Saffet ve Diriliş

İnanan her insan, inancının gereklerini yerine getirse, inancı kadar insan olsa, inancı ölçüsünde bir duruşta bulunsa sadece İslam dünyasında değil dünyanın her yerinde ciddi degişiklikler olur. Evet, İslam dünyası olarak bizler bir kere daha inhitat (gerileme) dönemi yaşıyoruz. Daha önceleri de yaşadık biz böylesi dönemleri ama inananların samimi gayretleri ile idbarımız ikbale döndü.

O devrelerde ümitlerimize fer verecek, insanları iyiye, güzele, doğruya yönlendirecek kâmet-i bâlâlar vardı insanların önünde. Onlar kendi kapasiteleri ölçüsünde hizmette bulundular, toplumu yeniden aşıladılar, kurumaya yüz tutmuş yerleri budadılar, yeni fidanlar diktiler. Ancak hemen ilâve edelim, bunların hiçbiri ilk asırda olduğu gibi bir çağlayana dönüşmedi. Belki Osmanlı’yı müstesna sayabiliriz; fakat o da kâmil anlamda ancak bir buçuk asır devam etti, ondan sonra o da duraklama ve inhitata girdi.

İlk saffet dönemi üç asır kadar sürdü. İrtidat hadiseleri, kendi akıl, mantık ve hissiyatlarını Kur’an’ın önünde tutan felsefî ve kelâmî ekollerin çıkışları, hilâfetin saltanata dönüşmesi gibi olumsuzluklar sürecinde yaşanan kanlı hâdiselere rağmen o ilk saffet varlığını bir yönüyle üç-üç buçuk asır, diğer yönüyle beş asra yakın bir süre devam ettirdi. Fitne dönemlerinde, onca iç ve dış gaileleri göğüsleme hengâmında bile o saffet dönemi doğurganlığını muhafaza etti. Ancak Hicri 5. asrı takip eden yıllarda doğurganlık durdu. Zaman zaman yeni doğumlar olsa, yeni sürgünler çıksa da bu sosyologların ifade ettigi gibi bir yönüyle anomali doğumlar ve sürgünlerdi. Çünkü belli bir yaştan sonra sıhhatli doğum olmaz. Kaderin cilvesidir bu, onu değiştirmeye gücümüz yetmez.

Ancak bizler yine aynı kader inancımızın uzantısı olarak meselelere sebepler planında yaklaşarak yeniden bir dirilişe ermenin yollarını aramak ve bu yolda hiç durmadan yürümek zorundayız, tıpkı seleflerimiz gibi. Bu yolda olmanın, iç ve dış saffete erebilmenin bir takım şartları var elbette: Yaşatma uğruna yaşamadan vazgeçme, rehavetin kıskacına düşmeme, zevk u sefaya dalmama gibi. Ev, araba, makam, mansıp hiç olmasın mı? diyebilirsiniz. Olsun, ama bunlar kat’iyen tâli derecede kalmalı, asıl gayeden uzaklaştırmamalı bizleri. Yoksa gün gelir bu isteklerin önünü almazsınız, kendi ruhunuzdan uzaklaşır, içte kadavralaşmaya doğru yürürsünüz. Ve yine bir gün gelir bu istekler azgın bir güç olarak karşınıza çıkar ve yer bitirir sizi.

Osmanlı’yı görmez misiniz? O koca devleti tenperverlik, rahat tutkusu yıkmıştır aslında. Padişah artık orduların önünde değildir. “Padişahlar cephede savaşmazlar; savaşmazlar çünkü onlar ölürse devlet çöker” anlayışı hakim olmuştur. Kadavralaşma dönemine ait utandıran fotoğraflardır aslında bunlar. Halbuki Osman Gazi’den Murad Hüdavendigâr’a, Yıldırım’dan Yavuz’a, Kanuni’ye kadar herkes cephede, askerinin, ordusunun önündedir.

Her neyse, bu hamur çok su götürür. İç ve dış saffete ermek ciddi irade, nihayetsiz sabır gücü, bitme tükenme bilmeyen enerji ve O’nun rızası haricinde her şeyi elinin tersi ile itmeyi gerektirir. Mevlâ muînimiz ola.


İNANÇTA DERİNLİK

Mü’minler olarak çok iyi inanmak, inandığımız şeyleri içte duymak ve hissetmek, bunları başkalarına duyurmak, kendimizi saydam bir varlık gibi yapıp, nereden bakılırsak  bakılalım hep O’nu göstermek zorundayız. Bir başka tabirle memur olduğumuz şeyleri harfiyen yerine getirirken kendimizi tamamen O’na adamamız ve O’nda fani olmamız gerekmektedir. Nasıl ki bazı ruh insanları Uhud’u, Hazreti Hamza’yı anlatırken o çetin savaşı kendisi yaşar ve Hamza olur; aynen bunun gibi O’ndan bahsederken yine O’ndan akıp gelen engin dalgalar ile gönlümüzü buluşturabilmeliyiz ki inandırıcı olabilelim.

Müslümanlık sadece ilim değildir, o hayattır. Yaşana yaşana fertle ve toplumla bütünleşir. Zaten inancını bu ölçüde yaşayarak tabiatlarının derinliği haline getirebilenler bu seviyeye ulaşır, uluhiyet hakikatine yeni pencerelerle açılma fırsatını bulurlar.

Evet, imanın nazarî buuddan amelî buuda yükseltilmesi hem dünya hem de ukba hayatımız adına çok önemlidir. Bunu başarabildiğimiz takdirde iman bizim hayatımızın her karesine girmiş demektir, aksi halde eğer ameller yerine getirilirken bu inanç derinliği hissedilmezse hem inanç, hem de amelî yönden nifak başlar ve gün gelir insan -Allah korusun- münafık olur.

Öte yandan bunu duyup, tatmakla iş bitmiyor, hiç durmadan mücedeleye devam gerekir. Zira bu makam veya hal, insanı gurur, kibir ve ucba sürükleyebilir ki bu inananları yeniden nazarî iman seviyesine düşürür. Mukarrebîne bakın; onların âdeta her zaman uluhiyet tecellilerine doğrudan muhatap olduğunu görürsünüz; görürsünüz ama onlarda ucbdan, kibirden, gururdan eser yoktur. “Biz hiçbir şey yapamadık” derler, yürekleri ağızlarına gelir ve sürekli bu hal üzere yaşarlar. Kendilerini Allah’a doğru yükselen yarış pistinde hissederler bunlar. Hiçbir şeyden sarsılmazlar; sarsılmazlar çünkü nazarî imanları amelî imanla sağlam bir blokaja oturmuştur. İşte asıl ulaşılması gereken hedef de budur.

İnanması gerektiği ölçüde inanmamış/inanamamış, amelî zafiyet içinde bocalayanlara, tabir-i diğerle düşe kalka yürüyenlere gelince; belli ölçüde nefsanîliğin ve şeytanîliğin inhiraflarından kurtulmuş olsalar da iman benliklerine tam anlamıyla sinmemiştir bunların. İğreti bir elbise gibidir iman üzerlerinde. İmanını amelle benliğine sindiremeyenler hiç kimseye hiçbir şey veremez. Bu durumdan kurtulmak için insan maddî beslenmesine dikkat ettiği gibi manevî beslenmesine de dikkat etmelidir. Kendini hiç boşluğa salmamalı, hayatında hiçbir gedik bırakmamalıdır. Bununla beraber kaldıramayacağı yüklerin altına da girmemeli, tekellüflü şeylerle uğraşmamalı, beşerî taraflarını zorlamamalıdır. Hiç ara vermeden sürekli oruç tutma, namaz kılma ve dünyadan tamamen elini eteğini çekme de ayrı bir dengesizliktir. Unutmayın, tabiata ters hareket etmek tahribat getirir.

Allah bizi insan eyleye. İnsan söylediğinin iki mislini kendi yapmalı ki kalbi bir bam teli gibi ses versin. Ritmi bozmamalı ki söylediği her kelime, kelime-i tayyibe olsun. Aklı, mantığı, muhakemesi, şuuru, kalbi, latife-i Rabbaniyesi sürekli canlı olmalı ki bu yükü götürebilsin. Yoksa atiyye ile matiyye arasında bir uygunluk yok demektir. Bu uygunluk olmayınca da insan ömür boyu çabalar da bir arpa boyu yol alamaz.


HATA YAPANLARIN EN HAYIRLISI

Her insan bilerek veya bilmeyerek hata yapar. Tabiatında var hata yapma çünkü insanoğlunun. Onun için kimse bu mevzuda kendine güvenmesin, düşenleri hor ve hakir görmesin. Unutmayın hata edenlerin en hayırlısı “Estağfirullah Ya Rabbi! Bir daha yapmam.” diyenlerdir.


DÜZ İNSAN

Sanki alacaklı imiş gibi Allah’a kulluk yapanlar var müslümanlar arasında. Halbuki ne kadar kulluk yaparsak yapalım yine de borçluyuz biz Cenab-ı Hakk’a. Bu vartaya düşmemek için en salim yol düz insan olmaktır. “Rabbim Allah ve Hazreti Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem) gibi bir Efendim var. Yeter de artar bile bana.” cümlesi ile ifade edilebilecek hakikate gönülden iman etme düz insan olmanın göstergelerinden sayılabilir.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu