Zikir ve Aksiyon

Soru: Efendim, siz bir taraftan, câmi’ bir dua kitabı olan Mecmuatu’l-Ahzâb’ı nazara veriyor, sürekli evrâd u ezkâra teşvik ediyorsunuz; diğer taraftan da, günümüzde Rabbimizi bütün gönüllere duyurmanın, vatana ve millete hizmet düşünceli aksiyonun, şahsî ubûdiyetin önüne geçtiğini ifade buyuruyorsunuz. Bu iki hususu nasıl anlamalı ve nasıl değerlendirmeliyiz?

Cevap: Dinî vazifelerimiz arasında mutlaka yapmamız gerekli olan şeyler vardır. Bazen bunlardan biri öne çıksa da, bu, diğerlerinin terkedilirliği manasına gelmez. Fakat bazen, zamanın ve şartların durumuna, insanların dinî emirler karşısındaki tavırlarına göre, Enbiya-i İzam ve sonra da sahabe efendilerimizden başlayarak her devrin mürşidleri, belli konuların üzerinde daha fazla durur; o mevzuları her fırsatta hatırlatırlar. Bir mesele hakkında o kadar çok hatırlatma ve tavsiyelerde bulunur; onun üzerine öyle hassasiyetle titrerler ki, zannedersiniz, bir tek o mesele önemli, onun dışındaki hususlar talî şeyler. Mesela, namazda tekâsül olduğu, insanların namaza karşı bir bıkkınlık ve tembellik tavrı sergilediği bir dönemde hakiki mürşidler, “Namaz kılmayanın işi bitmiştir, onun diğer ibadet ve iyilikleri de beyhûdedir.” derler. Namaza şiddetle vurgu yapar, onun üzerinde ısrarla dururlar. Ama bu, kat’iyen “oruç olmasa da olur, zekat verilmese ve hacca gidilmese de olur.” manasına gelmez.

Bu ibadetlerin hepsi farzdır, dinde hepsinin ayrı bir yeri vardır. Emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker vazifesi de, din-i mübîn-i İslam’a hizmet de bir farzdır ve onun da kendine göre bir yeri vardır. Normal şart ve zamanlarda, bu ibadetlerin bazıları bazılarından üstündür. Mesela, Sahabe efendilerimiz, namazı, imandan sonraki en önemli bir esas kabul etmiş ve onu gâye ölçüsünde bir vesile seviyesinde görmüşlerdir. Ona, mü’minin miracı nazarıyla bakmışlardır. “İnsan ile küfür arasında sadece namaz ya da namazı terk vardır.” demişlerdir.. evet, onlara göre, küfürle insan arasındaki biricik perde, namazın kılınması veya kılınmamasıdır. Namaz kılınmazsa, o perde kalkar aradan.. insanın öbür tarafa, tehlikeli bölgeye geçmiş olma ihtimali hasıl olur. Düşmüş ve kapaklanmış olma ihtimali belirir. İşte namaz o kadar önemlidir.

Hatta hem onlar ve hem de Üstad’ın talebelerine kadar daha sonraki devirlerde yaşayan hassas ruhlar, namazın mükemmilâtından (tamamlayıcı unsurlarından) sayılan “namazı cemaatle kılma” hususunda büyük bir titizlikle durmuşlardır. Cemaatle namaz kılmaya, “farz” ya da “farz-ı ayn” demişler, çok az bir kısmı da “en azından vaciptir” hükmünü vermişlerdir. Bu meselede en esnek davrananlar Hanefiler olmuş, onlar da “Sünnet-i müekkededir” demişlerdir. Ahmed bin Hanbel Hazretleri’nin mezhebinin imamlarından bazıları, cemaatı namazın rüknü olarak görmüşlerdir. Yani, onlara göre, cemaatle kılınmayan namaz, namaz değildir.

İstidradî olarak ifade etmeliyim ki, onca fukahânın böylesine önemli gördüğü “namazı cemaatle kılmak” meselesinde de çok hassas olunması, bu hususun üzerinde ısrarla durulması icab eder. Kitap ve Sünnet’i çok iyi bilen, İcma’ ve Kıyasın kurallarına vakıf olan insanların, dinin herhangi bir emriyle alakalı söyledikleri “bu çok önemlidir, bu olmazsa olmaz” sözü kulak ardı edilebilecek bir ifade değildir. Onu kulak ardı eden, zamanla kulak ardı edilmemesi lazım gelen daha pek çok şeyi hafife alıp gözmezlikten gelebilir. Cemaat en azından, usulüddin prensipleri açısından tamamlayıcı ve namazı daha güzel eda etmeye yardımcı bir unsurdur. Ayrıca cemaat halinde yapılan vazife, ferden ferdâ yerine getirilen bir vazifeden on kat daha üstündür; bir de, toplu eda edilen vazife namaz ise, o, yalnız kılınandan yirmiyedi derece daha faziletlidir.

Zekat, oruç ve hac gibi diğer ibadetler hakkında da teşvik ifade eden pek çok söz zikretmek mümkündür. Çünkü, her bir ibadetin dinde bir kıymeti ve yeri vardır. Birinin çok kıymetli olması diğerinin değersiz ve kıymetsiz olduğu manasına gelmemektedir. Yani, her şeyden önce ibadetlerin belli çerçeveleri vardır. O çerçeveler içinde biri daha üstün, tercihe şâyân ve daha faziletli olabilir. Ama yer yer bunlardan diğeri bir öncekinin önüne geçebilir. Mesela, yazın kavurucu sıcağında oruç tuttuğumuz dönemler olmuştur. O dönemde tutulan oruçlar çok zor gelmiştir nefislere. Maden ocaklarında ya da fabrikalarda ateş karşısında çalışan ama imanın verdiği güçle orucunu aksatmayan insanlara, oruç, bir ay da olsa, çok zor gelebilir. İşte, öyle bir dönemde ve o türlü şartlarda çalışan insanlar namazı zaten kılıyorlarsa, onlara oruçla alakalı çok ciddi teşviklerde bulunmak lazım gelir. Namazı nasıl olsa kılan bu insanların zor şartlardan dolayı orucu terketmemeleri için tahşidat yapmak icab eder.

İşte, zannediyorum, bugün Türkiye’deki insanların yüzde seksenbeşi oruç tutuyordur. Fakat, namaz kılanların aynı nisbette olduğu söylenemez. Cuma’ya ve bayram namazına gidenler belki yüzde doksanlara varıyordur ama beş vakit namazın o ölçüde kılındığını sanmıyorum. Öyleyse, namazın ehemmiyetini sık sık anlatmak, insanları ona teşvik etmek lazımdır. Fakat, bir de, emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker vazifesini ele alacak olursak, sizin de bildiğiniz, gördüğünüz ve takdir ettiğiniz gibi, İlahiyatlarda ve İmam Hatiplerde bile gereğince eda edilmiyor bu vazife.

Eğitimden beklenen gâye

Arkadaşlara bir iki defa sordum: “Hocalarınız size, bir kere olsun, “Arkadaşlar! Bizim okumadan maksadımız, hakikatların gurub ettiği ufka gözleri takılıp kalmış, bitevî şaşkınlık yaşayan ve yitik ülke Atlantis’in yetim çocukları olan insanlığa dinimizin güzelliklerini anlatmaktır.” dediler mi? Allah aşkına, “evet” deyin, müsbet cevap verin; “evet” deyin, çünkü o zaman, ben de ferahlayacak ve rahatlayacağım. Dediler mi bir kerecik de olsa “Biz, bütün siyasi ve politik kavga ve gâyelerden uzak kalarak, dinimizi sadece ve sadece Allah’ın rızası için öğrenecek ve sonra da dünyevî hiçbir beklentiye girmeden, gerekirse taş kırıp alnımızın teriyle ekmeğimizi yiyecek, ama her halükârda O’nu anlatacak, muhtaç sinelere Hazreti Muhammed’in kevser-misal adını taşıyacağız!.. Hilkatimizin gâyesi Allah’ı tanımak ve başkalarına tanıtıp sevdirmektir, varlığımızın hikmeti budur; bunu yapmıyorsak yeryüzünde durmamızın, nefes alıp vermemizin de bir mânâsı yoktur, yaşamamız abestir; öyleyse gelin, abesle iştigal etmeyelim.” dediler mi? Keşke ben, bu soruları sorarken müsbet cevaplar alabilseydim!.. Ne olurdu keşke, “evet” sesleri duysaydım!..

Eğer, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünker vazifelilerinin kaynağı olacak ocaklar da bile ateş bu kadar sönmüşse, demek ki, bu mesele tamamen durmuş. Kaldı ki o okulların arkasında koskocaman bir milletin himmeti vardı. Yani, hayırsever ve civanmert insanlar, kapı kapı, fabrika fabrika dolaştılar; adeta para dilendi ve İmam Hatip yaptılar. Hiçbir fedakarlıktan geri kalmadılar. Şimdi, milletin bu mevzudaki bu ciddi tehalükü karşısında en azından oradaki talebeler ve hocalar, “Bu insanlar, sadece maaş düşünen birileri olalım diye okutmadılar bizi.. sadece kariyer düşünelim, kademe ve derece arkasına düşelim diye okutmadılar. Yıkılmış din abidemizi yeniden ikame etmemiz için okuttular; onurumuzu, İslam dünyasının haysiyetini, milletimizin o eşsiz değerlerini kurtarmamız için okuttular.” demeli ve ona göre hareket etmeliydiler. Bu olmadı, denmesi gerekeni denmedi ve yapılması gerekeni yapmadılar demeyeceğim. Böyle bir düşünce su-i zan olur. Kim bilir, o mübarek müesseselerde de ne yiğitler, ne dertli sineler ve nice i’lâ-yı kelimetullah aşıkları vardır. Ne var ki, genelde, olması gerektiği ölçüde bir tebliğ ve temsil şuuru olduğunu ve bu şuurun bir aksiyona dönüştüğünü de söyleyemeyeceğim.

Erzurumluların bir tabiri vardır; onlar, “çubuk geme kondu” derler. Dövenin üzerine çıkan, dövene binen insan çubuğunu oraya koyarsa, bu “artık çalışmıyorum, bu işi yapmayacağım” demektir. İşte, bugün iyiliği emretme ve çirkinliklerden sakındırma ya da bir başka ifadeyle i’lâ-yı kelimetullah vazifesi mevzuunda da çubuk geme konmuş ve her şey durmuştur. Öyleyse, şu anda bu vazife çok önem arzetmektedir. Üstad Hazretleri, bu vazife için, şöyle-böyle yapıldığı dönemde bile “farzlar üstü farzdır” diyor, “farz der farz” tabiriyle ifade ediyor. Dolayısıyla, günümüzde, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünker vazifesi çok önem kazanmış ve çok öne çıkmıştır.

Emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünker, daha önce de ifade ettiğim gibi, iyiliği, doğruluğu, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini anlatmak ve eğri olan şeylerden, kötülük ve çirkinliklerden insanları vaz geçirmek demektir. Bu rükun yerine getirilmezse din binasının bir direği yıkılmış olur.. Zira, dinin ayakta durabilmesi için iki esasın toplum içinde daima canlı tutulması lazımdır. Bu iki esastan birincisi, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünkerdir. Diğeri ise, rekâik okumaktır; yani, kalbi yumuşatacak, gözün yaşarmasına sebep olacak konuları, öldükten sonra dirilmeyle, insanın Cenâb-ı Hak’la münasebetiyle ve zühd mülahazasıyla ilgili mevzuları mütalaa etmektir. Selef-i salihîn rekâikle sürekli meşgul olurdu.. onlar emr-i bi’lma’ruf teşviki yapma ihtiyacı duymuyorlardı; çünkü, emr-i bi’lma’ruf, neh-yi ani’lmünker adına zaten ciddi bir metafizik gerilim içindeydiler. Hadisleri rivayet eden insanların hayatlarıyla alakalı malumat bulabileceğiniz rical kitaplarına bir göz atsanız, kendisini i’lâ-yı kelimetullah’a bir aşk derecesinde bağlamış insanlar görürsünüz. Mesela, Abdurrrahman b. Mûl Ebu Osman en-Nehdi bunlardan biridir. Tamamını birden sırtında taşıyabileceği kadarcık bir mala sahip.. şehir şehir dolaşıyor. Bir yere çardağını kurup ibadet ü tâatıyla meşgul oluyor; evrâd ü ezkârını okuyor, ayetlerin tefsirini yapıyor, hadis-i şerifleri rivayet ediyor ve halkı irşad görevinde bulunuyor. O, bu salihâtla meşgulken, bir emir geliyor, falan yerde cihad olacağı haber veriliyor. Çardağını söküyor, bağlıyor atının sırtına, sürüyor mücahede meydanına.. o vazifesini tamamlar tamamlamaz da tekrar bir başka beldenin yolunu tutuyor; bir kere daha çardağını kurup i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin ayrı bir yönünü eda etmeye koyuluyor.

O’nun adıyla oturup kalkmak

Selefi salihîn arasında, gerçekten çok ciddi şekilde, rekâike tevcih gayreti vardı; zühd mülahazasını yerleştirme, kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin zirvelerine ulaşma; Üstad’ın yaklaşımıyla, insanları hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti vardı. Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe, murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalbleri duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş, kendinden geçmiş, kollarına girip evine götürdükleri zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi. Ebu Osman en-Nehdî bayılana kadar namaz kılıyor, bazen okuduğu ayetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.

İşte, namaz, oruç, hac gibi ibdetlerin de, emr-i bi’lma’ruf, nehy-i ani’lmünkerin de kendilerine göre ayrı birer yeri vardır. Fakat, ibadetin ruhu ihlassa, ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir. Zikir, hem lisân, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini manâyı harfiyle mırıldanmak; acz u fakrı duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek.. evet, bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.

Ashâb-ı kiram ve selefi salîhin efendilerimiz zikrullahı en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah’ı anıyor, O’nun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, –teşbih caizse– adeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor, dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur’an ve dua okuyor, avaz avaz Allah’ı anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem), “Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin.” deme lüzumunu hissetmişti.

İstidrâdî olarak bir hususu arzettikten sonra zikre devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, İ’tisam’ında gür sesle zikretme meselesini bid’at sayıyor. Zannediyorum, o dönemde pek çok bid’at yapılıyordu. Bu sebeple o da, bid’at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu. Cenâb-ı Hak Şâtıbî’yi Firdevs’iyle sevindirsin, zira o dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat, muasırım olsaydı ben ona derdim ki, “A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüste eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen müslümanlar arasında İslamî heyecan uyaracağına, bid’atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın.”

Eğer o mübarek zatın, Şâtıbî’nin ruhâniyeti benim söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah beni bağışlasın, Cenâb-ı Hakkın binlerce mağfireti de onun üzerine olsun. Fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun İ’tisam adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı; o gün, insanlarda İslamî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve elele İslam dünyasının maddî-mânevî yükselmesine çalışmaktı. Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale uğramıştı.

Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde hak dostları zikrullahı, damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hazreti Ali Efendimiz der ki, “Ben Rasulullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terketmedim.” Hazreti Ali için, belki de hayatının en önemli, en ciddi gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terketmedin mi?” diye sorunca Hazreti Ali’nin cevabı, “O gece bile terketmedim.” şeklinde olmuştur.

Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, cami de ve hatta harp meydanlarında Allah anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâdediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekat verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu.. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme manasına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı; bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terkedilmesi bizde ciddi bir zaaf meydana getirir. Allah’la münasebetlerimizde bir gevşeme hasıl eder, hafizanallah.

Üstad ve Evrâd u Ezkâr

Üstad Hazretleri de, onca mücadelesi ve meşgalesine rağmen evrâd u ezkâr mevzuunda hiç mi hiç kusur etmemişti. Mecmuatü’l-Ahzab’ı onbeş günde bir hatmediyordu. Kitabının kenarlarına notlar düşmüş, “Ben bu duayı böyle anlıyorum, şunu da şöyle anlıyorum..” kayıtları koymuş. Vakıa, zikri umumî manada ele aldığımızda Kur’an okumak, hadis-i şeriflerle meşgul olmak ve tevhidden bahsetmesi itibarıyla Risaleleri müzakere ve mütalaa etmenin de bir zikrullah olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, o tür eserleri okurken de, Cenâb-ı Hakk’ı, icraatıyla, tasarrufât-ı Sübhâniyesiyle kalben ve rûhen yâd ediyoruz. Ama Üstad Hazretleri, zikre hiç doyamamış; her fırsatı Allah’ı anma adına çok iyi değerlendirmiş. Zikri, Risalelerin içine, başka mevzuların arasına içirmiş. Sürekli Rahman u Rahîm’i hatırlatmış, zikrullahı nazara vermiş; diğer ibadetler ve salih ameller kendi çerçeveleri içinde eda edilirken, Allah’ı anmada da kusur yapılmaması lazım geldiğini anlatmış. Hayatını, Cevşen, Celcelûtiye, evrâd u kutsiye-i Şah-ı Nakşibendiye, Münacâtü’l-Kur’an, Tahmîdiye ve Sekîne gibi atkılar üzerinde örgülemiş.

Ümit ediyorum, bugünün âbid ve zâhidleri de zikre çok önem veriyor ve onu artırma, Allah’ı daha çok anma yolları arıyorlardır. Fakat, biz onu ne kadar anarsak analım, ibadetlerimiz ne kadar çok olursa olsun, zikrin hakkını vermiş olamayız. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) günün dörtte birini kendisine salât u selam okumaya ayıran bir zatı istihsan buyuruyor; ama yine de “artırsan daha iyi olur.” diyor. Günün yarısını salât u selam ayırdığında yine “artırsan” diyor ve günün içte ikisini zikre ayırıp salavât okumuş olarak huzur-u Risalet penahiye gelince “çok iyi de, artırsan daha iyi olur.” buyuruyor. Efendimiz her defasında “hel min mezîd - daha yok mu?” diyor; çünkü, -Üstad’ın ifdesiyle- O’na ulaşmada en önemli vesilelerden biri, “Bismillahirrahmânirrahîm”, diğeri de Allah Rasulü’ne salât ü selam okumaktır. Geçenlerde, bir arkadaşımız da rüyasında, salât u selamların, hey’etin üzerine gelen bombardıman ve kurşun yağmurlarını bozguna uğrattığını görmüştü.

Fakat maalesef, evrâd u ezkâr mevzuudaki farklı düşüncelerde bir çarpıklık görüyorum. “Biz milletimize hizmet ediyoruz, insanlara Allah’ı anlatıyoruz, yol kaçkınlarını hidayete çağırıyoruz.. evrâd u ezkârda kusur etsek de, bazen okumasak da olur..” şeklindeki mülahazaların bir kuruntu ve şeytan fısıltısı olduğunu düşünüyorum. Hayır, yapıp ettiklerinize güvenip evrâd u ezkârınızda kusur ederseniz, işte o zaman en büyük kusuru yapmış olursunuz. Eğer, çağırdığınız davaya yürekten bağlıysanız, o dava sizin içinizde mağmalar gibi köpürmeli ve size, güle aşık bülbül gibi aşk besteleri söyletmeli değil midir? Seherler sizin Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet türkülerinizi dinlemeli değil midir?

Hiçbirimiz, Üstad’dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikatı anlatma, i’lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, gözkamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir. Hattâ bir Ramazan-ı Şerif’te pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm-ı visal tutmuş ama ubudiyetteki mücahedesinden vazgeçmemiştir. Komşuları her zaman derlermiş ki: "Biz, sizin Üstadınızı sekiz sene boyunca yaz ve kış gecelerinde hep aynı vakitlerde kalkıp sabaha kadar hazin ve muhrik sadasiyle münâcat okuyorken görür, onun mahzun sesini dinler; böyle fasılasız ve devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık."

Üstad, bir taraftan, sabahlara kadar bülbüller gibi sevda besteleri dinletmiş dörtbir yana. Diğer taraftan da, “Bu gece evrâd okurken aklıma şöyle bir şey geldi.. Ben böyle sesli, açıktan açığa okuyorum.. dedim ki acaba başkaları sesimi duyuyorsa, bu okumama riya girer mi?..” gibi mülahazalarla dolmuş boşalmış, bu endişesine cevaplar aramış ve neticede şöyle demiş: “Şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nafilelerin gizli yapılanı çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, hususan böyle bid'alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren adet ve ibadetleri açıktan yapmak ve böyle büyük kebâir içinde, haramları terkedip takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.”

Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır. Hani, Allah Rasulü’nü, aile riyaseti durumunda gördüğümüz zaman, “Bu insan sadece bu iş için yaratılımış.” deriz; çünkü O, bir eş ya da bir baba olmanın hakkını kusursuz eda eden eşsiz bir aile reisidir. Fakat, O’nu talim ve irşad vazifesi başında görünce de “Hayır, O’nun işi irşaddır.” diyeceğimiz kadar o meselede de aşkın olduğunu görürüz. O’nu ordusunun başında gördüğümüz zaman vazifesinin sadece askerlik olduğu zehabına kapılırız. Hele bir de dua atmosferli dünyasına girersek “Efendimiz bütün ömrünü adeta duaya vermiş, duadan başka hiçbir şey söylememiş.” deriz. O diğer üstünlüklerinin ötesinde bir dua insanıdır. Peygamber mesleğinin arkadan gelen şehsüvarları da bu hususta ona benzemişlerdir, bundan sonrakiler de mutlaka Dua İnsanı’na benzemek zorundadır.

Öyleyse, duaya karşı gevşek davrananlar, tembel ve kendini miskinliğe salmış kimselerdir. Öylelerinin başkalarına müessir olması da düşünülemez. Müessiriyet Allah’la irtibatın sıkı ve sıcak olması ölçüsünde müyesser olur. Duasızlar ve Cenâb-ı Hak’la ciddi bir irtibatı olmayanlar, çok şey yaparlar; fakat yaptıkları şeylerin bereketi olmaz. İşe bereket katacak yegâne iksir, Allah’la münasebetin sıcaklığı ve derinliğidir. Her an Onu anma.. ömrün her karesini O’na ait hatıra ve O’na yükselen yakarışlarla doldurma çok önemlidir.

Hasılı, zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Peygamber Efendimizden sâdır olan nurlu sözler gelir. Kitap, sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, en çok zikrullaha tergîb ve teşvîk yapılmıştır. Namazdan cihada kadar o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir. Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerindeki te’siri ölçüsündedir. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir, “Allah biliyor ki, ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak da ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek için sadır olmuştur.

İşte öyle arzu ediyorum ki, mü’minler arasında yeniden bir zikr ü fikir mülahazası canlansın, gelişsin.. bu devirde i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin bütün vazifelerden önde olduğu; ama bu vazifenin, Allah’ı sürekli anmadan, O’na sığınmadan ve hergün bir kere daha evrâd u ezkârla dolmadan yapılamayacağı bilinsin.. gönüllerimizde bir kere daha zikir heyecanı uyansın.. ve sırlı bir yolculuktan sonra herkes “huzur-u kalb” ufkuna ulaşsın...

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu