‘Yolumuz bu bizim!’

“Müşebbeh” ile “müşebbeh bîh” (benzeyen ve benzetilen diyebiliriz sanırım bunlara) arasındaki benzemenin yüzde yüz olması gerekmediği hakikatini hatırlatarak önce bir teşbih yapacağım.

Teşbihimin net anlaşılması için asıl vak'anın çok iyi bilinmesi ve o vak'anın sadece bir karesinin zihinlerde çok iyi canlandırılması gerekir.

Rumi takvimle 31 Mart 1325'e tevafuk ettiği için (miladi takvime göre 13 Nisan 1909) 31 Mart vak'ası olarak kayıtlara giren hadise sonrası divan-ı harb-i örfî ilan edilir Osmanlı topraklarında. Günümüz diliyle sıkıyönetim demek. İsyan bastırılır, sonra hadiselere adı karışan hemen herkes tevkif edilir ve başkanlığını meşhur Hurşit Paşa'nın yaptığı mahkemede yargılanır. Tam bir herc-ü merc dönemi. Yaş ile kuru birlikte yanıyor. İthamlar, iftiralar almış başını gidiyor. Nitekim bu süreçte suçsuz yere birçok insanın idam edildiğini tarihler kaydediyor.

Bediüzzaman Said Nursi de isyan sonrası bir itham ve iftiraya kurban giderek tutuklananlar arasında. Hâlbuki o, isyan öncesi devrin Tanin, İkdam, Serbestî, Mizan, Sabah, Şark ve Kürdistan gazetelerinde yazılar yazarak hak aramanın, yönetime isyan yoluyla olmayacağını yazan birisi. Hatta “ihtilalin” baş elemanlarından Derviş Vahdeti'nin çıkarttığı Volkan gazetesinde bile isyan aleyhtarı yazılar yayınlar Bediüzzaman. Bu yazıların etkisiyle 8 tabur askerin isyana destek vermekten vazgeçtiğini biliyoruz bugün. Daha ötesi isyanın üçüncü gününde Üstad, kendisi gibi düşünen ulemayı da yanına alarak harbiye nezaretine gitmiş ve askerlere bir konuşma da yapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman'ın tutuklanması tam anlamıyla haksızlıktır, zulümdür, istibdaddır. Nitekim mahkemeye verdiği müdafaada bunu açıkça dile getirir.

Müdafaaya girmeyeceğim. Hurşit Paşa'nın mahkeme penceresinden darağacında daha yeni asılmış insanları göstererek “Sen de şeriat istemişsin” sorusuna, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diye başlayan o fütursuz müdafaasını okumanızı tavsiye ederim.

Sonuçta Bediüzzaman beraat eder ve talebeleri ile birlikte Beyazıt Meydanı'ndan Sultanahmet'e doğru yürür. Hareket ordusu muhafızlarının Bediüzzaman'a eşlik için toplanan kalabalığa müdahale etmesine kızan Üstad, orada bir söz söyler ve bu sözü tekrar ede ede ta Sultanahmet Meydanı'na kadar gider. Yukarıda özellikle bir karenin zihinde iyi canlandırılması gerekir, dediğim kare işte burası. Tahayyül etmeye çalışın; ‘şarkın yalçın kayalıkları' arasından çıkmış, heybetli ve vakur duruşu yürüyüşüne akseden Bediüzzaman ortada, etrafında yakın talebeleri ve bu dar dairedeki halkanın etrafını ise oraya destek için gelen halk çevrelemiş. Bediüzzaman'ın dilinde ise âsitanenin semalarını çınlatan o meşhur söz: “Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!”

Bana göre benzeri bir manzara yaşadık geçenlerde. Teşbih dediğim de bu. Başka bir ifadeyle, o manzarayı görünce yukarıda anlattığım kare aklıma geldi. Manzara şu; ikindi sonrası 15-20 dakikayı bulan bir beraberlik oldu. Bir vesile ile söze başladı ve o sözün açtığı yolda ilerledi. İlerleyen dakikalarda o yolun şehrâh haline geldiğini gördük. Kaynağını bulan su misali ağzından çıkan söz, muhatabın kalbine bir şekilde yol bulup giriyor ve heyecan yavaş yavaş doruğa çıkıyordu. Tam bu minval üzere konuşurken ayağa kalktı ve salonun çıkışına doğru yürümeye başladı; fakat sözlerine devam ediyordu. Halkada yerini alan hemen herkes ağızdan çıkan bu heyecanlı ve helecanlı sözlerin bir tek kelimesini bile kaçırmamak için Hocaefendi'nin etrafını sarmış, salon çıkışına doğru birlikte yürüyorlardı. Hocaefendi ise tıpkı Bediüzzaman'ın, “Zalimler için yaşasın cehennem” demesi gibi “lanet, lanet, lanet” diyor ve “lanet” diye biten o kısa cümleleri salonun kubbelerinden yankılanarak etrafı sarıyordu.

Şimdi size işte bu lanet'in hikâyesini anlatabilirim. İkindi sonrası, yıllarca kendisine arkadaşlık etmiş bulunan iki kişinin saflar arasında yerde oturduğunu görünce kanepelere oturmalarını işaret etti. Nezaketin, hürmetin, ihtiramın, saygının, nazara vermenin gereği olabileceği gibi saçlardan kaşlara inen ihtiyarlık belirtilerinin gerektirdiği zaruretti belki bu. Nitekim daha onlar işaret edilen yerlere oturmadan “yaşın-başın gerektirdiği şeyler bunlar” dedi hemen. Konuya girilmişti. Yol açılmıştı bununla ve şimdi bu yolu şehrah haline getirecekti. Önce Üstad'ın, “ihtiyarlığı gençliğe değiştirmem” sözünü aktardı. Ardından gençliğin Allah'ın bir lütfü, ihsanı olduğundan dem vurdu ve Allah'ın gölgesi altında gölgelenecek 7 sınıf insandan biri olan Allah'a ibadet neşvesiyle kalbi dopdolu genci nazara vererek gençlik dönemlerinde nafile ibadetlerin daha çok yapılması gerektiğine işaret etti. “Rükûdan kalkmak, secdeye gitmek problem haline gelmeden çok ibadet etmeli. Tıpkı gençliğinde maddi açıdan yatırım yapıp ihtiyarlığında onunla geçinen insanlar misali, gençlikte yapacağımız ibadetlerin sevabı ile ihtiyarlıkta ayakta durmalı.” dedi.

Sonra Allah'a karşı ibadette tabir caizse yarışan ve kendi aralarındaki bu yarışı atbaşı götüren üç Abdullah'tan söz etti; Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Amr bin As. Abdullah bin Amr'ın ihtiyarlık günlerinde, “Keşke Allah Rasulü'nün sözünü dinleseydim.” temennisini anlattı. Çünkü o, gençlik yıllarında bir gün tutup bir gün tutmama şeklindeki nafile orucu bile az görmüş ve ‘daha fazlasına güç yetiririm' demişti Efendimiz'e (sas).

Söz, yuva, mektep ve cami üçgenine kaydı. Yuvanın boşluğundan, sûri şekilde kılınan namazların çocuğun ruhunda bir heyecan uyarmayacağından bahsetti. Gece kalktığında seccadede anne-babasını ağlayarak gören çocuğun evi ile şeklî namaz kılınan hanenin çocuğa olan tesiri arasındaki farkı nazara verdi. Ardından mektep'e geçti. Çağın anlayışlarına uygun blokajlar üzerine oturtulması gereken eğitim felsefesinden, ruh ve mana köklerine uygun model eksikliğinden dem vurdu.

Ve cami dedi. Namaz kılarken hıçkırıklara boğulup bayılıp giden, riya ve süm'aya kapalı insan yokluğundan ve çektiği 99'luk tesbihin iki tanesi kararan bir insanın menkıbesinden bahsetti. “Kim olduğunu sormayın” dedi önce. Hazret, neden bu ikisi karardı diye taaccüp etmiş. Bir nida gelmiş; “Çünkü sen bunlarda Sübhanallah, Elhamdülillah derken, başkalarına duyurma niyetin vardı.” Nihayet yüzüne medh-ü sena edilen sahabi karşısında Efendimiz'in, “Kardeşinin boynunu vurdun.” hadisine değindi. Otururken son sözleri, “Allah nezdinde küre gibi olup, kendini bir nohut tanesi kadar küçük görme…” dedi ve ayağa kalktı.

Şimdi başa dönüyoruz; birden ayağa kalktıktan sonra alabildiğine heybetli, haşmetli ve celadetli bir şekilde yürürken, “Yolumuz bu bizim!” diyordu Hocaefendi yüksek sesle, “Alkışa, beğeniye kapalıyız. Alkışa lanet, alkışlayana lanet diyoruz. Fanteziye, lükse kapalıyız. Fanteziye lanet. Lükse lanet diyoruz. Cenazemize kimse gelmesin, mezarımızı kimse bilmesin varsın. Bunları arzu etmeye de, arzu edenlere de lanet diyoruz. Lanet, lanet, lanet.”

Salondan çıkarken kubbelerden yankılanan son sözler bunlardı. Lanet! Lanet! Lanet!

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu