Olmak veya Görünmek

SORU: Adanmış ruhlara, azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ufku gösteriliyor. Diğer taraftan da, düz bir insan ve sade bir kul olma yolu işaret ediliyor. Gösterilen bu iki hedef arasında bir zıtlık var mıdır?

CEVAP: Bediüzzaman hazretleri, içinde yaşadığı dönemin ağır şartları altında, hakiki takvâyı elde etmenin çok zor olduğunu görmüş; takvâ mülahazasını ortaya koyarken, insanların ümidini bütün bütün kırmamak ve takvâ dairesinin kapısını tamamen kapalı göstermemek için farzları yerine getiren ve büyük günahlardan uzak duran kimselerin müttakilerden sayılacağını ifade etmiştir: “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrât kazanmaktır. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” buyurmuştur. Ne var ki, bu seviyedeki bir takvâ ile yetinmek, Bediüzzaman düşüncesine göre, dûnhimmetliktir ve sadece kendi kurtuluşunu düşünenlerin çizgisidir. Dava-yı nübüvvetin temsilcileri, kendi kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağladıklarından dolayı, onlar için ilk eşik sayılabilecek böyle bir takvâ ile iktifa etmek söz konusu olamaz. Çünkü, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin ifadesiyle, “Melikin atiyyelerini ancak onun matiyyeleri taşıyabilir.” Ortada bir dönem itibariyle sahabe efendilerimizin omuzladığı ağır bir vazife varsa, o vazifeyi omuzuna alacak insanların da o ilklerin vasıflarıyla muttasıf olmaları ve onların yolundan yürümeleri şarttır. Bundan dolayı, farzları eda etme ve büyük günahlardan kaçınma şeklindeki bir takvâ, bazıları için yeterli olsa da, sahabe mesleğini esas alanların azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ufkuna yürümeleri gerekir.

Evet, takvânın pek çok buudu vardır; Allah'tan başka hiçbir şeyi gâye-i hayâl edinmeme, maddî-mânevî her şeyi Allah'tan bilip, hiçbir şeyi nefse mal etmeme, her meselede dînin hükümlerini gözetme, kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı gör­meme, Hak'tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bu­lunma, haramlara götürebilecek nefsî hazlar karşısında devamlı uyanık olma, Allah Rasûlü'ne bilâ kayd ü şart inkıyâd etme, âyât-ı tekviniyeyi sürekli tetkik ve tefekkür ederek kal­bî ve ruhî hayatı yenileme ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevti hayatın bir düsturu hâline getirme gibi hususlar takvânın buudlarından bazılarıdır.

Azamî takvâya gelince, o, “Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olanı seç.” ve “Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz.” hadis-i şeriflerinin işaret ettiği gibi şüpheli şeylerden kaçınmakla elde edilebilir. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), helâlin de, haramın da belli olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğunu ifade buyurmuşlardır. Dolayısıyla, hakiki takvâ, farzları yapıp günahları terk etmekle beraber şüpheli şeylerden de kaçınarak, şöyle-böyle kuşku hasıl eden her şeyi bırakıp, tamamen kuşkudan uzak bir hayat yaşamak demektir. Azamî takvâya, “vera” da denilebilir. Vera, haram ve yasaklara karşı çok titiz davranmanın yanısıra, memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma ve “Kı­va­mında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâ­yâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır.” ölçüsüyle yaşama demektir.

Herkes için olmasa bile, sahabe mesleğinde yürüyenler için böyle bir azamî takvâ gereklidir. Nitekim, Bişr-i Hâfî'nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel'e gelerek, “Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum. Bazen devlet memurları ellerinde meş'aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum. Bu ipliğe haram karışıyor mu?” deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlamış ve “Bişr-i Hâfî'nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli.” fetvasını vermiştir.

Başkaları İçin Yaşama Ufku

Takvâ'nın değişik mertebeleri olduğu gibi zühd, ihlas ve velâyetin de bazı seviyeleri vardır. Bunların ilk basamağına ulaşmak avam için bir kurtuluş vesilesi olsa da, dava-yı nübüvvetin temsilcileri için azamî mertebelere yürümek bir hedeftir. Şahsî kurtuluşunu düşünen bir insan için, Allah'ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma ve mala-mülke terettüp eden bütün hak­ları yerine getirme şeklindeki bir çeşit zühd yeterli olsa da, sahabe mesleğini tercih edenler için zühd dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşa­­mak ve ebedî olan ukbâ saadeti için, mu­vakkat dünya rahatını terk etmektir. Bize hedef olarak gösterilen azamî zühde gelince; o, sıkıntı anlarında dahi dinin hu­dut­larını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama; dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama, kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama; medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme ve Hakk'a kulluğu her şeye tercih etme demektir.

İhlasın da asgarî ve azamî dereceleri vardır. Her işi Allah rızası için yapmak; r iyâdan uzak olmak ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalmak; ibadet ü tâatta, halkın görüp duymasından kaçınmak ve hatta halk mülâhazasını da bütün bütün unutmak ihlasın farklı derinliklerindendir. Azamî ve tam ihlas ise, bütünüyle Allah'ın rızasına bağlanıp sevap ve mükâfat mülâhazasını bile akıldan çıkararak, riya ve süm'a gibi gizli şirk çukurlarına asla düşmemektir.

Sahabe mesleğinde, velilik de sahabe veliliği türünden olmalıdır. Velâyet-i kübrâ da denen böyle bir azamî velâyette çok harikulâde haller olmayabilir. Nitekim, sahabe efendilerimize ait bildiğimiz harikulâde haller çok azdır ama onların imanları pek kavidir. Azamî velâyetin temsilcileri, Kur'ân'ın rehberliği altında yürür, ilim yörüngeli hareket eder ve mârifet kanatlarıyla vuslat ararlar. Onlar, zevk, vecd ve keşiflere başkaları kadar değer vermezler; his, arzu ve beklentilerini asla öne çıkarmazlar. Onların davranışlarında Allah'a iman nümayandır ve ihsan şuuru hakimdir. Bütün tavır, hal ve hareketlerinde Allah'a olan inanç ve itimatlarını okumak mümkündür.

İşte, avam için asgarî takvâ, asgarî zühd, asgarî ihlas ve asgarî velâyet birer kurtuluş vesilesi olsa da, i'lâ-yı kelimetullah vazifesini omuzlananların bütün bunların azamî derecelerini hedeflemeleri gerekir. Bununla beraber, onlar, olmalıdırlar ama görünmemelidirler. Büyük velilerin arasına girmeye liyakat kazansalar bile insanlardan bir insan olarak, düz bir kul gibi davranmalı; asla farklılık ve fâikiyet mülahazalarına girmemelidirler.

Derin Ol, Sığ Görün!

Bir insan, tavır ve davranışlarıyla, kalbî ve ruhî hayatının önünde bir görüntü ortaya koymamalıdır. İlla kendisini ifade edecekse, kalbi ve ruhi derinliği ne kadarsa işte o kadar bir derinlik sergilemelidir ama katiyen olduğunun üstünde bir hâl ve görüntü içine girmemelidir. Hatta, su-i zanlara sebebiyet vermemek kaydıyla, olduğundan aşağıda görünmek onun için daha hayırlıdır. Farzlarda kusur yapan, vaciplerde gevşek davranan, sünnetleri ihmal eden ve teheccüde kalkmayan insan görünümü lâubali bir insan tipini hatırlatarak su-i zanna sebebiyet verebilir. Dolayısıyla, dinin emrettiği hususları harfiyyen yerine getirmek ve yasakladığı şeylerden de fersah fersah uzak durmak, bu türlü bir kötü düşünceye sebebiyet vermemek yönünden de gereklidir. İmam Gazalî ifadesiyle; münciyâta (insanı ebedi kurtuluşa götüren vesilelere) sımsıkı sarılmak ve mühlikâta (günahkârları ateşe sürükleyen sebeplere) karşı da hep mesafeli durmak icab eder. Fakat, bütün bunları yaparken, kalbin önünde bir hâl sergileme cehd ve gayreti içinde olmama da samimi mü'minin şiarıdır.

Sahabe efendilerimiz ve onların yolunda gidenler, Cenâb-ı Hakk'ın ihsan buyur­duğu nûrlu dakika ve saatleri birer sır gibi saklamış ve başkalarına katiyen açmamış; O'nun lutfettiği ikram ve kera­met­leri sürekli giz­leyip halk nazarında düz ve sıradan bir insan olarak bilinme gay­retinde olmuşlardır.. sürekli ihlâs arayışı içinde bulu­nmuş; günde birkaç defa kendilerini sadâkat kontrolünden geçirmişlerdir. O'ndan gelen her şeyin gizli birer arma­ğan olduğu düşüncesiyle, vecd, keşif ve keramet türünden ikramların Veren'le verilen arasında birer sır gibi kalmasına dikkat etmiş ve bunları kimseye açmamışlardır. Onlar, kendi iç derinliklerini ve muhteva zenginliklerini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendilerini sıfırlamada ustaca manevralarda bulunmuşlar; iddialardan ve iddia işmam eden söz ve davranışlardan kaçtıkları gibi, kendilerine lutfedilen nimetlere “mazhariyet” demekten dahi kaçınmışlardır. Günümüzün mefkure kahramanlarına düşen vazife de, selefleri gibi davranarak, derin olmak ama su-i zanlara kapı açmamak kaydıyla sığ görünmektir.

Secde İzi mi, Riya Emaresi mi?

Tavır ve davranışların, kalbin önünde olmaması çok önemlidir. O kadar önemlidir ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Alınlarınızı sertleştirmeyiniz, sertlikle damgalamayınız.” buyurmuş; alınların yere sürtülmesi neticesinde meydana gelen secde izinin bile bir gösteriş ve fitne olabileceğine işaret buyurmuştur. Bazı insanlar, “Sîmâhum fi vücûhihim min eseri's-sücûd - Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır.” (Fetih, 48/29) ayetini alındaki nasır şeklinde anlamışlarsa da bu çok yanlış bir te'vildir. Bazı müfessirler de bunu, mü'minlerin dünyadaki secdelerinden dolayı kıyamet günü yüzlerinde meydana çıkacak olan nur şeklinde anlamış ve "Birtakım yüzlerin ağardığı gün.." (Al-i İmran, 3/106) mealindeki beyan-ı ilahî gibi bazı ayet-i kerimeleri de bu görüşlerine delil saymışlardır. İbn Abbas hazretleri de, “Bu âyetteki iz, göreceğiniz iz değildir; İslâm çehresi, karakteri, tavrı, vakar ve tevazuudur.” demiştir.

Evet, mü'minlerin karakterleri, manevi yapıları ve cibilliyetleri alınlarındaki secde izinden bellidir. O secde izi de alındaki nasır değil, kalbin yüze aksetmesinden, siretin surete yansımasından kaynaklanan canlılık, câzibe, imrendiricilik ve nurâniyettir. Alnı sert yere sürtmek suretiyle orada bir iz hasıl olmasına sebebiyet vermek, bir nevi riyakârlıktır. Bir insan çok namaz kıla kıla alnında böyle bir iz bıraktırabilir. Belki öyle çok namaz kılarken de samimidir. Fakat, o samimiyeti her zaman koruması çok zordur. Allah muhafaza, zaman zaman alnındaki o izi kendi kredisi hesabına kullanma gibi mülahazalar aklından geçebilir. “Alnımdaki secde izini görsünler de, kıymetimi bilsinler.” şeklindeki bir duygunun buğu halinde bile gönlü kaplaması o insanın felaketine sebebiyet verebilir. Bundan dolayı, secde ederken alınları yumuşak bir zemine koymak ve o kadarcık bir görünme duygusuna bile fırsat vermemek gerekir. Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn efendilerimiz arasında günde beşyüz rekat namaz kılan insan sayısı hiç de az değildi. Fakat, hiçbirinin alnında maddi manada bir secde izi yoktu. Bu mülahazalara binaen diyorum ki, elinizden geliyorsa, alnınızı sert yere sürtmeyin. Çok secde edin, günde yüz rekat nafile namaz kılın ama ne elinizde ne dizinizde ne de alnınızda o namazların izi belli olsun.

Allah Rasûlü, “Nice saçı başı dağınık, elbisesi eski, kendisine ehemmiyet verilmeyen ve kapı kapı kovulan insanlar vardır ki, bir meselede Allah'a kasem etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ b. Malik de bunlardandır.” buyurmuştur. İşte, esas olan budur; kalb derinliği, vicdan genişliği ve himmet yüceliği ile beraber sığ görünmek, düz bir mü'min edasıyla hareket etmek ama görünenden daha derin olmaktır.. Allah'a itimad ederek, büyük şeylere talib olmak ve büyük şeylerin arkasına düşmek ama kendini küçük görmek, küçük göstermek ve insanlardan bir insan olmak; hatta onların en küçüğü olduğuna inanmaktır... Belli olma ve bilinme duygusu kalbde barındırılmaması gereken bir duygudur; o, tavır, davranış ve görüntüyü kalbinin önüne geçirme demektir. Oysa ki, inanan bir insan, kalb derinliğinin insanı olma mecburiyetindedir. O, görüntüsünden daha engin olmalı ve olduğunun altında görünmeli ve hatta ümitsizliğe düşmemek kaydıyla çok aşağılarda bulunduğuna inanmalıdır.

Hasılı, azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ile düz bir kul olma arasında bir zıtlık olmadığı gibi, bilakis bunlar birbirinin sebep ve neticeleridir. Müttaki, zâhid, muhlis ve velî bir insan, “görünme” değil “olma” insanıdır. O, kalbî hayatı itibarıyla önde, tavır ve davranışları açısından ise, iki adım geridedir. O, görüntüsünün önünü kesmiş ama kalbine yol vermiştir. Günümüzün mefkure kahramanları da kalb balanslarını bu ufka göre ayarlamalı, “görünme”yi terk edip “olma”ya yürümelidirler.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu