Hz. Mesih ve Misyonu

SORU: Yüklendiği misyon itibariyle Hz. Mesih'i anlatır mısınız?

Hz. Mesih, olabildiğine maddeci bir topluma peygamber olarak gönderilmiştir. Böylesine maddeci bir topluluğun ıslahı adına Hz. Mesih, onların karşısına ruhçu bir düşünceyle çıkmış ve onların maddeci düşüncelerini ta'dil etmiştir.


Müşrikliği ve putperestliği, doğrudan doğruya din ünvanı ve din referansıyla diyanet blokajı üzerine oturtan toplumların, daha sonra o dinî telakkiden sıyrılıp, yeni bir dinî düşünceye ulaşmaları oldukça zordur. İşte Hz. Mesih, meb'us bulunduğu toplumdan, maddeciliği ta'dil ederek, metafiziğe kapı aralamış.. ve aynı zamanda vahy-i semavi ile, ifrat ve tefrite girmeden madde ve ruh arasında bir denge te'sis ederek bu zorluğu aşmıştır. Ne var ki, daha sonra gelen onun müntesipleri, bu dengeyi muhafaza edememiş.. bundan dolayı da zamanla bütün güçleriyle ruhçuluğa ve sprütüalizme yönelerek maddeyi bütün bütün inkar etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'in de ifadesiyle (Hadid/27) onlar, ruhbanlığı kendilerine farz kılarak, sözde bununla değerler üstü değerlere ulaşacaklarını zannetmişlerdir. Oysa ki onlara böyle bir zorluk tahmil edilmemişti. Evet onlar, Allah'ın rızasını tahsil maksadıyla, dinin ruhunda olmayan şeyleri icad etmiş ve daha sonra da icad ettikleri bu şeylere yenik düşüp, onların ağırlığı altında dinin aslından uzaklaşmışlardı. Halbuki meşru dairedeki zevk ve lezzet, hem keyfe kâfi, hem de zaruri ve lüzumludur. İnsan için aile hayatı, çoluk-çocuk, hayatî bir ihtiyaçtır. Onların bir kısmı, bu mübaha karşı müstenkif kalmış ve farkına varamıyarak kiliseleri o işin gayr-i meşru levsiyâtı ile kirletmişlerdir.

Hıristiyanlıkta, bu türlü daha bir çok tağyir, tahrif ve yanlış anlamalar mevcuttur. Örneğin Yuhanna İncil'inde, Eğer yüzüne bir tokat vururlarsa, dön diğer yüzüne de bir tokat vursunlar' diye bir ifade vardır. Günümüzde bu mana ve ruh, belli ölçüde değerlendirilebilir. Bu bir nevi, 'Dövene elsiz, sövene dilsiz' sözünün değişik bir versiyonudur. Ancak insanların zulümlere karşı teslimiyetçi bir şekilde davranmaları yanlışlığa açık bir durumdur. Zira, zulmedenler hiçbir zaman zulmetmeye doymazlar. Hıristiyanlık, zuhur ettiği zaman itibariyle, değişik baskılar altında kendini anlatma ve kendini ispat etme imkanını elde edememişti. Bu baskı ve zulümlere karşı onlara, 'mukabele etmeme' fikri aşılanmış ve bu, daha sonra onlarda bir karakter haline gelmiştir. Bu düşüncenin uzantısı olarak onlar; harp etmemeyi, kendilerine ne yapılırsa yapılsın, karşı koymamayı ve dünya zevklerinden uzak kalarak ruhbanca bir hayat yaşamayı vs. bir disiplin olarak benimsemişlerdi. Ne var ki, bu disiplinlerin pratik hayattaki yansımalarına bakıldığında manzaranın hiç de aslına uygun ve iç açıcı olmadığı görülecektir. Çünkü onlar, bugün dünyanın değişik yerlerinde -esefle müşahede etmekteyiz- benimsedikleri bu prensiplere aykırı olarak, yer yer hayatın karşılarına çıkardığı ve insan fıtratının bir gereği olan ihtiyaçlarını gayr-i meşru yollardan giderme ve duygularını tatmin etme yollarına girmişler; uzantıları günümüze kadar gelen kanlı savaşlar yapmışlar ve birçok insanın haksız yere ölmesine sebep olmuşlardır.

Hz. İsa'nın (as) materyalist bir topluma uyguladığı ıslah hareketi, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan ve müjdesini de bizzat kendisinin verdiği 'İnsanlığın İftihar Tablosu'na giden yolları da açmıştır. Ancak, başta da ifade ettiğimiz gibi daha sonraki müntesipleri, Yahudi ifratına karşı tefrite düşerek, bütün bütün fiziği de maddeyi de inkar etmişlerdi. Fetih suresinin en sonunda yer alan uzunca âyet, bu mevzuya ışık tutmaktadır. Burada o âyetle alakalı bir kaç hakikati arzetmek istiyorum:

Ayet, 'Muhammedun Rasulullah' diye başlamaktadır. Ayetin başındaki bu ifade ile Peygamber Efendimizin (sav) risaleti vurgulanmış ve değişik yerlerde geniş olarak bu hakikat ifade edildiği için de, icmâlen geçilmiştir. Bu ayette, daha ziyade Kur'an, Efendimizin (sav) etrafındaki insanlara dikkat çekmekte ve değişik evsaf ve kategoriler halinde, birbirinden farklı maddeye ve manaya bakan yanları ile onları nazara vermektedir. 'Muhammedun Rasulullah', önemli ve hayâtî bir gerçektir. Bunun için Sâdî, Üstad'ın da Mektubat'ta ifade ettiği gibi, 'Muhammedun Rasulullah demeden râh-ı selamet muhaldir' der. Necip Fazıl da bu hakikati ifade adına, Pascal'ı koştura koştura rıhtıma kadar getirir; ancak 'Muhammedun Rasulullah' demediği için onun gemiyi kaçırdığını söyler. Evet, bu manada Efendimizin (sav) rasat noktasına ulaşmayanın sahil-i selamete ulaşması mümkün değildir. Şimdi tekrar âyetin mevzumuzla alakalı yönüne dönelim:

Peygamberle beraber maiyet-i nebevîye eren herkes, maiyet-i İlahîye'ye de ermiş demektir. Bir yönüyle âlem-i cismaniyet ve âlem-i halka ait Efendimiz'le maiyet, aynı zamanda âlem-i emre ait Cenab-ı Hakk'la maiyetin bir izdüşümüdür. İşte ayet-i kerimede, 'Vellezîne maahû' derken bahsettiğimiz bu beraberlik anlatılmaktadır; ayetin devamında ise, bu ufku yakalayan insanların özelliklerinden bahsedilmektedir.

Bu özelliklerden biri, onların 'Eşiddâu ale'l-küffâr' olmalarıdır. Yani mahiyetlerindeki inanma istidadını körelten, bunca delail Allah'ın varlığını ilan ederken bütün bütün onları tekzip edip inkara sapan ve İlâhî meş'aleyi söndürmeye çalışan insanlara karşı şedittirler. İkinci özellikleri ise, 'Ruhamâu beynehüm'; kendi aralarında fevkalade şefkatli ve merhametlidir. Bu özellikler, 'Terâhum rükkean, sücceden, yebteğûne fadlen minallâhi ve rıdvânâ; ''Sen, onları sürekli rükû ve secde halinde görürsün. Allah'ın lütuf ve rızasını ister dururlar''. Demek ki onlar, ayaklarını koydukları yere başlarını da koyarak bir halka haline gelmiş ve böylece Allah'a en yakın bulunma halini ihraz etmişler. Aynı zamanda onlar, her şeylerini Allah'ın fazlından bilirler. Zaten neticede onların istedikleri sadece ve sadece Allah rızasıdır. 'Sîmâhum fî vücûhihim min eseri's-sücûd; onların nişanları yüzlerindeki secde izidir''.

'Zâlike meselühum fi't-tevrât ; işte bunlar, ümmet-i Muhammed'in Tevrat'taki vasıflarıdır.'' Tevrat, Hz. Musa'ya inen ve daha sonra tahrif edilerek büyük ölçüde hüdanın yerini hevanın, ruhun yerini maddenin aldığı bir kitaptır. Tevrat'ta ümmet-i Muhammed anlatılırken, manevi yönleri ve yanlarıyla ve metafizik cepheleriyle anlatılmaktadır. Diğer taraftan 've meselühum fi'l-incîl; Onların İncil'deki vasıflarına gelince: 'Kezer'in; onlar tıpkı bir ekin gibidirler''. Ekin, tohumla meydana gelir ve maddîdir. Tohum, bir cisimdir ve tıpkı yumurtadaki ukde-i hayatiye ve insandaki sperm gibi hayat proğramı yüklenmiş bir varlıktır. 'Ehrace şat'ehû; topraktan rüşeymini çıkarır'' ki, o da bir maddedir. 'Şat' kelimesinde maddi yapının zuhuru gibi bir musıki de gizlidir. Burada her kelime, mükemmel sözcüğüyle ifade edilemiyecek ölçüde seçilmiş.. seçilmiş ve adeta bir dantelanın atkıları halinde örgülenmiştir. 'Festağlaza; gılzet kazanır, kalınlaşır, sertleşir''. Burada da mesele hep madde etrafında dönmektedir. Zira mananın, ruhun, metafiziğin kalınlaşması mümkün değildir. 'Festevâ, o maddi yapı üzerinde kalkar, doğrulur'' demektir. 'Alâ sûkihî', insanın sâkı, bacaklarıdır. Filiz ve ağacın sâkı ise sapıdır. 'Yu'cibu'z-zurrâa'; öyle ki, tohumu, toprağın bağrına atan insan bile, onu bu haliyle gördüğü zaman şaşkınlıktan kendisini alamaz. 'Liyağîza bihimu'l-küffâr; kafirleri öfkelendirir''. Bu ise, başkalarının gözünü doldurması, onların içine takdir, dehşet ve korku salması gibi hep maddeye müteallik şeylerdir.

Dikkat edildiği takdirde, İncil'de yer alan meseleler, fizikî açıdan, tamamen maddeci bir anlayışı aksettirmekte ve her şey mahsusata müteallik yanları ile nazara verilmektedir. Tevrat'ta zikredilen hakikatler ise, hiçbiri elle tutulur, gözle görülür ve pozitivistçe mülahazalarla mahsusata taalluk eden şeylerden değildir. Bunların hepsi adeta insanları âlem-i emir ve mücerret hakâik etrafında dolaştıran manevi şeylerdir. İşte bu incelik, Seyyidinâ Hz. Mesih'in konumunu anlama bakımından çok önemlidir. Hz. Mesih, Yahudi maddeciliğini tadil etme misyonunu yüklenmiştir. Böyle bir misyonla gelen insanın, bu misyonu gerçekleştirebilecek donanımla gelme zarureti vardır ki daha dünyaya teşrif buyuracağı zaman O, çok iyi bir yuvada neşet etmiştir. O'nu yetiştirme mevzuunda Hz. Meryem ölçüsünde başka bir kadın göstermek mümkün değildir. Kur'an, değişik ayetlerinde Hz. Meryem'in karakterini ifade eden kelimeleri yerli yerinde kullanarak onun hususiyetini vurgulamaktadır. Bu yüce kadın, iffetine o kadar düşkündür ki, meleğin karşısında bile müthiş bir ürperti yaşamıştır.

Hz. Meryem'in annesi, 'Allah'ım bana bir çocuk verirsen onu mabede adayacağım' diyerek bir adakta bulunmuş; ancak çocuk kız olarak doğunca, teessür içinde bu kutlu anne, 'Ben erkek çocuk bekliyordum ki onu mabede adayayım' demiş, ne var ki, çocuk doğmadan önce mabede adandığı için mabedde bırakılmıştır. Seyyidetina Hz. Meryem, maneviyatla lebâleb bir şekilde İlâhî vâridatları iliklerine kadar teneffüs edeceği böyle bir metafizik ortamda neşet etmiş ve daha sonra da, farklı bir misyon için gelen Hz. Mesih'e yine sebepler üstü bir şekilde hamile kalmıştır.

Hülasa, Hz. Mesih, hayatı böylesine sebepler üstü ve harikuladelikler içinde cereyan eden bir anneden dünyaya gelmiş ve tamamen bir ruh insanı olarak Cenab-ı Hakk'ın himayesinde ve siyanetinde büyümüştür. Zira O'nun karşısında, senelerden beri devam eden maddeciliği, tamamen bir din haline getiren ve yıkılması, yenilenmesi, değiştirilmesi çok zor olan bir toplum vardı ve O, hayatı boyunca böyle bir toplumla mücadele etmişti. Hz. Mesih, peygamberlik vazifesiyle gönderilirken bu insanları doyuracak bir donanımla techiz edilmiş ve onların putlaştırdıkları maddeyi; babasız dünyaya gelme, ölmüş insanı diriltme, hastaları iyileştirme, en onulmaz dertlere şifa dağıtma gibi pek çok mucizeler göstererek aslî hüviyetine kavuşturmuş.. ve materyalizme kilitlenmiş bir düşünceyi tadil ederek, ruhçu bir düşünceye yollar açmış, böylece İnsanlığın İftihar Tablosu'na giden yollara köprüler kurmuştur.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu