Hizmet, sulh atmosferinde olur

Hudeybiye'nin getirdikleri...

Size bir vakıayı ariz-amik anlatarak, önemli bir hususun mukaddimesini hazırlamaya çalıştım ki, o da Hudeybiye’nin getirdikleriydi. Ne getirdi Hudeybiye? Allah Rasûlü bir sulh yapmıştı, bu sulh Müslümanlara ne kazandırdı?


1. İslâm’a Koşanlar


Evvela, bu sulh döneminde İslâm’ın Kılıcı Halid İbn-i Velid (ra) Müslüman oldu.



Halid b. Velid, harplerde dize getirilecek bir insan değildi.. olmamalıydı da... İlerde İslamî izzete dönüşecek gurur mevcudiyetini devam ettirdiği sürece, kılıç zoruyla İslâm’a girmesi imkânsızdı. Ayrıca, istikbâlin bu eşsiz kumandanını, Cenâb-ı Hakk, lütfuyla korumuş ve onun izzetiyle İslâm’a girmesine zemin hazırlamıştı. Eğer böyle bir sulh dönemi olmasaydı, Halid’in buzları nasıl eriyecekti!


Nitekim, Mekke’de yapacak iş kalmayınca Halid, evet o kavgacı insan, hiç olmazsa biraz düşünme fırsatı bulmuştu. Hudeybiye’de Müslümanların zahiren mağdur edilmeleri ve ikinci sene gelip yaptıkları umrenin hâl ve keyfiyeti, Halid ve Halid gibi düşünenleri derinden derine tesiri altına almıştı. Evet, sulh dönemi, onun için de bir durulma dönemi oldu. Ve bir müddet sonra da gelip Allah Rasûlü’ne teslim olduğunu ilan etti. Bu teslimiyet de onun “Seyfullah” olmasını netice verdi. Ve zaten, Allah Rasûlü bu neticeyi beklemekteydi. Amr İbn-i Âs (ra) da bu dönemde Müslüman olanlardandır. Hudeybiye musalahasıyla gelen bu monoton, bu ülfet dolu hayat, bu yiğitleri bu kahramanları ve harp meydanlarının küheylanlarını bıktırdı.. bıktırdı; gelip aksiyon cephesini seçtiler ve Allah Rasûlü’nün tarafına geçtiler...


Osman b. Talha (ra) da bu dönemde kazanılan büyüklerdendir. Osman b. Talha (ra), hayatı boyunca Beytullah’ın anahtarını taşımış ve daha sonra da Allah Rasûlü o anahtarları yine ona vermişti. İsimleri geçen bu şahıslar, askerî ve siyasî dehalarıyla, ordular bozan insanlardı. İşte bu insanlar, sulh döneminin yumuşak ikliminde ancak kendilerini idrak edebilmişlerdi.


2. Ka’be Kimsenin Tekelinde Olamaz


İkincisi: O güne kadar Kureyş, her şeye tepeden bakıyordu: “Beytullah bizim” diyor ve hiç kimseyi yanına sokmuyorlardı. Gelen herkes bâc ödüyor ve Ka’be’yi öyle ziyaret edebiliyordu. Aksi halde, Beytullah’ı ziyaretleri mümkün değildi.


Halbuki, Allah Rasûlü’yle yapılan anlaşmada böyle bir şart ileri sürülmemişti ki, bu da Kureyş adına çok büyük bir hata ve çok büyük bir atlamaydı. Müslümanlar ertesi yıl Ka’be’yi bâc ödemeden tavaf edince diğer kavim ve kabilelerde bir uyanma oldu. Demek ki Kureyş, Ka’be’nin yegane sahibi değildi. Öyle olsaydı, Medine’den gelen Müslümanlar, vergi ödemeden Ka’be’yi nasıl ziyaret edebilirlerdi? O halde kendileri niçin böyle bir hakka sahip olmasınlardı ki! İşte herkesde bu fikir uyanmış ve Kureyşlilerin resmen, Ka’be’nin tek hakimi olmadıkları ortaya çıkmış oluyordu. Böylece, daha sonraki yıllarda, herkes herhangi bir şeye takılmadan gelip Ka’be’yi ziyaret edecek ve şeâiri haykırabilecekti.


3. Hizmet Sulh Atmosferinde Olur


Üçüncüsü: Sulh ile, Kureyş gailesinin olmayacağı on sene garanti altına alınmış oluyordu. Bu on senelik zaman dilimi, Müslümanlar için çok mühimdi. Allah Rasûlü bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatını buldu ki, bu da, bütün Arap Yarımadası’nda İslâm’ın sesinin duyulması demekti. Evet artık her yerde Kur’ân sesi yükseliyor ve herkes İslâm dinine koşuyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in: يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجاً  “Fevc fevc Allah’ın dinine girerler” (Nasr, 110/2) diye müjdelediği an işte bu andı. 10 sene, yeni bir neslin yetişmesi demekti. Kureyş, Müslümanlara nasıl bir fırsat verdiğinin farkında değildi. Farkında olsalardı, böyle bir anlaşmaya asla yanaşmazlardı. Bu zaman diliminde Müslümanlar hem keyfiyet hem de kemmiyet plânında epey mesafe katettiler. İslâm’a yeni dehaletler, bir taraftan ümidi, diğer taraftan da askerî gücü artırıyordu. İşte bu güç ile Müslümanlar birgün Mekke’nin kapısına dayanınca Kureyş’in yapacak hiçbir şeyi kalmayacaktı.


4. Sulhda İslâm’la Tanıştılar


Dördüncüsü: Bu sulhün kazandırdığı ayrı bir avantaj da, Hudeybiye anlaşmasına kadar, iki taraftan birbirine gidip gelme olmuyordu. Karşılaşmalar hep kılıçların konuştuğu meydanlarda vuku buluyordu. Harp psikolojisi içinde, İslâmî hakikatleri karşı tarafa anlatmak da mümkün değildi. Sulh sebebiyle gidip gelmeler oldu. O güne kadar İslâm’a ait güzelliklerden habersiz yaşayanlar gidip gördüklerinde, bu güzellikler karşısında hayranlıklarını gizleyemiyorlardı... Medine’de yaşanan hayat, cennet hayatından farksızdı.. ve onu gören büyüleniyordu. Abdest, ezan, cemaatla kılınan namaz ve o insanların namazdaki huşû ve huzurları, Mekkelilerin gönlünü, baş döndürücü bir cazibeyle kendine çekiyordu. Hudeybiye sulhü sayesinde, içine İslâm’ın sesinin, soluğunun ve Kur’ân mesajının girmediği hemen hiçbir ev kalmamıştı. Ebu Cehil’in evinde bile eğer, o güne kadar yaşasaydı, tek başına sadece kendisi kalacaktı. Onun için Hudeybiye, Mekke fethinden evvel bir fetihti.


Evet, Allah Rasûlü, bir adım atarken, nasıl attığını çok iyi biliyordu. Nazarının ulaştığı yere ayağını da koyuyordu. Nazar ve ayak bütünlüğü içinde hâdiselerin üstesinden geliyor ve problemleri bir bir çözüyordu.


5. İslâm Resmen Tanınmaya Başlandı


Beşincisi: Bütün kavim ve kabileler bu sulh sebebiyle, Efendimiz ve O'nun temsil ettiği site devletinin, sağla-solla mukavele ve anlaşma yapabilecek bir devlet hüviyetinde olduğunu kabullenmeye başlamışlardı. Günümüzde nasıl, yeni kurulan veya bağımsızlığını ilan eden devletler, diğer devletlerin onları devlet olarak tanımalarıyla meşruiyet kazanıyor ve bunu devletlerarası münasebetlerinde bir referans olarak kullanıyor; öyle de Allah Rasûlü onlarla böyle bir mukavele akdettiğinden dolayı tanınmış oluyordu. O’nu Kureyş tanıyınca Taifli niye tanımayacaktı ki? Evet, tanımalar, birbirini ta’kip etti.


İşte Allah Rasûlü, Hudeybiye gibi en ağır şartlar altında imza attığı bir anlaşmadan, böyle iç içe fetihler çıkaran harika bir insandı. Hiç düşünmeden, hemen karar vermek zorunda kaldığı bir atmosfer içinde, hiç akla ve hayale gelmeyen böylesi bir fethin zeminini hazırlayabilme, hiç şüphesiz beşer düşünce sınırlarını aşan ve mucize diyebileceğimiz bir muvaffakiyetti ki, bu da O’nun hak peygamber olduğuna en canlı bir şahittir. Zira hiçbir beşerin, ne kadar dâhi de olsa, böyle zahiren hezimet gibi görülen bir anlaşmadan, bu şekilde bir fethe ulaşabilmesi görülmemiştir. Çünkü böyle bir başarı beşer takatini aşan bir güç, bir irade ve bir ilme vâbestedir.


6. Arkasında Allah Vardı


Evet, O’nun çözdüğü problemlere bakınca, O’nun arkasında bütün varlığa hükmeden Sonsuz Kudret’i görmemek mümkün değildir.


Ayrıca, O’nun, bu Kafdağından ağır mes’elelerin altından rahatlıkla kalkmasının arkasında, Kudret Eli’ni, O’nun siyanetini, riayetini, hıfzını, himayesini ve O’nu korumasını, “Bu benim Peygamberimdir” demesini görüyor ve bütün benliğimizle coşarak Muhammedu’r-Rasûlullah (sav) diye haykırıyoruz. Evet, Allah Rasûlü karar verirken çok hızlı karar veriyor.. bu hızlı karar için de işin içine girebiliyor.. ve içine girdiği her işin de üstesinden gelebiliyor. Evet, nasıl oluyor da O’nun hayatında -siyer şahit- bir kerecik olsun ta’mir isteyen bir davranışa rastlamıyoruz, hatta başkalarına göre hezimet, mağlubiyet, sarsıntı durumlarında bile, işin bir kenarından tutar-tutmaz o hezimetten bir zafer çıkarabiliyor ve kendi hesabına idbârları ikbâl yapabiliyor. Evet, mağlubiyetler, O’nun elinde muvaffakiyete inkılâb ediyor, hezimetler de zafere dönüşüyor.. ve bozgunlar, O’nun sayesinde, fütuhat şeklinde arz-ı endam etmeye başlıyordu.. O, âdeta eşyanın akışına, tabiatına, fıtratına zıt, ayrı bir akış, ayrı bir tabiat, ayrı bir fıtrat meydana getiriyor. Oysa ki bunlar Allah (cc) ’a ait şeylerdi: “Sizi de sizin işinizi de yaratan Allah’tır.” (Sâffât 37/96). Allah (cc), en ekmel, en eşref, en efdal mahlukunun eliyle kendi işlerini yaratıyor... Niçin yaratıyor?: “Bu benim kulum, bu benim peygamberim, bilesiniz” demek için ve: Bilesiniz ki, Ben, her şeyde O’nu destekliyorum. Siz milyonlar, milyarlar olsanız; O benim biricik kulum da bir tane olsa yine hepinize galebe çalacaktır. Neden? Çünkü Ben O’nu, nezdimdeki bütün kuvvet hazineleriyle destekliyorum.


O’nun arkasında ben varım ve hiç kimse unutmamalıdır ki, arkasında Allah (cc) ’ın bulunduğu Zât’a karşı ilân-ı harb etmek, Allah (cc) ’a karşı ilân-ı harb etmek demektir. Hz. Muhammed (sav) mağlup olmadı, mağlup olmayacak. O’nu mağlup etme sevdasında olanlar, akıllarıyla zıtlaşıyor, kalbleriyle de ters düşüyorlar demektir. Daha doğrusu, kendilerini olmazların kuruntularına salmış bahtsızlardır. Böylelerini Allah, ırgalar, sinyaller verir, ikaz eder, “kendinize gelin, ey haddini bilmezler!” der.. bütün bunlardan birşey anlamayınca da derdest eder ve işlerini bitirir.


Evet, Hz. Muhammed (sav)’le muharebe yapılmaz, O’na karşı çıkılmaz. Müeyyidi Allah (cc) ’dır O’nun. Hatta bir yerde O’nun biricik Hâmisi, zevcelerinin dahi küçük bir tavır almalarına karşı, O’nu teselli sadedinde meâlen buyuruyor ki “Allah senin arkandadır, melekler Senin arkandadır” (Tahrîm, 66/4). Yani semâvatın bütün ruhanî sekenesi Seni te’yid etmektedir. Senin orduların bunlar olunca, artık milyonlarla, milyarlarla Sana karşı çıkılmaz ki! Karşı çıkan kafasını sert bir yere çarpıp kendi kafasını parçalamış olur. Evet, Allah (cc) belki imhâl eder, ötede herhangi bir itiraz ve mazeretleri kalmasın diye, onlara on defa, yirmi defa, otuz defa mehil verebilir ve âdeta onlara şöyle der: “Görün, anlayın, doğru yola gelin, ahirette itirazınız kalmasın.” Ama, hadîsin ifadesiyle, bir kere de yakaladı mı artık iflah etmez.



Kaynak: Sonsuz Nur 2, Hudeybiye'nin Getirdikleri

 

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu