülkenin büyük bir çoğunluğunu mutlu etti. Gazetecilerden kanaat önderlerine pek çok kişi, barışı, bunun önemini ve nasıl sağlanacağı meselesini yorumladı. Sürece karşı vatandaşlar tepkisiz değildi elbette. Onlar da sosyal medyadan konuya ilişkin düşüncelerini ifade etti. Çoğu beklentiliydi ve bunun geç kalınmış bir adım olduğunu söylüyordu. Fakat, herkesin kalbini ve zihinini meşgul eden bir yığın ortak soru vardı: "Sulh kimlerle yapılırdı?", "Yaşananlardan sonra sulhe kapılar açılır mıydı?", "Sulh için ne gerekliydi?" vs. Çok geçmeden, bu sorulara bir cevap kabilinden önemli bir çağrı geldi.

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, "Sulh hayırdır, hayır sulhtadır." başlıklı kısa sohbeti, internet üzerinden yayınlandı. Bu sohbet, hem medya hem de siyasiler tarafından ilgiyle karşılandı. Hocaefendi, dinimizin sulhu hayırlı gördüğüne, Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sulh için attığı adımlara değiniyordu: "Milli onur, milli gurur ayaklar altına alınmamak kaydıyla, o mefkûreye saygı devam ettiği müddetçe -bence- el de öpülebilir, etek de öpülebilir. Heyet-i İslamiye, heyet-i milliye arasında huzurun temini adına katlanılabilecek her şeye katlanmak lazım. Hayır, sulhtadır, sulh her zaman hayırlıdır."

Hocaefendi, bütün bunları anlatırken önümüze Asr-ı Saadet'ten bir de örnek koydu: 'Hudeybiye Barışı.' Medineli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında 628 yılında imzalanan Hudeybiye Antlaşması, dinimizin sulh karşısındaki tutumunu görmemiz açısından önemli. İsterseniz o dönemi hatırlayalım: Efendimiz eşliğinde Medine'den Mekke'ye hac vazifesini yerine getirebilmek için yola çıkan Müslümanlar, Mekkeli müşrikler tarafından şehre alınmaz. Bu da 500 kilometrelik yolu yanlarında kurbanlık hayvanlarıyla yürüyüp gelen Müslümanları hayal kırıklığına uğratır. Ama asıl hüsran, Peygamberimiz'in onlarla barış yoluna gitmesiyle yaşanır. Allah Resûlü'nün müşriklerle anlaşma yapmak istemesi, bazı Müslümanlar tarafından hoş karşılanmaz. Müşriklerle masaya oturulamayacağına inanırlar çünkü. Lakin Resûlullah, sulh için tüm izzet-i nefsini bir kenara bırakır. Atılan imzaların ehemmiyeti ise yıllar sonra anlaşılır. Barışa karşı çıkan Müminler seneler sonra, "Siz Mekke'nin fethini fetih sanıyorsunuz. Ama asıl fetih Hudeybiye." diyerek Efendimiz'in bu kararının ne kadar mühim olduğunu dile getirir. Hudeybiye Barışı o yıl Müslümanlara hac vazifesini yaptırmaz ama, on yıl içinde kalplerin fethine vesile olur. Hocaefendi de işte bu zaviyeden bakıp, nefsimize ağır gelse de sulh için adım atmakta, bilmediğimiz hayırların olduğunu hatırlatıyor bizlere. Huzur ortamını sağlamak için bize ters gelen şeyler elbette olabilir. Ama buna rağmen inananların, Hudeybiye Sulhu'ndaki mantık ve muhakemeyi örnek alarak yapılması gereken ne varsa onu üstlenmesi lazım.

Görüyoruz ki Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulamalarına göre sulhun yolu kardeşlikten geçiyor. Zira Allahu Teala, toplumun en küçük biriminde dahi barışın sağlanmasını ve insanların birbirlerini sevmesini istiyor. Ancak bu şekilde hem ailede hem de toplumun diğer kesimlerinde huzur ortamının hasıl olacağını bildiriyor. Hocaefendi de 'Sulh hayırdır' konuşmasında bu noktaya dikkat çekiyor. Ona göre, toplumumuzdaki uyumsuzluğun sebebi birbirine katlanamayan insanlar. Herkesin kendi tarz-ı telakkilerinde serbest olması gerekirken biz hal ve tavırlarımızla bu serbestiyeti kaldırıyoruz. İnsanlara hoşgörülü yaklaşmıyoruz. Herkes karşısındakini kendine benzetmek istiyor. Bu da yetmiyormuş gibi benzemeyene dirsek vuruluyor. Bütün bunların altında da kardeşlik duygusunun olmaması, kişilerin kendilerinden başkasını sevmemesi yatıyor.


'İslam' kelimesinin kökü 'sulh'

İslamiyet, barış ve kardeşlik dini olarak iniyor yeryüzüne. İlahiyatçı ve meal yazarı Prof. Dr. Suat Yıldırım, İslam'ın, kelime olarak 'silm' kökünden geldiğini, bunun da sulh ile aynı anlamda olduğunu anlatıyor. Yani İslam kelime manasıyla da insanlığa barışı telkin ediyor. Nitekim Asr-ı Saadet'te dinimizin bu yönü, Allah Resûlü tarafından ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Bu noktada Iğdır Ünivesitesi İlahiyat Fakültesi'nden Yard. Doç. Dr. Osman Bilgen, dikkatlerimizi Hicret'ten sonra Müslümanların Efendimiz önderliğinde Medine'de inşa ettiği devlete çekiyor: "Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bundan on dört asır önce Medine'de tüm çağlara damgasını vuracak bir refah ortamını kabileleri birbirine kardeş yaparak sağladı." Anımsayacak olursak, Peygamberimiz'in dinimizi ilk yaydığı topraklar olan Arap Yarımadası'nın en büyük sorunu, kabilecilik ve kavmiyetçiliğin ön planda tutulmasıydı. İnsanlar birbirlerine ırklarına göre muamele ediyordu. Buna rağmen, Hicret'ten önce ırkçılık ve menfaatçiliğin hâkim olduğu Medine'de, Hicret'ten sonra soy ve renk farklarını öne çıkartmayan yeni bir toplum oluştu. 'Evs' ve 'Hazrec' kabileleri Arap Yarımadası'ndaki bu halin özeti gibiydi adeta. Ancak Resûlullah ve getirdiği dine iman ettikten sonra birbirleriyle barıştılar. Kurulan İslam Devleti'nde sulh içinde yaşadılar. Asr-ı saadette ve Dört Halife Devri'nde yaşanan barış ve hoşgörü ortamı, İslam coğrafyasında belki de son kez Osmanlı İmparatorluğu'nda kendini gösterdi. Çeşitli milletlerden oluşan tebaa, gerek yönetim kademelerinde gerekse hayatın diğer alanlarında kardeşçe yaşadı. Fakat bugün tam tersi söz konusu. Günümüz Müslümanları inandıkları dinin içerdiği bu mahiyetten habersizce yaşıyor maalesef. Irkçılık ve milliyetçilik gibi duyguların pençesine takılıp din birliğini unutuyor.

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Celaleddin Çelik de toplumdaki huzursuzluğu bu sebeplere bağlıyor: "Kimse birbirinin yaşantısından hoşnut değil. Herkes birbirinin inancından yahut nesebinden rahatsız. Din kardeşleri dahi dinlerin ortak olmasını birbirilerini sevmek için bir sebep olarak görmüyorlar." Halbuki huzur için, ırk ve dil farkı gözetmeden din kardeşliğinin esas alınması gerekir. Allah (cc) pek çok ayette dil, renk ve kültür gibi ayrılıklara rağmen bütün insanların eşit ve birbirilerinin kardeşleri olduklarını ifade ediyor. Buna mukabil kardeşliğe mani olacak duyguları haram kılıyor. Nahl Sûresi'nde kardeşler arasında adalet ve ihsan emredilirken, zulüm ve azgınlık yasaklanıyor. Ama bu uyarılara rağmen milliyet-i menfiyeye tutunarak din kardeşliğimizi ihmal ediyoruz. Oysa bize düşen kardeşliğin neden gerekli olduğunu idrak edip, toplumumuzda bu duyguyu yaymak. Bunun için de pek çok yol var. Osman Bilgen, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin Uhuvvet Risalesi'nde zikrettiği, "Hâlık'ımız bir, Malik'imiz bir, Mabud'umuz bir, Râzık'ımız bir... bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir... bir bir yüze kadar bir bir..." düsturunu ön planda tutmanın barış ve kardeşlik için ilk adım olabileceğini düşünüyor. Suat Yıldırım da, Bilgen'le hemfikir: "Bediüzzaman'ın öne sürdüğü tez, farklıları kabullenip bir arada yaşamanın ilk yolu." Efendimiz'in İslam devletinin temellerini atarken esas aldığı şey de bu zaten. Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), Hicret'ten sonra ensar ve muhacir arasında kardeşlik ahidnamesi imzalatıyor. Ahidnameye göre; ensar muhacire, muhacir ensara emanet ediliyor. Böylece, bir zamanlar birbirlerinin boynunu vuracak durumda olanlar birbirleri için canlarını feda edebilecek hale geliyor.


Kardeşlik reçetesi

Son dinin barış ve kardeşlik üzerine olması, Son Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu düsturlarla insanlara Hakk'ı anlatması boşuna değil elbet. Dünyayı yaşanır kılmak için her şeyden önce sulh ve uhuvvete ihtiyaç var. Çünkü uhuvvetin olmadığı yerde barış söz konusu olmuyor. Terör ve zulüm baş gösteriyor. İlk insan ve Peygamber Hz. Adem'in oğlu Kabil'in kardeşi Habil'i de öldürmesi bundan değil miydi zaten? Kabil, kalbinde kardeşlik yerine haset, kin, kıskançlık ve bencillik gibi duygulara yer verince kardeşinin kanını akıtması kaçınılmaz olmuştu onun için. Bu yüzden Allah, kardeşliğe mani olan tüm duygulardan uzak durmayı; hüsn-ü zan ve hoşgörüye tutunmayı emrediyor. "Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün." (Fussilet, 34) ayeti bu anlamda manidar. Zira Cenab-ı Hak, ruhumuzda kardeşliği yeşertmenin reçetesini veriyor burada.

Dinimiz, kan akıtmayı yedi büyük günahtan sayıyor. Allahu Teâlâ, Maide Sûresi 32. ayette "Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir." diyerek kan dökmenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu bildiriyor. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden İslam hukukçusu Prof. Dr. Saffet Köse ayete dayanarak, İslam hukukunda bir insanın yaşama hakkının ancak o canı ona veren tarafından alınabileceğinin altını çiziyor. Allah Resûlü de kan dökmeyi kardeşlik ve barışa mani bir durum olarak addettiği için Veda Hutbesi'nde meseleye değiniyor: "Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Sonuçta bütün Müslümanlar kardeştir. Bir Müslüman'ın kanı da malı da helâl olmaz." Bunun içindir ki, "Bütün insanlar Allah'ın ailesidir. Allah katında en sevimli olanlar, insanlara en güzel davranandır/en faydalı olandır." hadisinin tavsiye ettiği fehvaya uymak gerekiyor. Burada, Vahşi'yi hatırlamakta fayda var. Biz eğer Hz. Hamza'yı öldürdüğü için Vahşi'ye küsseydik, Uhud Savaşı hedefine ulaşamazdı. O, savaşta Hz. Hamza'yı öldürmesine rağmen Müslümanlar kendisine tavır almadığı için İslamiyet'i kabul etti. Saadet Asrı'nda Vahşi'ye tanınan bu müsamaha, bugün de Müslümanlara sulh için hangi üslubu kullanmaları gerektiğini gösterdiği için pusula mahiyetinde.

Müslümanların, İslam'ın ilk yıllarında olduğu gibi birbirlerine uhuvvet beslememelerinde pek çok sebep var. Bunlardan biri de ibadetlere olan alakanın azalması. İslamiyet'in farz olan ibadetleriyle dahi barış ve kardeşliğe ortam hazırladığına dikkat çeken Osman Bilgen'e göre, İslam'daki her bir ibadette uhuvveti pekiştiren bir yön söz konusu. Mesela cemaatle kılınan beş vakit namaz, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlıyor. Oruç ve zekât, aç ve susuz kimselerin halini düşündürüp bizleri yoksul insanlara yardıma teşvik ediyor. Hac ise farklı renk ve ırktaki müminleri bir araya getirdiği için ırkların ırklara üstünlüğünü ortadan kaldırıyor.

Dinimiz her yönüyle, inananlara kardeşliği telkin ediyor. Bize de "Sulh hayırdır. Hayır, sulhtadır." hadisindeki düstur ile hareket edip sinelerimizi uhuvvete açmak düşüyor.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu