Türkiye’ye Özlem

Şu son rahatsızlıklarım vesilesiyle, ruhî mukavemetin hastalık karşısında çok önemli olduğunu daha iyi anladım. Öyle ki içime attığım düşünce ve sıkıntıların, rahatsızlıklarımı bir kaç kat artırdığını gördüm. Bu arada bazı arkadaşlarımı çok özledim. “Keşke yanımda olsalardı.” dedim. Kendisine bakan yönüyle insan, Allah rızası için çalışmayı ve hayatı beraber paylaştığı dostlarıyla özellikle sıkıntılı anlarında beraber olmak istiyor. Bizim de başka bir şeyimiz yok, sadece arkadaşlarımız var.

Teselli olacağımız, sıkıntılarımızı unutacağımız tek şeyimiz var o da arkadaşlarımız. Bazen tanıdıklarım ziyarete geliyor; çok mutlu oluyorum. Fakat buradan ayrılışları bende öyle bir burukluk hasıl ediyor ki anlatamam. Adeta onlar giderlerken ruhumun bir yanını da alıp götürüyorlar.

Bir de rahatsızlıklardaki temadî (devamlılık) psikolojisinin hastalığı artırması gibi bu mekandan ayrılma veya ayrılamama mevzuu da çok önemli bir faktör. Bir insan uzlete girer ama onun uzun süre kalmaya niyeti olsa bile istediği zaman çıkar gider. Bu, o insanın strese girmemesi, tesir altında kalmaması psikolojisi açısından çok önemli bir faktördür. Ben şu binadan dışarı aylarca çıkmıyorum. Son üç-dört ay boyunca bir-iki defa çıktım ama arsa sınırlarını bile geçmedim. Üç senedir buradayım, yakındaki ağaçlıklı derenin yanına bir kere gittim. İnsanın kapısına kilit vursalar sonra etrafına güller çiçekler koysalar, bütün tabiatı getirseler hiç umurunda olmaz; sadece kapısındaki kilidin çözülmesini ister. Benim de burada sanki ayaklarımda kilit var; rahatsızlıklarımdan dolayı ayrılamıyorum. Bu insana çok dokunuyor.. benim gibi gurbet ve hastalıklarla ruhu hassaslaşmış birisine daha çok. Bu durumdaki birisi ancak ölmeyi arzu edebilir. Duaları da kabul olan bir kul ise, visal duası yapar ve O’na kavuşur, olur biter. Ama Din-i Mübîn-i İslam’a hizmete azmetmiş insanlar bunu yapmaya mezun değildir. İşte bu mesele onun elini ayağını bağlar, dualarında “emanetini al artık” diyemez.

Kendi tabiatlarının gereği bazı insanların sıkıntıları sürekli artar ve ağırlığını daha bir derin hissettirir. Belki bunun da ötesinde ben burasını başkalarından farklı görüyorum; öldüresiye bir şey gibi duyuyorum. Ama sesimi çıkarmıyorum Rabbime isyan olmasın diye. Çok fazla müteessir oluyorum. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş topraklar var burada, Cennet’ten gönderilmiş Hacer-i Esved gibi hepsini odamın bir yerinde saklıyorum... (Ağlayarak kalktı.)

Seviye

Kur’an-ı Kerim’de buyrulan “Ey insanlar, siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.” (Bakara, 284) ayetinin nesholunduğuna ve hükmünün kaldırıldığına dair rivayetler var. Genel olarak düşündüğümüzde görürüz ki, bu bir seviye meselesidir. Bazı insanlar vardır ki, içlerinden bir şey geçmekle sorumlu olmayabilirler. Fakat belli bir seviyeye göre Rabbimiz’le münasebet içinde bulunan birisi, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine azmetmiş bir insan o türlü fena şeyler tahayyül ederse (hayalinden geçirirse) zihnini, aklını kirlettiğinden dolayı muâheze olabilir (hesaba çekilebilir). Muhâsibi “er-Riâye fi hukûkillah” adlı eserinde bunları sekiz mertebeye ayırıyor. İmam Gazali’de de benzer şeyler var. Hasılı bu seviye meselesidir. Hangi seviyede Rabbimiz’le münasebet kurabilmişsek, hal, tavır, fiil ve hatta fikirlerimiz de o seviyeye göre muameleye tabi tutulacaktır. Bazı has kulların akıllarından geçen nâhoş şeyler bile Allah’a karşı saygısızlık sayılır. Hatta ileri bir seviyenin erlerinden bazıları -afedersiniz- tuvalette açılıp-saçılmayı bile hayâya muhalif görmüşlerdir. Ebu Musa el-Eş’arî (r.a) diyor ki: “Gece karanlığında yıkanırken belimi doğrultmaktan hayâ ediyor, bir yerim açılacak diye yerin dibine giriyorum.”

Evet, bunlar seviye meselesidir. Şimdi bir kul belli bir seviyede böyle davranmak gereği duyuyorsa, Rabbimiz’le bu ölçüde münasebet içindeyse, kendi tavırları itibarıyla aşağı seviyeye inemez. Birisini çavuş yapsalar; o da “Ben çavuşluk yapmam, nefer olacağım.” derse, onu neferliğin de altına atarlar. Cenâb-ı Allah, bir kulunu nereye çıkarmışsa o kulun ona göre davranması gerekir. Bundan dolayı, Üstad da bir yerde diyor ki; “Bu ihlâs kulesinden düşerseniz derin bir çukura düşmek ihtimali var.” Yer seviyesinde kalamazsınız. “Bi hasebi’l-mağrem el-mağnem – elde edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde artar veya azalır.” Yani kişi, Allah’ın lütufları ve ihsanları ile belli bir noktaya ulaştırılmışsa o noktanın hakkını vermediği zaman düz insanlar seviyesinde kalmaz, çok daha derin bir kuyuya düşer. Mesela birisi vardır; aklına gelse ve yel gibi geçse: “Şu ana kadar vatana-millete hizmet dedim, koşturdum; çok sıkıntı çektim; acaba bıraksam…” Bunu telaffuz etmeden hayalinden bile geçirse onun için ciddi bir sukûttur. Tavrını buna göre ayarlaması lazım. Ama birisi de var ki kapıda, koridorda dolaşıyor. Vatan uğrunda çalışmak, millete faydalı olmak için koşturmak, kendisi için değil insanlar için yaşamak... bunların manâsını bile anlamaz, dolayısıyla bu türlü düşüncelerden sorumlu olmaz. Mazhariyetin ölçüsünde kapının önünde değilsin, koridorda değilsin, salonda değilsin, harem odasındasın, yatağın ucundasın. Sultan sana muamele yaparken ona göre yapar. “Kurb-u sultan âteş-i sûzan buved – Sultan’a yakınlık yakıcı bir ateştir.”

Akla şu da gelebilir: “Rabbim’le ileri seviyede bir münasebet tehlikeli. Kendimi öyle geri seviyede bir münasebete ayarlayayım.” Bu insanın elinde değildir. Kalb marifetle besleniyorsa, okuyor düşünüyorsa, ilim ve irfan ufkunu artırıyorsa, derinleşiyorsa, Rabbini çok iyi biliyorsa bu onun elinde değildir. Bu durumda birisinin öyle inmesine çıkmasına müsade etmezler. Muhasibi’nin kitabından mülhem şöyle diyebiliriz: Er-Riâye li hukûkillah alâ seviyeti’n-nâs. Yani “Allah’ın haklarına riayet, insanların seviyelerine göredir.”

Rummân Arzusu

Mev’izelerde bir menkibe anlatılır: Bir çilehânede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn.. ancak ölmeyecek kadar yeyip-içmek, elden geldiğince sadece ibadet ü tâatte bulunup dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltır; bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir; ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır. İşte böyle bir çilehâne ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar -Allah öbür nârdan (Cehennem’den) muhafaza buyursun- sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terkettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara-bere içinde yatan birisi var. Yara-bere içinde ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Yâ Rabbi” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun” diyor. “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı terkedip O’nun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehâneye dönüyor.

Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.

More in this category: « Sahabe Şuuru Keşke!. »

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu