Halkın İçinde Hak’la Beraber

Soru: Yalnızca ibadet, zikir, riyâzet ve tefekkürle meşgul olmak ve bu yolla mâsivadan bütün bütün sıyrılmak için bir köşeye çekilip toplumdan uzak ve yalnız başına yaşamayı tavsiye eder misiniz? Uzlet ve halvet konusunda mefkûre kahramanlarının takip etmesi gereken çizgi nasıl olmalıdır?

Cevap: Uzlet; insanlarla beraber olmaktan kaçınmak, bir kenara çekilip tek başına yaşamak ve hep yalnızlığı ihtiyar etmek manalarına gelmektedir. Aslında, uzlet, halvetin bir buudunu teşkil etmektedir; dolayısıyla, aralarında çok küçük bir fark bulunan bu iki kelime bazen birbirinin yerine de kullanılabilmektedir. Bir tasavvuf ıstılahı olarak halvet; çevre ile her türlü alâkayı kesme, gönlü bütün dünyevî arzulardan temizleyip benlikten sıyrılma ve böylece Hakk’a erişme amacıyla tek başına bir hücreye kapanıp sadece zikir, murâkabe, ibadet ve riyâzet ile meşgul olma demektir.

Bir başka ifadeyle, halvet, bir rehberin nezaretinde inzivâya çekilip kendini ibadete vermek suretiyle, kalbi bâtıl itikadlardan, süflî duygulardan, kötü düşüncelerden, çirkin tasavvurlardan ve fenâ tahayyüllerden arındırarak, Hak’tan gayri her şeye karşı kapanıp latifelerin diliyle Hak ile sohbet etmenin unvanıdır.

Bazı dönemlerde, içtimaî hayattaki çalkantılar ve özden uzaklaşmalar sebebiyle genel atmosfer insanların kalbî ve ruhî terakkileri için namüsait bir hal almaktadır. Seyr ü sülûk-i rûhâniyle hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakarak kalb ve ruhun derece-yi hayatına yükselme o türlü hallerde neredeyse imkansız olmaktadır. Umum insanların alabildiğine serâzad, oldukça lâubâli ve çok çakırkeyf bir hayat tarzına alıştıkları böyle dönemlerde, gönülleri Allah’a yönlendirmek için mecburen halvet yolunu tercih etmek gerekmektedir. Dolayısıyla, dünden bugüne benzer şartlar altında bazı mürşitler çıraklarını uzlete çağırmışlar, onlara halveti işaret etmişler ve hatta belli kaideler çerçevesinde Halvetiye mesleğini başlatıp geliştirmişlerdir.

Riyâzetin Üç Esası

Evet, halvetin önemli bir yanını “uzlet ani’l-enâm”, diğer buudunu da riyâzet teşkil etmektedir. Hak ehline göre; nefsi, bedenî arzulara karşı gemlemek ve ruhu, kemâlât-ı insaniye semalarına doğru şahlandırmak için halktan uzaklaşıp tek başına yaşamak kâfi değildir; yalnızlığın yanı sıra “kıllet-i kelâm”, “kıllet-i taâm” ve “kıllet-i menâm” esasları üzerine bina edilmesi gereken bir riyâzet de şarttır.

“Kıllet-i kelâm”; içinde gıybet, iftira, haset ve dedikodu gibi dil afetlerine yer olmayan ve doğruluktan asla şaşmayan, az, öz ve hikmetli söz demektir. Evet, hakiki mü’minin önemli bir özelliği sükûtunun tefekkür, konuşmasının da hikmet olmasıdır. O, zamanı boşa harcamaktan kaçındığı gibi söz israfından da uzak durur, kendisini zararlı kimselerle oturup kalkmaktan ve faydasız konulara dalmaktan korur; etrafındakileri insanlığın zirve noktalarına çıkartmak için onlarla beraber olur. O ne zaman konuşmaya dursa, Rabb’in rızasına matuf bir şekilde Kur’ân ve Sünnet’in şerhinden ibaret sözler etmeye koyulur. Her meseleyi evirip çevirir, sözü mutlaka Cenâb-ı Allah’a ve Rasûl-ü Ekrem’e getirir; en mâlâyâni muhavereleri bile bir yolunu bulup sohbet-i Cânân ufkuna yönlendirir. Hep hak söyler, hakikate tercüman olur ve her işi gerçek sahibine bağlayıp sürekli marifetten, muhabbetten, aşk u iştiyaktan dem vurur.

Şu kadar var ki, günümüzde bazı insanlara hak ve hakikati anlatabilmek için önce onlarla diyalog yollarının araştırılması gerekmektedir. Kendimizi ifade edebilmemiz ve kendi öz değerlerimizi tanıtabilmemiz ancak herkesle diyaloğa geçmemizle mümkün olacaktır. Ne var ki, insanlarla tanışır tanışmaz kalkıp marifetullahın en ince hakikatlerinden bahsetmek de onları kaçırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu itibarla, insanlarla akılları, idrakleri, mantıkları ve muhakemeleri ölçüsünde konuşmak da kıllet-i kelâmın ya da hikmetli beyanın bir esasıdır.

“Kıllet-i taâm”; az yemek, yeme-içmede itidalli olmak, helal ve temiz yiyecek ve içeceklerden ancak vücudun ihtiyacı nispetinde yiyip içmek demektir. Yeme ve içmesini disipline edemeyen, abur-cubur demeden önüne gelen her şeyi yiyen bir insanın, vücudunda biriken yağları yakması ve ihtiyaç fazlası kalorileri harcaması mümkün değildir. Bu fazlalıklar onda kilo almaya, göbek bağlamaya sebebiyet verecektir ki, bu fazla kilolar da onu daha çok uykuya ve tembelliğe sevk edecektir.  Böylelikle insan yeme, içme, yatma ve uyuma fasit dairesine girmiş olacaktır ve bunlar birer gulyabani gibi onu Allah’a yürümekten alıkoyacaklardır. Bu itibarla, insan ölçülü yiyip içmeli ve icabında bir hekime sorarak vücudunun ihtiyacı nispetinde kalori almalıdır.

“Kıllet-i menâm”; az uyumak manasına gelmektedir. Riyâzetin çok önemli bir yanı da uykunun kontrol edilmesi ve azaltılmasıyla alâkalıdır. Tıp ilminin verilerine göre günde beş-altı saat uyku insan vücudunun ihtiyacını karşılamaktadır. Hazret-i Üstad gibi büyükler de fıtrî uykunun beş saat olduğunu vurgulamışlardır. Hatta hem hekimler hem de insanın kalbî ve ruhî gelişimi üzerinde duran İslam ahlakçıları beş-altı saatin ötesinde bir uykunun insana zarar verebileceği üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bundan dolayı, insan günlük uykusunu en fazla beş saat olarak ayarlamalı ve hatta onu tedricen daha aşağılara çekmeye gayret göstermelidir. Az uyuyan bir insan belki gündüz biraz mahmurlaşır; fakat onda da ayrı bir güzellik hasıl olur. Uyku iyice bastırdığı anlarda gerekirse kalkıp bir bardak çay içer, abdest tazeler, biraz dolaşıp açılır ve o rehaveti üzerinden atıp tekrar çalışmaya başlar. Şayet şartları müsaitse, üç-üçbuçuk saat geceleyin uyur; bir-birbuçuk saat de gündüz kaylûle yapar. Böylece, uykucu insanlara nispetle her gün üç-dört saat fazladan zaman kazanmış; okuma-yazma, vazifesini yapma ve ailesiyle meşgul olma adına o kadar bir vakti kendisine ayırmış olur. Aksi halde, uyku insan ömründen çalıp durur ve hiçbir bedel ödemeden günleri, haftaları, ayları alıp götürür. Üstelik fazla uyku insan zihnini uyuşturur, kalbe kasvet salar ve yakîn azlığına yol açar. Dahası, bir de insan yeme-içmeyi müteakiben hemen uykuya dalıyorsa, o zaman başta şişmanlık olmak üzere çeşitli hastalıklar da birer birer bünyeyi sarar.

Halvette Celvete Hazırlık

Evet, tasavvuf büyüklerinin kıllet-i kelâm, kıllet-i taâm ve kıllet-i menâm şeklinde formüle ettikleri hususlar halvetin riyâzet yanını oluştururken, onun diğer yanını da “uzlet ani’l-enâm” teşkil etmektedir. Hak yolcusu, ölçülü yeme-içme, zaruret miktarı uyuma ve çok az konuşma kasdıyla insanlardan uzak, tenha bir mekana kapanır. Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hatta cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden sürekli zikr u fikirle meşgul olur. Halvetin temeli zikrullahtır; halvethâneye kapanan kul kendisini her türlü geçici heveslerden ve dünya nimetlerinden kurtararak Hakk'a yönelmeli ve sürekli zikirle nefes alıp vermelidir.

Aslında, uzlete çekilmekten maksat, günahtan ve günaha götürebilecek kötülüklerden sakınmaktır. Kimileri kırk günlük fasıllarla böyle bir yolu denerlerken bazıları da uzleti bir hayat tarzı olarak benimser ve hep halktan ayrı yaşamayı tercih ederler. Ehlullaha göre, insan ister kısa bir süre isterse de daha uzun bir dönem için uzlet yolunu seçsin, hak yolcusunun gönlünde yer etmesi gereken düşünce, insanların şerlerinden kurtulmak için onlardan uzak kalmak değil, kendi şerrinden insanların selamette olmalarını sağlamak için tenhada durmak olmalıdır.

Selimiye Camii’nin penceresine yazılmış şöyle bir söz okumuştum: “Rahatî fî halvetî ya ihvetî / Liennî küllemâ sahibtü kavmen / Ezherû aybî ve ebdev zilletî / Mâ vecettü fî hayatî sâdikân / Bel vecettü râhatî fî halvetî - Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sâdık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben, rahatı yalnızlıkta buldum.” Kanaatimce, hakiki uzlet ve makbul halvet, müfrit bir halvetîye ait olan bu sözde işaret edilen bir halktan kaçış değildir; asıl uzlet, muvakkaten yalnız kalıp donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşmak için bir geriye çekilme hareketidir. Evet, uzlet, zâhiren bir inziva ve halvettir; fakat, niyette ve hakikatte o, insanlar arasına dönüp onların maddî manevî ihtiyaçlarını gidermek için çalışma adına bir hazırlanma azmi ve cehdidir. Zaten ehlullahın çoğunun tavsiye ettiği uzlet, insanlardan temelli uzak kalmak değil, nefsi terbiye edip tekrar onların arasına dönmek üzere gerçekleştirilen halvettir.

Haddizatında, İslâm'da asıl olan insanlardan uzaklaşmak değil, onlarla kaynaşmaktır; halktan kaçmak değil, cemaatin bir ferdi olarak yaşamaktır. Nitekim, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü'min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü'minden daha faziletlidir.”

Yine rivayete göre; Cenâb-ı Hak, Dâvud Aleyhisselam’a, “Ey Dâvud neyin var ki böyle halktan ayrılıp yalnızlığı ihtiyâr ediyorsun?” buyurur. Hazreti Dâvud, “Rabbim, halkı Senin için terk ediyorum” der. Cenâb-ı Hak ona, “Ey Dâvud, her zaman uyanık ol ve din kardeşlerinden ayrılmamaya bak; ama, dostlukları sana yaraşmayan insanlardan uzak kalmayı da ihmâl etme!” ferman eder.

Bu açıdan, samimi bir kulun “erbaîn”lerle gerçekleştirmeye çalıştığı halvet ve uzlet, onun kalbî, rûhî, hissî ve şuurî tezkiye ve tasfiyeye ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti sayılır. Evet, o yolun başında “uzlet ani’l-enâm” der bir köşeye çekilir.. az yer, az içer, az uyur, az konuşur; oturur-kalkar Hakk’ı zikreder.. sürekli tefekkür ve murakabede bulunur.. derken belli bir kıvama gelince celvete (halkın arasında bulunmaya) yönelir ve insanlardan bir insan olma mülâhazasına bağlılık içinde halka hizmet etmeye çalışır.

Mefkure Kahramanları ve Uzlet

Diğer taraftan, özellikle nübüvvet mesleğinin varisleri için halktan tecerrüd ve uzlet asla söz konusu değildir. Onlara göre makbul halvet, kesrette vahdeti yakalama, halk içinde Hak’la baraber olma; Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, ayağının birini lâhût ufkuna perçinleyip diğeriyle insanlık âleminde seyahat etme, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşayarak Hak’tan aldıklarını halka aktarma ve bir ayağı merkezde dinî esaslara bağlayıp diğeriyle yetmiş iki milletin arasında dolaşma şeklinde cereyan eden celvet edalı bir halvettir.

İşte, Kur’an hizmeti böyle bir celvetîliği gerektirmektedir. Dine ve millete adanmış ruhların halkın içinde olmaları lazımdır. İ’la-yı kelimetullah davası, irşad, tebliğ ve temsil vazifesi her şeye rağmen insanlar arasında bulunmayı zaruri kılmaktadır. Dolayısıyla, mefkure kahramanlarının sadece kendilerini düşünmeleri ve muvakkaten de olsa “uzlet ani’l-enâm” deyip kendi hücrelerine çekilmeleri kat’iyen doğru değildir. Çünkü, onlar kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve yaşatmak için yaşamayı esas almış bahtiyarlardır. Zaten, böyle insanlara yakışan da hayatlarını mefkurelerine bağlamaları ve sadece ferdî ibadet ü taat adına, şahsi kemâlât hesabına bu dünyada durmaya değmeyeceğine inanmalarıdır.

Her haliyle hüsn-ü misal olan Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, bu mevzuda da bize yol göstermiştir. İbni Mesud (radiyallahu anh) hazretlerinin rivayetine göre, cin taifesi de gelip kendisine biat edince Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabbim bana ins ve cinnin iman edeceğini vaad etmişti. Şimdi bu vaad gerçekleşti. Öyleyse, vazifem bitti ve yolculuk vaktim yaklaştı.” buyurmuştur. Demek ki, bir mü’min, vazifesi devam ettiği sürece dünyada kalmaya razı olmalıdır; vazifesinin bittiğine inandığı zaman da, bir an önce ten cenderesinden kurtulup Refik-i A'la’ya ulaşmayı arzulamalıdır. Evet, Kuran’a adanmış bir ruh için hizmetinin sona erdiği bir dünyada yaşamanın bir anlamı yoktur; hatta ona göre, şahsî ibadetlerine devam etse bile i’la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirmediği bir hayat abesle iştigaldir.

Bu itibarla, şayet kendimizi i’la-yı kelimetullaha adadığımıza inanıyorsak, bize düşen halvet ve uzlet değil celvet ve ülfettir. Biz, kendimize ait itibarî değerlerden sıyrılıp bütün müktesebâtımızla hizmete koyulmalı; elimizi, dilimizi, aklımızı, mantığımızı, muhâkememizi insanlığın saadetine bağlamalı ve ancak başkalarını ebedî mutluluğa yönlendirmek suretiyle kurtulacağımıza inanarak hep insanlarıın içinde bulunmalıyız. Miraç Şehsuvarı (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in veraların verasına sehayat ettikten sonra beşeri de o ufka taşımak için tekrar insanların arasına dönmesini bir ölçü kabul ederek, biz de Allah’ın iman, Kur’an ve dava düşüncesi televvünlü lütuflarını başkalarını O’na ulaştırma yolunda değerlendirmeye bakmalıyız.

Hâsılı, halvet ve uzletten murad, kalb hanesini ağyârdan temizleyip yâr ile hemdem olmaktır. Bu açıdan, halk içinde Hak’la beraber bulunan ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukabil, kalbini mâsivâdan temizleyememiş ve içinden ağyar mülahazasını söküp atamamış kimseler, bütün ömürlerini uzlette geçirseler dahi yine de hakiki halvetin semerelerini hiçbir zaman bulamazlar. Halktan uzaklaşarak yalnız yaşamak ya da kalabalıklar arasında bulunup herkesle içli dışlı olmak marifet değildir; asıl hüner, kulluğun hakkını verebilmek, Mevla-yı Müteâl’e sadık bir bende olarak kalabilmek ve gönülden gelen samimi bir sesle O’nu her yana duyurmaya ve herkese sevdirmeye gayret etmektir.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu