Bediüzzaman Said Nursi Hakkında İddialara Cevaplar -1
- Written by Genç Adam
- font size decrease font size increase font size
- Comments (1)
Bediüzzaman Said Nursi hakkında son zamanlarda bazı kitap ve videolar vasıtasıyla bir karalama
kampanyası başlatılmıştır. Maalesef eleştiri boyutunu çok aşan bu yayınlarda akıldan, mantıktan ve
insaftan uzak iddialarda bulunarak çirkin iftiralarda bulunulmuş. Böylelikle Bediüzzamanı ve eserlerini
tam tanımayan veya yeni tanıyan kimselerin zihninde şüphelere neden olmuştur. Ben de denk geldiğim
bir videodaya yaptığım yorumlarla “buradaki tüm iddiaların hata ve yanlış olduğunu insaf ehline
ispatlamaya hazırım” diyerek meseleyi izaha çalıştım. Bir arkadaş bu yorumları bir belgede toplamanın
daha faydalı olacağı teklifinde bulununca izahları biraz genişleterek burada birleştirdim. Okuyanlar
istifade ederler inşeAllah.
Okuyanlardan ricam baştan sona tüm belgeyi DİKKATLE okumalarıdır. Ondan sonra sağlıklı bir fikre
sahip olacaklarına inanıyorum. Yazıyı acele ile kısa sürede yazdığımdan dolayı yazıda bazı yazım hataları
ve eksikler vardır muhakkak, bunlara karşı musamaha ile bakınız.
Bazı meselelerde izah yeterli görülerek daha fazla bilgi istiyenler Ekteki makalelere havale edilmiştir,
anlaşılmayan noktaların izahını bu makalelerde de bulamazsanız iletişim adresinden bana sora bilirsiniz.
İzaha gayret ederim. ALLAH RAZI OLSUN.
Eylül 2012
İDDİALARA ÖRNEKLER
Ör1: "Dünyanın Neresinde Türk Varsa Müslüman Dır”
Ör2: Şeriatın Yüzde 99 Meselesi Ahlaka dair yüzde 1 siyasete
Ör3: Hz Ebubekir Meselesi
Ör4:Üstadın Sözü; Küçüklüğümde hayalimden sordum bir milyon sane dunya hayatımı..
Ör5: Ebu Talibe Hususi Cennet mevzusu;
Ör6: Uydurma Hadisler İddiası;
Ör7: Bir Diğer Mantıksızlık; Ummilik- peygamberlik meselesi
Ör8: ABDÜLKADİRİ GEYLANİ DEN YARDIM İSTEMEK MEVZUSU;
Ör9; Yazdırıldı Mevzusu;
Ör10: EBCED VE CİFİR İLMİ;
Ör12: Seyrani Bediüzzamana İtiraz Etmiş;
Ör13: CELCELUTİYE VE ERCÜZE KASİDELERİ, SEKİNE MEVZUSU;
Ör14: CEVŞEN MEVZUSU;
Ör15: Said Nursi Cevşen’i Putlaştırmış Ve Ona Kutsiyet Atfetmiş İddiası
Ör16; Rüyalar Mevzusu
Ör17: Depremlerle İlgili Mevzu;
Ör18 firavun, Nemrut Gibi İnatçılar Eğer Bu Hakikatleri Anlasalardı İman Ederlerdi…
Ör19:Risale-İ Nur Ölmüş Arz Kulüplere Taze Hayat Verir…
Ör20:Risale-İ Nur Adeta Hz.Musa Nın Asası Gibi Nereye Vursa Su Çıkartıyor…
Ör21: Affet Beni, Ey Affı Büyük Lütfü Büyük Risale-İ Nur…Ve Benzeri İfadeler İçeren Şiire İtiraz
Ör22:Risale-İ Nur'u Gaye-i Hayat Edinen Bir Nur Talebesi, Yüz Adam Kuvvetinde Olduğu ve Yüz Nâsih
Ör23: O Zaman O İnsaflı, Adaletli Zatlar Bizi Beraat Ettirdiler, Adliyenin Adaletini Gösterdiler
Ör 24:Nurcular Öldükten Sonra Risale-İ Nurlarla Hesap Vereceklerini Sanıyorlar…
Ör25:Said Nursi’den Amerika Ya Övgüler İddiası
Ör26:-"Misyonerler Ve Hristiyan Ruhanîleri, Hem Nurcular, Çok dikkat
Ör27: Bıyığı Sakala Tercih Etme Mevzusu…
Ör28: Kuşlar, Çekirgeler Vb. Hayvanların Ve Bazı Olayların Risale-İ Nurla Alakadar Olmaları
Ör29: Ayetler niye Bediüzzaman’dan bahsetsin ?
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
EK-1 İSTİGASE-İSTİANE (Yardım İstemek) 1
EK-2 İSTİGASE -İSTİANE(Yardım İstemek) 2
EK-3 EBCED VE CİFİR İLMİ NEDİR? Örnekleri…
EK-4 EBCED VE CİFİR İLMİ VESİLESİYLE İTİRAZ EDİLEN MESELELERE CEVAPLAR
AKIL, MANTIK VE İNSAFTAN UZAK İDDİALARA ÖRNEKLER
ÖR1: "Dünyanın neresinde Türk varsa Müslüman dır, İslamiyetken çıkan Türklükten de çıkmıştır.." sözü
şuan da balkanlardaki insanlara dini sorulsa elhamdulillah türküm diyor.. yani Türkler 1000 yıl dan beri
İslamiyet’e öyle hizmet etmişler ki Türklük İslamiyet’le bir telakki ediliyor. Hal böyleyken sırf eleştirmek
için bunu dile getiriyorlar. Hem üstad burada bir tespitini kanaatini dile getiriyor. Kanaate itiraz edilmez.
Kimileri maalesef bu meseleyi “Bediüzzaman Türklere yaranmaya çalışmış” Şeklinde anlamış hâlbuki
“Öyle bir kavim ki hem Allah onları sever, dünya ve ahiret hayırlarını murad eder, hem de onlar
Allah'ı severler, itaatına koşar, isyandan kaçarlar. Öyle bir kavim ki, müminlere karşı alçak
gönüllü, dost ve merhametli, kâfirlere karşı izzetli, güçlüdürler, Allah yolunda mücahede ederler,
kınayanın kınamasından korkmazlar, yani hem cihad ederler, hem de dinlerinde pek sadıktırlar.”
(Maide-54,Elmalılı tefsiri)
Övgüsüne mazhardırlar. Tabiî ki buradaki vasıfları hangi topluluk taşırsa bu övgüye o mazhar olur.
Tarihte farklı dönemlerde farklı topluluklar bu vasıfları taşımıştır. Onlardan biride Türklerdir ki bu
vasıfları bin yıl üzerinde taşımışlar. “Müminlere karşı alçak gönüllü, dost ve merhametli, kâfirlere
karşı izzetli, güçlü” olmuşlardır. Zaten dikkat edilse methedilen nokta İslamiyet’e hizmet etmiş
olmaları.
ÖR2: “Şeriatta %99 (mesele) ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. %1 nisbetinde siyasete
mütealliktir; onu da ulü-l emirlerimiz düşünsünler.” (tarihçe-i Hayat- 66 ) sözüne itiraz edilmiş.
Kur’an da siyasetle ilgili yalnız 2 ayet vardır bunların biri meşveret etmeyi diğeri de ulul emre itaati
emreden ayetlerdir. Hal böyleyken "Bediüzzaman şeriatı anlamamıştır onun söylediğinin tam aksidir
yani %99 siyaset %1 ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete dairdir.” diyor. Bu sözün yanlışlığı ortadadır.Hem
şeriatın %1’ini uygulamayın demiyor “ulul emirleriniz (yani devleti yönetenleriniz) düşünsün” diyor.
ÖR3: HZ EBUBEKİR MESELESİ;
"Ümmetime karşı en merhametli Ebu Bekirdir."
"Eğer Ebu Bekir'in imanı alemlerin imanıyla müvazene edilse yine de Ebu Bekir'in imanı racih
gelecektir." (bk. el Fethur-Rabbani, Şerhu Müsnedi Ahmed, 1/52, Müsnedi Ahmed 3/186,281, Müsnedi Ebu Davud - Tayalisi hadis no:
2096)
Hadislerine göre, imanının kuvveti ve ümmete olan şefkati ile coşup "ya rabbi bu ümmeti cehenneme
sokma" demesi ve tevazu ve mahviyetle "cehenneme girmeye layık olan bir tek benim, bari cesedimi
büyüt de Müslümanlara yer kalmasın" demesi, ancak hz ebubekir'e yakışır. Bizim gibi imanı şüphelere
maruz, benlik ve enaniyetinden, menfaatinden başka bir şey düşünmeyenler. Bu coşkunluğu ve bu sözü
elbette anlayamazlar.
Evet, Sen ben bu sözü diyemeyiz. Ama ümmetin en şefkatlisi ve ihlâslısı Ebubekir-i siddik bu sözü
diyebilir. Ve ancak ona yakışır.
İnsanlar iğne deliği kadar yerden cehennemi görse dünyada günah isleyemezlerdi. Ama görmediler daha
o yüzden günah işliyorlar yani hisleriyle hareket ediyorlar. Madem biz nefsimize uyup günah işliyoruz
o zaman ebu bekiri siddik ta şiddetli şefkatiyle bu sözü söyleye bilir.
Tabi şunu da söylemek lazım, zahirperest olmayalım, Elbette gerçek manada Müslümanların günahı bana
yüklensin de onlar azap çekmesin demiyor... Onlara karşı olan şefkatini ve mahviyetini ilan ediyor.
Hem ibadetin illeti emri ilahidir, neticesi ise rızayı ilahidir. Yani ibadet Cehennemden kurtulmak veya
Cennete girmek için değil Rızayı ilahi için yapılır.
Rica ederim Ebubekir-i siddikı kendi seviyemize indirmeyelim. Onun ulvi ruhunu seviyemize
indirmeyelim.
ÖR4:ÜSTADIN SÖZÜ ” KÜÇÜKLÜĞÜMDE HAYALİMDEN SORDUM Kİ 1 MİLYON SENE
ÖMÜR”;
Üstat dinsiz bir insanin yaşamayacağını, kâfir ölüme yokluk diye baktığından nasıl dehşet aldığına örnek
olarak diyor ki "küçüklüğümde hayalimden sordum ki 1 milyon sene ömür ve dünya saltanatı fakat
sonra ademi mi (yani yok olmak) istersin yoksa adi basit ama ebedi bir hayatı mı istersin? Yok,
olmaktansa cehennemi bile kabul ederim" diyor.
Elbette burada anlatılan insandaki ebediyet hissinin ne kadar kuvvetli olduğudur. Yoksa cehennemi
küçümsemek, hafife almak manası değil.
Eğer öyle olsa "sen hislerine kapılıp günah işlediğinde cehennemi hafife alıyor, önemsemiyor veya
inanmıyorsun" hükmü ortaya çıkardı ki, bu da yanlıştır.
Hem ben bizzat şahidim ki önceden ateistken sonra hidayete gelenler, o zamanki hislerini "Yok olmanın
dehşetini düşününce, keşke ahiret olsaydı da biz cehennemde bile olsak ebediyet olsaydı. Biz cehennemde
bile olsak sevdiklerimizin cennette olmasıyla mutlu olurduk." diye tarif ediyorlar.
ÖR5: EBU TALİBE HUSUSİ CENNET;
“Dünya müslümanın zindanı, kâfirin cennetidir.” (Tirmizi, Zühd: 16). " hadisini nasıl anlarsınız.
Cehennem ve cennet dünyadadır diye mi? elbette burada bir kıyas var âhirete nispetle kâfir için dünya bir
cennettir ve ahirete nispetle dünya müslümanın zindanı ve bir nevi cehennemidir. Benzer bir kıyasla
“Ebu Talip de diğer Cehennemliklere göre, azabı en az olduğundan dolayı bir nevi cennettedir.”
Cehennem azabının mertebeleri olduğunu, günahkâr bir müslümanla bir kâfir veya münafığın aynı şekilde
azap görmeyeceğini âlimler ifade ediyorlar.
Hem “Cehennemde en hafif azap Ebu Talib'e yapılır...” manasındaki hadis onun azabının
cehennemdeki azabın en hafifi olduğunu ifade ediyor.
Hem Bediüzzaman “Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Risaletini değil; şahsını, zâtını
gayet ciddî severdi… Ebû Tâlib’in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata
binaen, makûl bir îmân getirmemesi üzerine..” ifadesiyle onun tam bir iman getirmediğini ifade ediyor.
Özetle: “Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun hasenatına mükafaten
verebilir.” İfadesi yukarıda ifade edildiği gibi bir kıyastır "Ebu talip cehennemdedir ve azap çeker
ama onun azabı başkalarına kıyasla o kadar azdır ki onun için bu cehennem içinde bir nevi
cennettir." manasına gelir.
ÖR6: UYDURMA HADİS İDDİASI;
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur…” (Aclunî, I/265-266) ve
"Levlâke levlâke Lema halaktül-eflâk (sen olmasaydın )” (Suyutînin El-Leâlil-Masnûa; Aliyyü-
Kârînin El-Esrârul-Merfûa ve diğer bir eseri olan Şerhüş-Şifâ; Şevkânînin El-Fevâidül-Mecmûa; Hâfız
Aclunînin Keşfül-Hafâ; Muhammed Said Zalûlün Tahkîk; İmam-ı Nevevînin El-Ezkâr adlı eserlerinde
kayıtlıdır. )
Hadisleri; hadis kitaplarında geçiyor google da basit bir aramayla ortaya çıkıyor. Bu açık bir iftiradır.
Manası, izahı nedir derseniz izahı sorularlarisale.com da Risalei nura yönelik itirazlar başlığında izah
edilmiş.
ÖR7: BİR DİĞER MANTIKSIZLIK ÜMMİLİK-PEYGAMBERLİK MEVZUSU;
Üstad
" Ben bir cihette yarı ümmiyim, yazım çok kötü ve yavaştır. Bir sayfalık yazıyı bir saatte ancak
yazabiliyorum. Bundan dolayı sizin kalemlerinizle nurlara çalışmanız bana büyük yardımdır. Sizin
kalemleriniz benim kalemimdir." sözleriyle matbaalarda basılmasının yasak olduğu dönemde iman
hakikatlarının yayılmasının tek yolu olan yazıya insanları teşvik ederken.
Bu ifadeden " Said Nursi ben yarım ümmiyim demekle kendini peygamber ilan etmiştir. Çünkü
peygamberimizde ümmiydi okuma yazma bilmezdi." Diyerek müthiş bir mantık ortaya koyan kendini
zekâvetli zanneden zata sormak lazım. Bugün ülkemizde ve dünya da birçok kişi ümmi bu müthiş
mantıkla onlarda mı peygamber yani? Bu alakayı nasıl kurdun ? İşte böyle gülünç bir durum.
ÖR8: ABDÜLKADİRİ GEYLANİ DEN YARDIM İSTEMEK MEVZUSU;
Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Ya Şeyh! Sana bir Fatiha,
sen benim bu şeyimi buldur." Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve
duasıyla imdadıma yetişmiş. Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 143 )
Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vakıalar vardı. Kendimi hiç bir vecihle
keramete lâyık görmediğim için onları bazan tesadüfe, bazan da başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi
kanaatım geliyor ki, o hârikalar, Gavs-ı A'zam'ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun
duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nev'inden, bir nevi inayet-i İlahiyeye mazhar
olmuşuz.Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 161 )
Eğer burada itiraz edilen nokta ölmüş birine seslenmek ve onun işitmesi ise;
(Müslim ve Nesâî tarafından rivâyet edilen) Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem Cennetü’l-Baki'yi
ziyaret etmesi ve orada gömülü olanlara selam verip, "Eymüminler topluluğu yurdu!.. Selâm
üzerinize olsun… Yarında vaad edildiğiniz şey size geldi. Muhakkak biz de inşâellâh size
kavuşacağız" şeklindeki sözleriyle onlarla konuşmuştur. Şüphesiz peygamber efendimiz,
anlamayacak ve duymayacak kimselerle konuşması akla sığmaz. Bu konuşma sadece peygamber
efendimize has değildir. Aksine her bir ziyaretçinin kabir ehline "esselamu aleyküm" demesi
yerleşmiş bir sünnettir.
Buhârî ve Müslim’in, Katade’den yaptıkları rivayet şöyledir. Enes İbnü Mâlik radıyallâhu anhu,
Ebû Talha radıyallâhu anhu’dan naklederek şöyle anlattı: Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem Bedir
gününde emretti; Kureyş ulularından yirmi dört kişinin cesedi Bedir kuyularından çok pis
bir kuyuya atıldılar. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem düşmana galib gelince o meydanda üç
(gün üç) gece dururdu. Bedir’de üçüncü gün olunca, bineğini istedi ve hemen binek
hazırlandı. Sonra ilerledi. Ashabı da peşinden gittiler. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem
kuyunun başında dikildi ve onlara kendi isimleri ve babalarının isimleriyle seslenmeye
başladı:
“Ey filan oğlu falan, ey falan oğlu filan!... Allah celle celâlühû ve Rasûlüllah sallallâhu aleyhi
ve sellem'e itaat etmeniz sizi sevindirmez miydi? Biz, Rabbimizin va’dini (zaferi) hakk
olarak bulduk. Siz de Rabbinizin va’dini (azabını) ‘gerçek’ buldunuz mu?
Hazreti Ömer radıyallâhu anhu, “Ya Resûlellah!.. Ruhları olmayan cesetlerle ne
konuşuyorsun?” dedi. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem de, ‘Canım elinde olan Allah celle
celâlühû'ya yemin olsun ki, söylediğimi siz onlardan daha iyi duymuyorsunuz; ancak onlar
cevap veremezler’ buyurdu.”
Eğer itiraz edilen nokta yardım istemek ise;
Ebu Saîd el-Hudrî radıyallâhu anhu şöyle rivâyet etmiş :"Ben bir seferinde İbnü Ömer
radıyallâhu anhumâ ile beraber yürüyordum ve onun ayağı uyuştu, bir kenara oturdu. Bir
adam, ‘en çok sevdiğin birini zikret/an’ dedi. İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ da ‘Yâ
Muhammedâhu/Ey Muhammed!.. Yetiş…’ dedi. Sonra kalktı ve yürüdü.” (İbnü’s-Sünnî, Amelül-
Yevmi vel-Leyle (168), Benzeri Buhari Edebul müfred: Hadis: 993)
Râvîleri sağlam bir isnad ile Ukbe İbnü Ğazvan radıyallâhu anhu Nebi sallallâhu aleyhi ve
sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:“Sizden biriniz bir şey kaybederse veya hiçbir insanın
olmadığı bir yerde yardım murâd ederse, şöyle seslensin: Ey Allah'ın kulları bana yardım
edin. Çünki Allah'ın sizin görmediğiniz kulları vardır.” (Tabarânî, el-Kebîr,17/117 H:290)
İbni Ebi Şeybe de Musannef'inde, İbni Abbas'tan (r.a.) şu rivayeti tahriç etmiştir:
"Sizden birinin hayvanı kaybolsa, -Allahın kulları! bana yardım edin, Allah size rahmet
etsin- diye nida etsin." (Musannef: 6/92 hadis: 29712)
Hz. Ömer radıyallâhu anhu zamanında insanlara kıtlık isabet etti.
Bir adam Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve "Ya Rasûlüllah sallallâhu
aleyhi ve sellem!... Ümetin için Allah'tan yağmur iste; onlar kıtlıktan kırıldılar" dedi. Nebi
sallallâhu aleyhi ve sellem rüyasında o adama geldi ve Ömer’e git ve selam söyle; kendilerine
yağmur verileceğini haber ver, Ona akıllı davranmasını tavsiye ettiğimi söyle dedi. Adam, Ömer
radıyallâhu anhu’ya geldi ve (bunu) O’na haber verdi. O da ağladı ve Ey Rabbim!.. Ancak âciz
kaldığım meselelerde eksiklik yapıyorum dedi. (Beyhakî, “Delâil’ün-Nübüvve” (7/47))
Eğer itiraz edilen Abdülkadir Geylani nin yardımı ise; Bediüzzamana göre yardım istemek “dua, himmet
(arzulamak, kuvvetle istemek)ve kerameti” ( mevzunun başına bknz ) istemektir;
Eğer istemekten kasıt Allah’ın yanında makbul olan kişiden dua ve himmetini istemekse kimse
buna şirk diyemez.
Eğer itiraz keramete ise Bediüzzamanın görüşü “… keramet, mu'cize gibi Allah'ın fiilidir. Ve o
keramet sahibi de kerametin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'ın kendisine hâmi ve rakib
olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazan Allah'ın izniyle
kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.” Mesnevi-i Nuriye ( 227 )
şeklindedir.
İ'lem Eyyühel-Aziz! Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya
fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah'tır. Mesnevi-i Nuriye ( 240 )
Kısa bir izahı; Keramet Allah’ın yanın da makbul olan kişiye ikram ve lütuf da bulunmasıdır.(
Keramet lügat olarak ikramlar manasına gelir.) Keramet sahibi bununla Allah’ın koruması ve
gözetimi altında olduğunu bilir anlar. Bazen kendisine verilen bu ikram ve lütufları istemiştir
bazen de haberi olmadan kendisine verilmiştir. “Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah'tır” bu cümle
bu mesele ile ilgili Bediüzzaman’ın görüşünü özetlemektedir. Ve iddiacıya cevap olarak yeter.
Ama insanların zihnini bulandırmış olduğundan izaha devam edeceğim.
Evet yukarda zikredilen delillere göre ölülere seslenilebilir ve bizi duyarlar. Duymasında mesafenin
önemi yoktur çünkü nasıl ki kalbimizden geçen manaları ve zihnimizden geçen düşünceleri ses tellerini
titreştirip dilimizi çeşitli şekillere sokup havadaki ses dalgalarına oradan kulağa, oradan elektrik
sinyallerine çevirtip karşımızdaki insana aktarma işini Cenab-ı hak yapıyor. Aynen öylede madde
alemindeki bu dönüşümlere hiç ihtiyaç duymaksızın keyfiyetini bilmediğimiz bir yolla ruha duyurmayı da
Cenab-ı hak yapar.
Yine yukarıdaki delillere göre onlardan yardım istemenin sakıncası da yoktur. Çünkü Bediüzzaman ın
dediği gibi onların yardımı bizim için Allah’a dua etme, bizim için yardım isteme süretindedir. Ve
Allah’ın yanındaki yakınlıktan dolayı ikram ve lütüf olan kerametlere mazhardırlar. Hem öldükten sonra
hayattaki gibi kerametlerinin devam ettiği müşahede ehli tarafından tecrübe ile ifade edilen bir zatta
Abdülkadiri Geylani dir. O zaman yardım istemeye şirk demenin bir mantığı yoktur.
İddialarda kullandıkları delillere gelince;
Birinci Ayet;
Hiçbir şey yaratamayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allah’a) ortak mı koşuyorlar? Oysa bunlar, ne
onlara ne kendilerine yardım edebilirler. Allah’tan başka yalvardıklarınız da sizin gibi kullardır.
(Eğer iddianızda) doğru iseniz, haydi çağırın onları? da size cevap versinler. (A’raf Sûresi
191,192,194)
Bu ayeti kerime putlar hakkındadır.Bütün meallerde bu ifade edilmiş. Tefsirlerde ayrıntısıyla izah
edilmiştir. Örnek.
Kendileri yaratılmışken, bir şey yaratamayan putları mı ortak koşuyorlar? Oysa putlar ne onlara
yardım edebilir ve ne de kendilerine bir yardımları olur. Allah'tan başka taptıklarınız putlar da,
sizin gibi yaratıklardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.
(Diyanet işleri meali(eski), A’raf Sûresi 191,192,194)
İkinci Ayet;
De ki: Allah'tan başka ilah olduğunu sandıklarınızı çağırın. Onlar, ne sizden sıkıntıyı
kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları da, Rablerine daha yakın olmak için
vesile ararlar, O'nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.
(İsrâ Sûresi 56,57)
Bu ayeti kerime Hz. Üzeyir ve Hz. İsa yı ilahlaştıran Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında dır.”ilah olduğunu
sandıklarınızı” buna işaret ediyor. Kimi kaynaklarda da Cinlere tapan bir kısım insanlara (ki cinler sonra
Müslüman olup Allah’a yaklaşmaya yol aramış ), Putları melekler diye gören ve onlara Allah’ın kızları
diyen müşriklere dairdir. Tefsirlerde ayrıntısıyla izah edilmiştir.(Bknz. Ör:Taberi,Beydavi)
Üçüncü Ayet;
Allah’tan başkasına; sana ne fayda ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma! Böyle yaptığın?
takdirde sen, muhakkak zalimlerden olursun. (Yunus Sûresi 106)
Bu ayeti kerimede konu bütünlüğü açısından (104,105,106) şeklinde değerlendirilmiştir. Çünkü son
ayetten ilk ayette “emir olundum” a atıf vardır.
De ki: "Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza
tapmam. Ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. İnananlardan olmakla emrolundum."
(Muhammed'e) "Yüzünü, doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın ortak koşanlardan olma; sana
fayda da zarar da veremeyecek, Allah'tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz,
zalimlerden olursun" denildi. (Diyanet İşleri Meali (eski),Yunus 104,105,106)
Aynı şekilde; (Suat Yıldırım Meali,104, 105, 106.) De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden
şüphede iseniz, iyi bilin ki, ben sizin Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylere asla ibadet etmem;
lâkin sadece ve sadece, sizin ruhunuzu teslim alacak olan Allah'a ibadet ederim.
Bana müminlerden olmam emredildi ve “yüzünü, özünü Allah'ı bir tanıyarak dine ver ve sakın
müşriklerden olma. ”“Sakın Allah'tan başka, sana ne fayda ne zarar vermeyecek olan putlara
yalvarma, şayet böyle yaparsan, o takdirde kesinlikle zalimlerden olursun” diye talimat verildi.
Netice; görüldüğü gibi iddiacının delil gösterdiği ayetler. Mekke müşriklerinin taptıkları, yalvardıkları ve
dua edip kendisinden istedikleri putlar hakkında. Veya Hz. Üzeyir ve Hz. İsa’yı ilahlaştıran Yahudi ve
Hıristiyanlar hakkındadır. Zaten ilah olarak görmek, put, tapmak, dua etmek kelimeleri meselenin
özünü anlamaya yetmektedir.
Kur’an ayetlerine bakarken konu bütünlüğüne, yapılan atıflara, ayetteki mananın başka ayetlerle izah
edilmiş olmasına veya mananın daraltılmasına-kayıt altına alınmasına, ayeti izah etmiş hadislere, ayetin
iniş sebebine, sahabenin ayeti anlayışına, muctehid alimlerin o ayetle verdikleri hükümlere ve tefsir
ilmindeki cumhurun (çoğunluğun) görüşüne vesaire… bakılmak zorundadır. Kişi bu ilimleri bilmediği
halde, eline aldığı bir tercümeye-meale göre hüküm ortaya koyarsa bu bir cinayet olur. Ya bu ilme sahip
olacak veya bu ilme sahip ictihad sahibi alimlere itibar edecek. Tabiî ki bunları bilmiyorsa bile Kur’an
tercümesini-mealini yine okuyabilir ve muhakkak istifade eder. Ama hüküm çıkarmamak, ictihad
yapmamak şartıyla. İddiacıya şu hadislerin hedefi olmaktan kaçmasını tavsiye ediyorum.
“Müslüman ismini taşıyıp da, en çok korktuğum kimseler, Kur’anın manasını değiştirenlerdir.”
[Taberani]
“Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.” [Buhari]
İzaha devam edecek olursak; Eğer ayetlerin şümulü var. Bütün zamanlara hitap eder o zamandaki
örnek üzerinden bütün zamanlara ders verir denilirse. Elbette bu doğrudur. O zaman mana şöyle olur.”
Bugün olduğu gibi gelecekte de putları ilah olarak tanımayın, onlara dua edip yalvarmayın.
Onlarda sizin gibi yaratılmış mahluklardır. Size ne bir fayda ne bir zarar veremezler”
Peki o zaman sormak lazım "Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." İfadesi
sizce yalvarmak, dua etmek ve tapmak mıdir yoksa yardım istemek midir ? Bir zatı putlaştırmak ve
onu ilah tanımakla alakası var mıdır? Bir insan ilah olarak gördüğü zata sana bir Fatiha, bu şeyimi
buldur der mi ?. Yardım istemekle, yalvarıp-dua etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Anlaşılan
iddiacı bu ayrımı yapamamış.
Günlük hayatta herkes birilerinden yardım almak için muhakkak seslenir, yardım ister. Ağır bir şeyi
kaldırmak için arkadaşından. Hastalanınca doktordan. Çözemediği soru için öğretmeninden. Bilmediği işi
yapmak için ustadan yardım ister. Fakat en cahil bir Müslüman bile birinden yardım isterken onu
ilah olarak görmez.
Aynı zamanda ehli sünnetin akidesinde büyük küçük her şeyi yaratan sonsuz Kudret sahibi Allah’tır.
Bizim kudretimiz mecazidir, gerçekte bizde kudret yoktur, Allah’ın kudreti ise zatiyedir. Bizatihi kendine
aittir. Biz bir işi yapmak için irademizle ona yöneldiğimizde yüce Allah’ta o işin olmasını irade ederse
Kudretiyle yaratır. Olmasını dilemezse o iş olmaz.
Bunun yanında Allah’ın tekvini kanunları vardır, yani yaratılıştan bazı şeyleri adet edinmiştir. Mesela yer
çekim kanunu diye bir kanunu adet edinmiştir ve cisimler yüksekten düşerken belli bir ivme ile hızlanır.
Ama bu kanuna da bir şaz koymuş, bazen bu adetini değiştirerek bunun tesadüf ve tabiatla değil
kudretiyle olduğunu bize gösterir. Yağmur tanesi düşerken hızlanmaz. Aynı bunun gibi insan kolunu
kaldırmak istediğinde yaklaşık 200 kadar fonksiyon devreye girip gerçekleştikten sonra kolu kalkar ama
bunların hiç birinden haberi yoktur. Buna rağmen kendisi bu işi yapıyor sanır. Kendini kudret sahibi bilir.
Ama bazen şaz olarak o kolu kaldırmak istediğinde kaldıramaz. anlar ki işlerin olması için kendi isteğiiradesi
yetmiyor. Allah’ın da dilemesi ve o işi Kudretiyle yaratması lazım.
Bu izahın neticesi; Bizim yaptım, ettim dediğimiz her şey mecazdır. Yapan Allah’tır.
İddiacı mecazı anlamadığından Kur’an dan birkaç misal;
Hakiki hâkim Allahü teâlâdır. İki âyet-i kerime meali:
“Hüküm, ancak Allah’ındır. [Yani hüküm verme yetkisi olan, hâkim olan yalnız Allahü
teâlâdır.]”[Enam 57]
“Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim [veya hakem] yapmadıkça, iman etmiş olmazlar.”[Nisa
65]
Birinci âyet-i kerime, hakiki hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerime ise,
insana da, mecaz olarak hâkim denileceğini bildiriyor. İnsanlara mecazen böyle hâkim, hakem, hüküm
veren gibi şeyler söylemek şirk olmaz.
Dirilten ve öldüren
“Dirilten ve öldüren, yalnız Odur.” [Yunus 56]
“Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor.” [Zümer 42]
“Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.” [Secde 11]
“Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü.” [Maide 30]
İlk iki âyette öldürenin Allahü teâlâ olduğu bildiriliyor. Üçüncü âyet-i kerimede insanları bu işle vekil
olan meleğin öldürdüğü bildiriliyor. Dördüncü âyette ise, bir insanın diğerini öldürdüğü mecaz olarak
bildiriliyor.
Hastaya şifa veren
“Hasta olduğum zaman, bana ancak O [Allahü teâlâ] şifâ verir” [Şuara 82]
“[Hazret-i İsa diyor ki:] A’mânın gözünü açarım ve baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın
izniyle, ölüleri diriltirim.” [Âl-i İmran 49]
Birinci âyet-i kerimede şifa verenin Allahü teâlâ olduğu bildirilirken ikinci âyette mecaz olarak İsa
aleyhisselamın şifa verdiği bildiriliyor. Hatta ölüleri dirilttiği bildiriliyor. Hâlbuki yukarıda bildirilen
âyet-i kerimede, öldürüp diriltenin yalnız Allahü teâlâ olduğu bildirilmişti. Demek ki şifa vermek,
diriltmek, mecaz olarak insanlar için de kullanılabiliyor.
Şimdi bu hakikati (Bizim yaptım, ettim dediğimiz her şey mecazdır. Yapan Allah’tır ) bildikten sonra bir
insan “hayır ben kendi işimi kendim yaparım, benim kendi kudretim vardır” derse kendini Allah’a şerik
yapmış olur. Aynı zaman da ağır bir yükü kaldırırken yardıma çağırdığı arkadaşı için “kendi kudretiyle
bana yardım etti” dese yine şerik edinmiş olur. Hakiki Kudret sahibi olmak Allah’ın sıfatıdır bunu
başka bir şeye vermek onu ilah kabul etmektir. Hayattaki insanlardan istenilen yardım ile vefat etmiş
bir veliden istenilen yardım arasında fark yoktur. Sonuçta ikisinin de hakiki bir kudreti yoktur. Veli senin
için Allah’tan hayrı diler, dua eder. Eğer bu dua kabul olsa keramet olur. Sonuçta Velinin yardımı
mecaz olur.
Madem yardım istediğin kişiyi bizzat kudret sahibi (ilah) kabul etmedikten sonra şirke girmezsin. Ve
Madem veli ancak dua ve himmet eder Cenab-ı hak bu duayı kabul ederse keramet olur. O zaman
“Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş”
diyen Bediüzzaman ın tecrübesine itiraz edilmez.
ÖR9; YAZDIRILDI MEVZUSU;
Bu mevzuyu anlamak için önce ilham ve vahyi anlamak lazımdır.
İlham, Istılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın,
kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.
Vahy, ise ilhamın özel bir nevidir. Yani her vahiy ilhamdır ama her ilham vahiy değildir. Vahiy sadece
peygamberlere hastır.
Vahiy gölgesizdir, sâfidir, peygamberlere hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir.
" Rabbin bal arısına vahy ( ilhâm ) etti: 'Dağlardan, kendine evler edin."(Nahl, 16/8)
Ayetinde arıya vahiy etmekten mana ilhamdır. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları
gibi, çeşitleri vardır.
Nitekim firavunun adamları tarafından oğlu küçük Musa’nın öldürülmesinden endişe eden dertli annenin
kalbine, Cenab-ı Hak şu manaları da ilham etmiştir:
“Çocuğunu emzir. Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda, onu (sandık içinde) denize
bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu sana tekrar kavuşturacağız ve onu peygamberlerden
yapacağız.” (Kasas Suresi, 28:7)
Hani Havarilere: " Bana ve Resulüme iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar da: "İman ettik,
bizim şüphesiz müslümanlar olduğumuza şahit ol" demişlerdi.(Maide 111)
Temsilde hata olmasın, bir padişah, halkı temsil eden bir veziriyle görüşür ve konuştuğu şeyler umum
halkı ilgilendiren birer kanun olarak ortaya çıkabilir. Bir de aynı padişah bir vatandaşın hususi ihtiyaç ve
sorunları için özel bir telefonla o vatandaşla görüşmesi vardır. Bu vatandaşla olan özel telefon görüşmesi
Veziri ile olan konuşma gibi değildir. Aralarında dağlar kadar fark vardır. Padişahın , "Ben umumun
sultanıyım, seninle özel görüşemem." deyip, vatandaşı geri çevirmesi onun hikmetine ve merhametine
ters düşer. Umumun sultanı olması hususi görüşmelere engel değildir.
İşte misalde olduğu gibi, Allah bütün kâinatın Rabbi, bütün insanların İlahı, bütün mahlûkatın hukuku
için bir elçisi ile görüşmesi ve ona emir ve yasaklarını talim etmesi umumi bir dava, umumi bir
konuşmadır. Bu konuşma bütün mahlûkatı ilgilendiren ve bağlayan bir nutuktur. Bu konuşması da ancak
kendi seçtiği resul ve elçiler vasıtası ile mümkündür. Bu tarz konuşmayı başka mahlûkatı ile yapmaz.
Ama Allah’ın diğer mahlûkatın özel durumları ve özel ihtiyaçları için de özel bir konuşması vardır. Allah
bu özel iletişimi ile onlarla özel konuşmalar yapar. İşte "ilham" bu özel konuşmaların genel adıdır.
İlham, “Allah’ın hiçbir insanla bir vahiy, veya perde arkasından konuşması, veyahut bir elçi
gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur.” (Şura Suresi, 26:51)
ayetinde geçtiği gibi, “perde arkasından”dır. Perdelidir yani net değildir, kalbe doğan manalardır.
Muhakkak herkesin kalbine ilhamlar gelir ama o ilhamı en doğru şekilde yorumlaya bilmek nefsini
terbiye etmiş ve ilimde ilerlemiş, mesafe kat etmiş kimselere hastır. Bu kimseler gerek ilimle meşgul
olmaları gerek sürekli bir kulluk halini yaşamalarıyla adeta sürekli Cenab-ı hak tan gelecek ilhamları
beklemektedirler.
Vahiy ise ilham ile karıştırılamayacak kadar nettir çünkü Cenab-ı hak Cebrail (A.S.) vasıtasıyla emirlerini
ve yasaklarını peygamberlerine bildirmesidir. Bu bildirme manaların aktarılması değildir, mana ile
birlikte lafzında aktarılmasıdır. Yani peygamber kendi anladığını veya yorumunu değil doğrudan yüce
Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ eder ne bir nokta ve nede bir virgül ekleyemez.
Şimdi aklımıza açılan bu pencereden meseleye bakarsak; Bediüzzaman doğrudan Kur’ana ve İslam’a
hucumların yaşandığı dehşetli bir dönemde, Sünneti seniyyeyi mutlak bir rehber kabul etmiş Peygamber
efendimize harfiyen uymaya gayret ederek peşinden yürümüştür.
Neticesinde de münacat adlı eserinde defalarca tekrar ettiği “ Ben imanın gözüyle ve Kur’ân’ın talimiyle
ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle
görüyorum ki…” ifadesiyle Kur’an ın daha önce pek az kişiye açılmış olan sırlı manalarını ( kader ve
haşir gibi konular ki haşir hakkında İbni Sina gibi bir dâhi demiş “Akıl bu meseleyi anlayamaz” ama
Allah’ın izniyle Bediüzzaman anlamış ve bize aktarmış ) keşfetmiştir ki bu meseleleri aklına
sığıştıramadığından pek çok kişi inkâra sapmıştır.
Yazdığı eserleri bazen ilhamla kalbine gelen manalar olduğu gibi bazen aklına gelen sunuhatlar (yani
düşünceler ) ve bazen de aldığı manevi dersler ve ihtarlar olmuştur. Bazı meseleleri de kendi tahsil ve
tefekkürleri sonucu elde ettiği ilim ve tecrübeleriyle izah etmiştir.
Bir ayette “Andolsun size içinizden sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden size pek düşkün
mü'minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir. “(9/128) diye ifade edilen şefkatli Resulün
1400 yıl ümmetin korkup Allah’a sığındığı dehşetli bir dönemde İslamiyet’i ve Kur’anı müdafaaya
çalışan Bediüzzaman’a hüsnü teveccüh etmesi ve manevi ders vermesinde ve ihtarlarda bulunup,
ikaz etmesinde hiçbir gariplik yoktur.
Bediüzzaman hapisler, sürgünler, türlü işkenceler, zehirlenmelerle ve insanlarla görüştürülmeden
yaşamış, insanların zekât, sadaka ve yardımlarını hayatı boyunca kabul etmemiş ve arkasında tek eli ile
taşıya bildiği küçük bir sepet dolusu dünyalığı bırakarak ölmüştür. “Kendi çıkarları için veya kendini
büyük göstermek için böyle ifadeler kullanmıştır.” demek insaftan uzaktır.
Bediüzzaman yaşantısı ve ortaya koyduğu ilmi hakikatlerle ve milyonlarca kişinin imanının kurtulmasına
ettiği hizmetle zaten değerlidir zaten büyüktür, böyle ifadeler kullanması sadece hakikati beyan içindir.
“Bu eserin yazılması benim çalışmamdan ziyade bu zamanın insanlarına bir ikramı ilahi eseri
olarak ve Resul-i Ekrem A.S.M. dersiyle ve talimiyle ve ondan aldığım feyz ile olmuştur” manasını
ifade etmiş. Bazen de bu manaya“ bu eserler benim malım değil, yazmadım veya yazdırıldı “ gibi
ifadelerle işaret etmiştir. Bu ifadeler den peygamberlik manasını çıkaran hiçbir talebesi olmadığı halde
“Bununla peygamberlik dava etmiştir diyenler” ise bu çirkin iftiranın mesuliyetinden ve neticesinden
korkmalıdırlar.
Meselede delil getirdikleri ayet;
"Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için: «Bu
Allah katındandır» diyenlere. Artık vay, elleriyle? yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta
olduklarına!" (Bakara suresi 79)
Bu ayeti kerime Yahudilerle ilgilidir ki Tevrat’a ekleme yapmışlardır. Buradaki muvazenesizliğe göre
Bediüzzaman Kur’ana yeni ayetler eklemiş ve bunlar Allah’ın ayetleridir demiş olması gerekir ki böyle
dehşetli bir iftirayı bence iddiacı bile dile getiremez. Ama muvazenesizliğiyle hata yapmıştır. Allah
kelamı olan Tevrat la ilgili bu ayeti ilham konusun da kullanmış.Yapılan bu işin adı tahriftir.
Yahudiler ayette anlatıldığı gibi fırsat buldukları zamanlarda Tevrat’a eklemeler yapmışlar, fırsat
bulamadıkları zamanlarda da kasti olarak yanlış te’viller yaparak Tevrat’ı tahrif etmişlerdir. (Ör:
Yahudiler recm ayetini te’vil etmiş ve zenginleri kurtarmaya çalışmışlar. )
Arife işaret kâfi gelir. İnşaAllah iddiacı kendine Yahudileri örnek almamış yanılmıştır.
ÖR10: EBCED VE CİFİR İLMİ;
Nasılki Matematik, Fizik, Mantık gibi alet ilimleri İslamiyet’ten öncede var olan ilimlerdi. Bununla
birlikte ayet ve hadislerin anlaşılmasında kullanıla gelen ilimlerdendir. Öylede ebced ve cifir ilmide
İslamiyet’ten öncede var olan ve bazı kaynaklarda hz. Süleyman’ın veziri olan ve belkızın tahtını celb
eden âlim Âsaf’a dayandırılan ve tarihte bir çok İslam âliminin kullandığı bir alet ilmidir.
Alet ilimler kur’an ı ve hadisi anlamaya yarayan ilimlere denir. Nasıl ki bir usta eline aldığı aletlerle
sanatını icra eder ve mahareti nispetinde mükemmel eserler ortaya çıkar. Ama o işte ehil olmayan birinin
eline aynı aletler verilse bu eseri yap denilse elbette garabet ve saçmalıktan başka bir şey çıkmaz.
Aynen öylede tarihte ehil olmayan bazı zatlar mantık ilmini kullanamadığından dolayı kur’an ı
anlayayım derken bid’a ların çıkmasına sebep oldukları gibi cifir ilmini kullanan bazı naehiller de çıkmış
( Hurufiler gibi ) ve Kur’an ın sarih manalarını inkar ederek batini yorumlar yapmışlar mesela Kur’an da
Namaz dan murat dua dır diyen Batıni fırkası ehli dalalet fırkalardan olmuştur.
Hem hayra hem şerre kullanılabilecek şeylerin faydasından vazgeçmeden fena yönleri ıslaha
çalışılmalıdır.
Mesela silah asayiş görevindeki polis tarafından kullanılsa iyidir, katil tarafından kullanılsa kötüdür.
Bıçak ekmek kesmekte kullanılsa iyidir, cinayette kullanılsa kötüdür. Kötüye kullana bilecek zatlar var
diye silah ve bıçağı yasaklayamayız. Kullanılması caiz değil diyemeyiz.
*************************************************************************************
Ek-3 EBCED VE CİFİR İLMİ NEDİR? adlı makaleden alıntıdır. Mesele mükemmel izah edilmiştir.
Daha fazla bilgi isteyenler tamamını okusun.
*************************************************************************************
Ebced ve Cifr İlminin Meşruluğuna Genel Bir Bakış
Kur'an-ı Kerim ve Hadislerin anlaşılması hususunda üç ana görüş oluşmuştur.
Birinci Görüş: Kur’an ve hadisin zahir ve sarih manasından başka; batıni, işari ve remzi manası yoktur,
anlamak konusunda herkes müsavidir. Kur’an gayet basit ve sadedir. Herkes tarafından anlaşılır. Müçtehitlere,
alimlere, müfessirlere, belagatçılara lüzum yoktur. Teşbih ve temsil ifade eden ayet ve hadisler de zahiri üzere
anlaşılır, aynı ile tatbik edilir, derler. Bu görüş hem Kuran’a, hem sünnete, hem de akıl ve mantığa aykırı bir
görüştür. Bunun batıllığına işaret eden yüzlerce ayet ve hadisler vardır. Batıl zahiruyyun mezhebi buna örnek
verilebilir. Bu gruba girenler genelde sosyal açıdan akli ve zihni melekeleri inkişaf etmemiş bedevi ve
müptedi kesimlerdir. Psikolojik olarak daima bir karşı koyuş, dik başlı ve agresif bir hal içindelerdir. Tarihte
harici ve vehhabi geleneği bu guruba somut örnek teşkil ederler. İbni Teymiyye’nin eserleri, tecsim ve teşbih
ile ilgili fikirleri meseleye ışık tutar. Zaten en uç nokta olarak mücessime ve müşebbihe (Allah’ı
cismanileştirmek ve mahlukata benzetme hareketi) mesleği bu zahiriyyun mezhebinin bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Ebcet ve cifir ilminin meşruluğunu kabullenmekte zorlananlar, ekserisi bu gurupta olanlardır.
Tarihte tasavvuf ve tarikat mesleğini inkar edenler, işari ve manevi tefsirleri reddedenler, yine bunlardır. İslam
aleminin meşhur alimleri bunları kabili hitap görmeyip, fazla ciddiye almamışlardır. Zaten bunların mesleği
şiddet ve idraksizlik üzerine gider.
İkinci Görüş: Kur’an ve hadisleri tamamen anlaşılmaz görüp, hurufi ve batini manalar ile, zahir ve sarih
manasını inciten ve anlaşılmasını belli zümrelere havale edip, avam insanın nasibini tamamen ortadan kaldıran
batiniyyun mezhebidir. Bu mezhebe göre Kur’an, tamamen bir muammadır, kimse onun hakikatini idrak
edemez. Ayet ve hadislerin sarih ve zahir ifadeleri tamamen semboldür. Onun gerçek manaları işaridir, deyip;
emir ve yasakları bütünüyle inkar etmişlerdir. Mesela namaz için; insanın kalbi bir duası deyip, namazı
kılmamalarıdır. Bu mezhebin sapkınlığı ve batıllığı zahirdir. Batıl Hurufilik akımı buna örnek olarak
verilebilir. Ebcet ve cifir ilmini sui istimal edip ifrata kaçanlar ekseri bunlar olmuştur.
Üçüncü Görüş: Kuran ve hadisin zahir ve sarih manası asıl ve esas olmakla beraber, bunun yanında asıl ve
esasa uygun olan işari, remzi ve batini manaları da vardır, diyenlerdir.
Asıl ve esas manalar herkesin anlayacağı sarih ve zahir manalardır. Ama işari ve batini manalar ilim ve
kabiliyet ile idrak edilecek şeylerdir. Onun için Kur’an ve hadis idrak bakımından çok tabakalara ayrılan
insanların hepsine hitap eder bir mahiyettedir. Hadis-i şerifte varid olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve
bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı ve her had ve muttalaın çok şücun ve gusunu vardır.
(İbni Hibban, Sahih 1:146; el-Münavî Feyzü'l-Kadîr, 3:54 ). Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin
herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahum
yoktur.(Muhakemat)
Bu hadisin de işaret ettiği gibi, Kuran ayetleri sadece zahir manasından ibaret değildir, onun çok
manaları vardır. Bir kısmı işari ,bir kısmı remzi, bir kısmı ebcet ve cifir ile anlaşılacak mahiyettedir.
Burada, sadece uyulması gereken; Kuran ve hadislere remzi ve işari mana verilirken, Kuran ve Hadisin
sarih, zahiri ve genel hatlarına zarar verip, incitilmemesidir. Ehli sünnet alimlerince yazılmış yüz
binlerce lafzi, manevi ve işari tefsirler buna örnek olarak gösterilebilir. Kuran ve hadisleri en sağlıklı ve
istikametli anlayan ve sonraki nesillere aktaran bu orta yol olan ehli sünnet ekolüdür. Ebcet ve cifir ilminin
istikamet üzerine kullanılmasına karşı çıkmamışlardır. Birçok ehli sünnet alimleri de ebcet ve cifir ilmini
eserlerinde kullanmıştır. Deliller bahsinde örnekleri ile izah edilecektir.
Kur'ân'ın her kelimesi ve kelimelerdeki her bir harf Allah'ın ilim ve iradesiyle, bilhassa belli maksatlar ve
manalarla seçilmiştir. Her harfin yerine göre özel bir vazifesi vardır. Allah’ın ilmi, ezeli ve ebedi olmasından,
onun kurmuş olduğu cümle ve kelimeler harf ve virgülüne kadar mana ve hikmet içerir. Fuzuli ve kışır
kelimeler bulunmaz, her yönü ile manidardır. Ama bu etraflı ve geniş manaları sıradan ve avam insanlar her
yönü ile idrak edemezler. Ancak ehil olan zatlar, bu hikmet ve manaları tahric edebilirler. Kimi zatlar ilmi
kuvveti ile, kimi zatlar kalbi kuvveti ile, kimileri de Allah’ın inayeti ile vehbi bir tarzda Kuran ve hadisin o
geniş ve ince manalarını keşif ile tespit ediyorlar. İnsanların hepsini anlayış, idrak ve hissediş bakımından aynı
ve eşit görmek ucuz komünist edebiyatıdır. Hem fıtrata hem sosyoloji ilmine hem de realiteye aykırı bir
tutumdur. Onun için Kuran ve hadisleri sadece zahiri lafzına indirgeyip, diğer ince ve latif remzi manalarını ve
onu anlamakta ehil olan mütehassıs zatları istihfaf edip inkar etmek, hamakat örneğidir.
Ebced ve Cifr İlminin Meşruluğu ve delilleri
Delillere Genel Bir Bakış
İslam fıkhında genel bir kaide olan “Eşya da asıl olan ibahattir” hükmü meselemizi gayet güzel izah edip
açıklığa kavuşturuyor. Yani eşya asıl ve esas itibari ile helaldir, ta ki haram olduğuna dair bir ayet ,bir hadis
veya icma-ı ümmet bulunmasın. Yani haramlılığına dair bir ayet bir hadis bir icma-ı ümmet yoksa, her şey
helaldir. Bu genel kaide ışığında bakıldığında ebced ve cifir ilminin haram olduğuna dair hiçbir delil
olmadığına göre, helal olduğu sabit oluyor. Şayet böyle olmamış olsa, bugün beşeri ilimlerin hepsi haram
olması gerekirdi. İmam Gazzali mantık ilmini İslam ilimleri içine dahil etti diye bir çok cahil, karşı çıkmıştı.
Ancak daha sonra İslam ilimlerinin vazgeçilmez bir alet ilmi oldu ve çok hizmet etti.
İslam ve Kur'an, geçmiş dinlerin ve kültürlerin olumlu ve hak olan yönlerini tasdik eder, olumsuz ve batıl olan
yönlerini ise tashih eder. Mutlak olarak geçmişi silip atmaz. Zira beşeriyette tekamül ve teraküm tedrici olarak
gelişir. Her dönem ve mekan bir katkı sağlar. Sonraki dönemler de o katkılara katkı yaparak gelişirler. Böyle
olunca, ebced ve cifir ilminin eski din ve medeniyetlerden İslam’a intikal etmesi İslamiyet ile çelişmez.
Önemli olan bu gibi ilimlerin İslam ruhu ve özü ile çakışıp çelişmemesidir. Yani farklı medeniyet ve
kültürlerden İslam’a intikal eden her şeye kötü ve batıl demek yanlış bir tutumdur. Mesela alet ilimlerden olan
mantık, matematik, vs gibi ilimler hep yabancı kökenli ilim dallarıdır. Ama şimdi İslami ilimler içinde
vazgeçilmez birer alet ilmidirler. Onun için ebced ve cifir ilminin Yahudi ve Hıristiyan menşeli olmasını hata
ve yanlış gibi lanse etmek, ilmi bir tutarsızlıktır. Sonuçta Yahudilik ve Hıristiyanlık şimdiki hali ile muharref
olabilir ama köken itibari ile onlar da semavi dinlerdi. İmam Bûni, Şems-ül Maarif adlı eserinde bu ilmin
aslının Süleyman Aleyhisselâm'ın veziri ve celb ilmi âlimi Asaf bin Berhiya'ya dayandığını kaydetmiş.
Ebced ve cifir ilmi bir alet ilmidir. Tarihçiler, edebiyatçılar, alimler, arifler tarafından da kullanılıp bir şekil
verilmiştir. Yoksa tarihte sadece İbn-i Arabi hazretlerine has bir muamma, bir sır değildir. Geçmişte bu ilmin
mutemet alimler tarafından kullanılıp şöhret bulması bu ilmi acayiplikten kurtarır.
İslam’da bir şeyin meşruluğunun ve ya haramlılığının usulü ve tarzı bellidir. Bunun dışında söylenen laflar lafı
güzaftır. Bir şeyin haram olup yasaklanması için İslamda şu üç delilden biri ile yasaklanması gerekir.
Birinci olarak Kur'an’nın sarih ve muhkem bir ayeti ile yasaklanmasıdır. Şayet ayet mana bakımından sarih
ve muhkem değilse, yani yoruma açık ve içtihada elverişli ise, haramlılığı düşer. Fihi nazarun olur.
İkinci olarak, Peygamber efendimizin sahih ve açık bir hadisi ile men edilmiş olması gerekir. Burada da
mananın açık, senedin sahih olması gereklidir. Zira İslam’da haram ve helale konu olan ayet ve hadislerin
muhkem olma şartı vardır.
Üçüncü olarak, İslam alimlerinin ittifak ile o şeye haram demesi gerekir. Bu delil de derece bakımından
Şeriatta Ayet ve Hadisten sonra gelir. Bu delili destekleyen ayet ve hadisler fıkıh ve usul kitaplarında
teferruatı ile beyan edilmiş.
Öyle ise ebced ve cifir ilminin bu üç delilden hangisi ile açık ve net bir şekilde yasaklandığını ebced ve cifir
ilmini haram sayanlar göstermeleri gerekir. Zira müddei iddiasını ispat ile mükelleftir. Ama helal olan bir
şeyin ispatı gerekmez. Yukarda da denildiği gibi eşyada asıl olan helal olma halidir. Öyle ise Ebced ve cifir
ilminin haramlılığına dair bir muhkem ayet ve hadis gösterilemiyorsa, helalliği sabit olur.
*************************************************************************************
Kısacası; Ebced ilminde ayetin sarih manasına ters düşmeden işari ve remzi manaları keşfetmek esastır. Ebced
ilmi ehlinin elinde iken kur’anın esrarını açmaya ve mucizevî yönünü ispat etmeye yarayan bir ilimdir.
Bediüzzaman da bu ilimi maharetle kullanmıştır.
Ebced ilmi başta İmam-ı Ali (R.A.), İmam-ı Ca'fer-i Sâdık, Muhyiddin-i Arabî olmak üzere İmam-ı
Gazalî'ler, Şa'ranî'ler, Şeyh Ahmed-i Bunî'ler, Bayezid-i Bistamî'ler, İmam-ı Rabbanî'ler, Davud bin Ömer El-
Antakî'ler gibi büyük alimler tarafından kabul edilmiş ve kullanılmıştır.
Ebced ilmi hakkında ayrıntılı bilgi ve örnekleri içeren bir makale ile Bu konu da Bediüzzaman’a yapılan
itirazları cevaplayan makaleler ektedir müracaat edebilirsiniz.
Ör11: NUR TALEBELERİ İMANLA KABRE GİRER MEVZUSU;
Bu mevzu kasıtlı olarak çarpıtılmıştır kanaatindeyim, çünkü Bediüzzaman bu meseleyi izah etmiş ve
deliller sunmuştur. İsteyen bu mevzunun izahını okuyabilir
Biz sadece birinci delile bakalım;
İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik
hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde
düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra,
hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden
mahfuz kalıyor…Kastamonu Lahikası ( 18 )
Kısa bir izahı;
“Nur risaleleri iman hakikatlerinin izah ve ispatı olduğundan onu okuyanlar şüphe ve vesveselerden
kurtulurlar ve sağlam, sarsılmaz bir imanı yani tahkiki imanı kazanırlar. Bu meselede âlimler ittifak edip
demiş ki Tahkiki bir imana sahip olan kişinin imanını şeytan sekereatta (ölüm anı ) çalamaz, çünkü bu
tarzda kuvvetli iman yalnız akılda kalmaz kalp, ruh, sır gibi insanın bütün latifelerine işler. Şeytan
sekeratta yalnız akla şüpheler, vesveseler verebilir buralara müdahale edemez. Böylelerin imanı mahfuz
kalır”.
Yani kuru kuruya Nur Talebeleri imanla kabre girer diye dava etmiyor. Ya, bu eserlerde imani mevzuların
izah ve ispatını okuyup anlayan zatlar şüphe ve vesveselerden kurtulur ve sağlam bir imana sahip
olur. Böyle sağlam iman sahibi kimseler de imansız kabre girmezler inşaAllah diyor.
ÖR12: SEYRANİ BEDİÜZZAMANA İTİRAZ ETMİŞ;
Bediüzzaman 1929 senesinde Kur’anın tamamen yasaklanacağı ve camilerde artık yeni hazırlatılan
mealinin okutturulacağını haberini alınca. Bu meselede Kur’anı mudaafa etmek için talebeleriyle istişare
etmiş ve kur’an yazmaya başlama mevzusunu onlara sormuş. Bütün talebeleri bu mevzuda üstadla aynı
kanaatte olduklarını ifade etmiş bir tek Seyrani (gerçek adı seyrani değil Isparta da seyrani adındaki
caminin imamı olduğundan Seyrani deniyor) bu fikre itiraz etmiş çünkü o sıralar meşhur olan cinler
vasıtasıyla define arama konusuyla ilgilendiğinden vazife almak istememiş. Vazife almaktan kaçtığı için
tokat yemiş vesaire.... Hadise bundan ibaret olduğu halde ve bu mesele Bediüzzamanla ilgili birçok kitap
da (örnek bknz Son Şahitler, Necmettin ŞAHİNER,Timaş yayın) şahitlerin dilinden nakledildiği halde
mesele araştırılmadan ne kadar çarpıtılmış hayret ettim.
Ör13: CELCELUTİYE VE ERCÜZE KASİDELERİ, SEKİNE MEVZUSU;
Öncelikle geçmiş asırlarda yaşamış meşhur zatların eserleri günümüze kadar gelmiştir. Bu eserler senetsiz
olarak nakledilmelerine rağmen makbuldürler. Kaldı ki Hz. Ali gibi bir İslam kahramanı ve ümmet
tarafından “ilmin kapısı olarak” görülen bir zatın eserleri sıhhatına dikkat edilerek pek çok farklı kaynakla
nakledilmiştir. Bugün pek çok kitapta da geçmektedir. Bediüzzaman ise bu kasidenin kaynağını, Bayezid
müderrislerinden Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin Mecmuatul Ahzap kitabı olarak göstermiştir (Şazeli
Cildi Sayfa 499–531).Yine aynı kitapta İman Gazalinin Celcelutiye şerhi de mevcuttur. (Aynı cild sayfa
508 )
Gayb Mevzusu: Peygamber efendimize gelen her vahy Kur’an değildir. Peygamber efendimize birçok
hakikatler vahy yoluyla öğretilmiştir.
Örneğin ahir zaman ve kıyamet alametleri diye bilinen pek çok hadis vardır ki aslında bunlar ayetlerde
geçmez. Ama gaybi olan hadiseleri haber verir.
Benzer şekilde zımni vahy denilen hadis-i kudsiler vardır ki bu hadislerde manası vahiyle gelmiş ama
cümlesi-lafzı Resulullah’a ait hadisleri oluşturur.
Bir başka meşhur örnek Allahresulu’ nun Hz. Huzeyfe ye medinedeki munafıkların isimlerini tektek
bildirmesidir ki onların kalplerini bilen Allah bu kişileri onlara karşı temkinli olması için Resulullah’a
bildirmiş oda Huzeyfe ye haber vermiş.
Başka bir örnek Hz. Aişe ve Hz. Zübeyir ile harb edeceğini ama haklı olduğunu Hz. Ali ye bildirmiş.
Hem muaviye ile olan harbini hem de hariciler hadisesini bu fitneler içerisinde metanetini kaybetmemesi
için Hz. Ali ye haber vermiştir. Bu meşhur örnekler gibi hadis ilmini bilenler yanında daha pek çok gaybi
haberler vardır.
Bu örneklerden anlıyoruz Resulullah a gerek kendi zamanındaki gerek gelecek zamanlardaki, bir kısım
gaybi meseleler bildirilmiştir. Oda bu meseleleri hususi olarak bazı sahabelere haber vermiş. Nitekim Hz.
Huzeyfe’ye bildirdiği munafikları bir başkasına söylemediği gibi hususi bazı konuları da Hz. Ali ye bildir
miştir.
Hazret-i İmam-ı Ali (r.a) der ki “Ben Ebü-l Kasım’ın (Resulullah’ın) ağzından her işittiğimi size
söyler, ifşa edersem, sizler benim yanımdan ayrıldığınızda “Ali yalancıların yalancısı, fâsıkların
fâsıkıdır diyeceksiniz.” (Ruh-ul Beyan, Bursevi, cilt 4. sahife 270) Demek ki sırlı ve mahrem bazı
mevzular vardır.
Resulullah “Ben ilmin şehriysem Ali de kapısıdır” diye buyurduğu Hz. Ali ye de gaybi bazı hadiseleri
haber vermiştir. Hz. Ali de gelecek asırlarda olacak bazı dehşetli hadiseleri o zamanda bu fitnelerle
mücadele edenlere bir teselli ve kuvve-i maneviye (manevi destek) olması için manası yalnız ehlinin
eline geçince anlaşılacak şifreli bir mektup gibi kasidelerinde yazmıştır. Bu asırda Bediüzzaman bu
kasidedeki şifreyi açmış ve bununla idam talebiyle yargılandıkları mahkemelerde talebelerine müjde ve
teselliler vermiş, korkmayın demiştir. “İmam-ı Ali gibi bir İslam kahramanın asırlar ötesinden
gönderdiği bu mektuplarda sizden ve mücadelenizden bahsetmiş…”
Kaldı ki bu kasidelerdeki gerçekler tarih tarafından tasdik edilmiştir; bunlar nasıl olur da hurafe olabilir?
Nitekim, Hz. Ali (ra) tarafından meşhur Ercuze kasidesinde “Dokuz karn sonra (o günün ıstılahında, karn
60 yıldır), şark kavimleri, Arab üzerine hücum edecek, galebe edip hayvan gibi Arab’ı kesecek. Bunlar,
öyle müthiş fitneler, musibetler ki, en karanlık geceden daha ziyade karanlık olacak.” Abbasî devletinin
başına gelen yıkım felaketine işaret etmiştir.
“1348/1928” tarihinde İslam harflerinin kaldırılıp yerine Latin harflerinin konulacağına -sarahate yakın
bir tarzda- işaret etmiştir.(bk. Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Memuatü’l-ahazab/şazelî cildi, s.
590). İşte Hz. Ali (ra) kendisinden yaklaşık 500 sene sonra meydana gelen Cengiz-Hülagu fitnesinden
bahsettiği gibi, on üç asır sonra meydana gelen Kur’an harflerinin kaldırılacağına dair gaybî haber
vermiştir. (Bu konu için bk.18. lem’a)
Bence mesele çok açıktır görememek basiretsizliktir. Bu mesele de Allah tan başka kimsenin gaybı
bilemeyeceğine dair ayetleri bu iddialara delil göstermek anlamsızdır. Hiç kimse Allah’ın vahiy yoluyla
bildirdiği bu hadiseleri Resulullahın veya onun vasıtasıyla hz.Ali nin veya onunda vasıtasıyla
Bediüzzamanın kendi bizzat bunu bildiğini ve böylelikle Allah tan başkalarının da Gaybı bildiğini falan iddia etmiyor. Böyle bir iddiada bulunan ancak ahmaklığını ilan eder, akli dengesi yerinde ise
küfre girer.
SEKİNE MEVZUSU;
Sekine; Ercüze adındaki kaside içinde geçen bir duadır. 1. cümlesi Besmele, 2.cümlesi Allah'ın altı ismi
3. Talak 7, 4. Ta-Ha 111, 5. Hadid 9, 6. Nisa 16 , 7. Nisa 23, 8. Nisa 149, 9. Nisa 58, 10. Ahzab 1, 11.
Nisa 1, 12. Fetih 1, 13. Fetih 3, 14. Maide 56, 15. Şura 19'da, 16. Lokman 26, 17. Tevbe 129, 18. Al-i
İmran 173, 19. Enbiya 103, 20. Fatiha 5, 21. Saffat 182 olmak üzere, belirtilen sırayla okunan ayetlerdir.
19 harfli besmele, ardından harfleri toplamı 19 olan Allah’ın 6 ismi ve ardından her biri 19 harfli olan 19
ayetin 19 defa okunması şeklinde bir terkipdir. Bir dua dır. Bu yönünden dolayı okunmasına itiraz
edecek olan Kur’anı okumaya itiraz etmiş olur.
Allah’ın altı ismine izah: “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs”. Bu isimlerin biri veya hepsi
birden ismi Azam dır. İsmi Azam Allah’ın isimlerinden bir isimdir ki o isimle Allah’tan istenildiğinde
Allah kulunu geri çevirmez.
Sekine güven ve kalp huzuru manasına gelir ki ayette “Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman
katıp-arttırsınlar diye, Sekine(güven duygusu ve huzur) indiren O'dur.” (Fetih Suresi, 4) şeklinde
geçer.
İtiraz edilen nokta okunması değil rivayet şeklidir.
”Hz. Ali ye vahiy geldiği iddiası” Bir defa Bediüzzaman Hz. Ali ye vahiy geldiğini söylemiyor. Bunu
iddiacı öyle anlıyor veya kasıtlı olarak öyle göstermeye çalışıyor.
İmamı Gazali bu hususu açıklamıştır: "Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı
Ali’ye (r.a.) emretti, “Yaz”; o da yazdı, sonra nazmetti.( yani kasidede geçen dua haline getirdi. )"(
Risale-i nur,Şualar:635) meseleyi Bediüzzaman naklettiğine göre o da imam Gazali ile aynı görüştedir.
Konuyu özetlemek gerekirse; Cebrail (AS) Peygamberimize bu altı İsm-i Azamlı duayı vahiy ile getirmiş
ve murad-ı ilahinin( Allah’ın dilemesi, irade etmesi anlamına gelir) İlim Şehrinin Anahtarı olan Hz.Alinin
bu duayı nazmetmesi olduğunu bildirmiş. Peygamber Efendimiz de Hz.Ali’ye(ki aynı zamanda vahiy
katiplerindendir ) bu Sekine duasını yazdırmış ve bunu nazmet diye buyurmuştur. (yani Kaside de ki
dua şekline getir). Murad-ı İlahi , nazmetme işini Hz.Ali’nin yapmasını istediğinden, Bediüzzaman “Hz.
Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş” şeklinde veciz bir ifade kullanmıştır.
Şayet itiraz Cebrail'i(AS) görme mevzusu ise başta Hz.Aişe, Hazret-i Ömer, İbni Abbas, Üsame bin Zeyd,
Ümmü Seleme, Sa’d ibni Ebî Vakkas gibi pek çok Sahabe, Cebrail (AS)'ı Dıhye veya bir süvari veya
başka şekillerde gördüklerini ifade etimişlerdir.
Hem farz edelim ki Bediüzzaman Cebrail’in bizzat Hz. Ali ile konuştuğunu ve İsmi azamı ona
bildirdiğini söylüyor. Bu çok garip bir şey değil ki çünkü bunun numunesi Kur’an da var.
“Sonra ailesiyle kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona meleğimiz (Cebrail)i gönderdik de ona
tam bir insan şeklinde göründü.
- Meryem: "Ben senden Rahmân (olan Allah) a sığınırım. Eğer Allah'dan korkuyorsan (dokunma
bana)" dedi.
- Melek: "Ben, sana temiz bir oğlan bağışlamak için, Rabbinin gönderdiği bir elçiyim" dedi.
-Meryem: "Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiçbir insan dokunmamıştır. Ben iffetsiz de
değilim" dedi.
- Melek: "Bu, dediğin gibidir. Ancak Rabbin buyurdu ki: Bu (babasız çocuk vermek), bana pek
kolaydır. Hem biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız. Hem, bu önceden
(ezelde) kararlaştırılmış bir iştir." dedi.” (Meryem 17-21)
Bu iddialarla Bediüzzaman’a saldıranlar güya kendilerinin Kur’an “-cı “olduğunu söylüyor. Tek kaynak
olarak Kur’anı görürüz diyorlar. Ama Kur’anı ne kadar anlıyorlar. Nasıl anlıyorlar. Ortada !
Bence onlar “kafacı”. Çünkü kendi fikirlerini Kur’ana uydurmuyorlar, Kur’anı kendi fikirlerine
uyduruyorlar. Önce bir mesele ile ilgili yaram yamalak bir şeyler duyuyor. Sonra bu yarım bilgi ile
vehme kapılıyorlar. Sonra şeytanın vesvesesine kapılıp işi kafalarında kurguluyorlar. Sonra “ham fikirli”
olduklarından bu vehim ve kurgu, hiç akıl etmeden fikre dönüşüyor. Sonra Kafalarında oluşturdukları
bu fikir ile ilgili delil arıyorlar. Güya Kur’an “-cı” olduklarından hemen ( Âlim edasıyla ) Kur’ana
bakıyorlar. Hangi konu ile ilgili olup olmadığına bakmadan, öncesini-sonrasını görmeden, kafalarında
tasarladıkları fikirle uyuştuğunu sandıkları bir ayet buldular mı. Artık bu fikir nerdeyse onlarda iman
haline geliyor. İnatçı (ve birazda enaniyetli) olduklarından kolay kolay bu fikirden dönmeleri mümkün
olmuyor. Ne diyeyim! Allah insaf versin. Sıratı müstakime hidayet etsin.Âmin.
ÖR14: CEVŞEN MEVZUSU;
Cevşen nedir ?
Cevşen toplam 100 babdan oluşur her babında da Allah’ın 10 ismi okunur.“Ya Rabbi ! Şu güzel
isimlerinin hürmetine senden istiyor, sana yalvarıyorum” diye başlar ve her bab “Allahumm
ecirna/neccina/halisna minennar” Yani “Allahım bizi Cehennem ateşinden kurtar/muhafaza et / koru”
şeklinde biten bir duadır.
"En güzel isimler Allah'ındır.O'na o isimlerle dua edin..." (Araf 7/180) ayetinde belirtildiği gibi
Allah’ın güzel isimlerini zikretmek ve bu isimlerle dua etmek teşvik edilen bir dua şeklidir. Bu duayı
okumak kötü dür, mekruhtur veya haramdır diyen hiçbir kimse yoktur. Meselenin bu yönünde
“Yani okunmasında bir zarar olmayan güzel bir dua olduğu yönünde” bir nevi ittifak vardır.
İhtilaf edilen nokta; Cevşen’in kaynağı ve burada iddia edilen muska olarak boyna takılması vb. haller.
Öncelikle Bediüzzaman hazretleri bu duayı okumuş ve talebelerine okumayı tavsiye etmiştir. Hiçbir
talebesine boynuna takmayı tavsiye ettiğine dair bir rivayet yoktur. Bu iddiayı sahibine iade ediyorum.
Her ne kadar Cevşen bazı kimselerin ifadesine göre bir vefktir. Özellikle Osmanlıda padişahlar tarafından
kullanımı meşhur olan vefkleri, üzerinde taşıyan kişiye bir kısım ruhanilerin huddamlık ( hizmetçilik )
yaptığını bu işi savunanlar ifade ediyorlarsa da madem Bediüzzaman takmamış ve takılmasını da tavsiye
etmemiş o zaman bu tartışmanın tarafı değiliz.
Cevşen’in kaynağı mevzusu;
Asıl tartışma Cevşen’in kaynağı ve hadis olup olmadığı yönündedir. Ehlisünnet kaynaklarında hadis
olduğuna dair sahih bir rivayet görülememekle birlikte Şia kaynaklarında hadis olarak geçmektedir. Hz.
Ali’nin torunu Zeynel Abidin (r.a.) den rivayet edilmiştir. Bu kaynaklarda bu Cevşen duasını okumak ve
taşımak övülmektedir hatta bunu okuyan veya taşıyanın depremlerden, yangınlardan ve benzeri afetlerden
korunacağına dair rivayetlerle okuyan kişinin kazanacağı büyük sevap ve mertebeler sayılmaktadır. Bu
nedenle şuanda İran da Şiiler tarafından okunan çok meşhur bir duadır.( Bediüzzaman bu konuda bir
tashih yapmış anlatılan bu yüksek makamlar ve sevapları herkesin alamayacağını belki sadece peygamber
efendimize verilen bu sevaplarla ilgili ifadeleri gören bazı kimselerin inkâr edebileceğine binaen bu
rivayetleri Cevşen’in başından kaldırtmıştır.)
Bu dua gibi pek çok şia kaynaklı rivayete mesafeli bakılmaktadır. Hâlbuki pek çok hadis şia
kaynaklarında geçtiği haliyle Buhari ve Muslim gibi en güvenilir kaynaklarda da geçmektedir. Şia
kaynaklı pek çok uydurma hadis olduğu doğrudur ama aynı şekilde ehlisünnet kaynaklıda pek çok
uydurma hadis vardır. Geçmişte Emevi ve Abbasi dönemlerinde Şia ya karşı düşmanlık devlet politikası
olduğu ve bu mesafeli bakışta sebeplerden biride bu politika olduğu bir gerçektir. Hatta bu politika o
seviyedeydi ki İmam Azam ve İmam Şafi gibi zatlar âlibeyte olan muhabbetlerinden dolayı Şia olduğu
ithamlarına maruz kalmışlar. Hatta İmamı Âzam zindana atılmış ve bazı rivayetlerde zehirlenerek
öldürülmüştür. Bu nedenle Şia dan gelen her hadisi sırf Şia dan geliyor diye hemen reddetmek doğru
değildir.
İmam-ı Suyutî "Sened-ü Musafaha" Risalesi Mukaddemesinde, mukarrer bir hadîs kaidesi olarak yazdığı
şu düsturu göz önünde bulundurmalıdır:
“Senedi bulunmayan hadîsler görülürse, eğer o hadîs, usûl-u İslâmiyeye zıd, akla münafi ve ayrıca
da sair sahih hadîslere muhalif ise, o zaman mevzuluğuna hükmedilebilir. Eğer bu şartlar yoksa o
hadîs bir tarafa bırakılır ve ilişilmez." İşte, bu hadîs kaidesine göre, Cevşeni ölçtüğümüz zaman,
kaidedeki menfi üç kaziyeden hiçbirisinin Cevşen'de bulunmadığını görmekteyiz.
Cevşen mevzusu ne akaide dairdir ne hukuka dair bir mevzudur. Bir duadır ve ancak fazilete dair bir
mevzudur. “Zayıf hadislerle fazilete dair sahalarda, Kur'an ve Sünnet'in ruhuna muhalif olmadığı
sürece amel edilebilir” hadis ilminde bir kaidedir. Cevşen duası bahsedildiği gibi değil Kur’anın ruhuna
muhalif olmak ayetle teşvik edilen bir dua şeklidir. Hem bu hadis Şia da âlibeyt İmamlarından mutevatir
denilen kuvvetli bir senetle rivayet edilmiş. Şiadan geldiği için biz zayıf nazarıyla bile baksak yinede
amel edilebilir.
Bayezid müderrislerinden Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Mecmuatul Ahzap adlı kitabin da bu Cevşen
duasına da yer vermiştir. Osmanlı döneminde ehli sünnet ekolünün muhafazasına gösterilen ciddi
hassasiyet ve gerektiğinde kitabın bastırılmasına izin vermeyecek bir irade zamanında başkentte hem de
meşhur bir medrese müderrisi bunu basıyor ve hiçbir tepki almıyorsa “sükût ikrar dan dır” kaidesiyle
denir ki “o zaman alimleri bu eseri kabul etmişler, karşı çıkmamışlardır.”
Hem aynı Osmanlı döneminde “Mahrec” denilen en yüksek ilmi payeye layık görülen, hem en yüksek
dini kurum olan “Dâr-ul hikmet-i islamiyede” Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, İsmail Hakkı
ve M. Akif gibi Osmanlının son dönem âlimleriyle birlikte vazife alan, yazdığı eserlerden milyonlar
insanın istifade ettiği bir zat olan Bediüzzaman okumuş ve tavsiye etmiş ise sevenleri ve Talebeleri de
ona itimaden okuyabilirler.
Cevşen’in okunmasına itiraz edilecek hiçbir ilmi ve mantıki dayanak yoktur, itiraz eden ancak inatla karşı
çıkar zaten böylesine karşı cevap “Sükûttur”. Bununla birlikte; dileyen okur, dileyen okumaz.
ÖR15: SAİD NURSİ CEVŞEN’İ PUTLAŞTIRMIŞ VE ONA KUTSİYET ATFETMİŞ İDDİASI
Yine Cevşen konusu ile ilgili Bediüzzaman Afyon/Emirdağ’ında iken zehirlenince Cevşen duasının
okuduğunu ve bu duanın tesiriyle iyileştiğini ifade eden cümlesine "Münafık düşmanlarımın maddi ve
manevi zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm
tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar…” (Emirdağ Lah. Sayfa 255)
İtiraz edilerek deniliyor ki “Said Nursi Cevşen’i putlaştırmış ve ona kutsiyet atfetmiş ve böylelikle
Allah’a ortak koşmuş” (yani şirke girmiş müşrik olmuştur)
Bediüzzaman bu duanın Cebrail (a.s) vasıtasıyla Peygamber efendimize geldiğini ve Cebrail (A.S)’ın
“Zırhı çıkar bunu oku dediği..” rivayeti hadis diye kabul etmiştir. Haydi, varsayalım Bediüzzaman Şia
kaynaklarında geçen bu hadise itimad etmekle hata etmiş. O zaman burada ilmi bir hata yapılmış olur.
Hem bu duayı okuduğu ve tesiriyle iyileştiğini ifade ettiği için müşrik ilan edilmenin mantığını ben
hakikaten anlayamıyorum. Hiç kimsenin haramdır veya mekruhtur dahi diyemediği bir dua için,
okuyan müşrik olur dinden çıkar diye hüküm koyabilmek için ahmak olmanın yetmeyeceği
kanaatindeyim. Böyle bir ifadeden dolayı birini müşrik ilan etmenin ne kadar akıldan mantıktan ve
insaftan uzak olduğunu varın siz takdir buyurun.
ÖR16; RÜYALAR MEVZUSU;
Risale-i nur da geçen bazı talebelerin içinde hazreti peygamberin de olduğu rüyalarına itiraz edilmiş, bu
fırsatla da sahih rüyaların varlığını çaktırmadan yalanlamaya çalışılmıştır. Hâlbuki peygamber
efendimizin pek çok meşhur rüyası var mesela Uhud savaşının öncesinde bir kısım sahabeleri
kaybedeceği manasına gelen rüya veya hudeybiye anlaşması dönüşü Mekke’nin fethini gördüğü ve fetih
süresinde de” lakad sadekalllahu resulehu rü’ya ” diye bahsedilen ve tasdik edilen rüya meşhurdur. Aynı
zamanda peygamber efendimizin sabah namazından sonra “Sizden biriniz dün akşam rü'ya gördü mü?”
diye sorup tabir ettiği ru’yalar da çoktur.
Bu konu da Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur; Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v)
buyurdular ki: “Rü'ya üç kısımdır: Biri Allah'tan bir müjdedir(Rüyayı sadıka). Biri nefsin
konuşmasıdır(kişinin uyanıkken kafasını meşgul ettiği şeyler). Biri de âdemoğlunu üzmek için
şeytandan gelen korkulardır(Hulm).” (Kütüb-ü Sitte 7129)
Yine peygamber efendimizin içinde geçtiği rüyaların sahih olduğu da meşhur rivayetlerle sabittir.
“Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.”
[Muslim,ruya,10]
"Her kim ru'yâsında beni görürse, muhakkak o, beni görmüştür. Çünkü şeytân benim kılığımla
hayâle giremez. Mü'minin ru'yâsı, nübüvvetin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" (Buhari, rüya,13)
Hal böyleyken sadık rüyaların varlığını çaktırmadan reddetmeye çalışmayı ancak insanların dini
konulardaki bilgisizliğinden aldıkları bir cüret olarak görüyorum.
Bu iddiaları ortaya atan kişilerin maskesini düşürmek için bir örnek: İddiada argüman olarak
kullanılan hadisler ve gerçek rivayet şekilleri –istedikleri manaya çekebilmek için cımbızla cümleleri
çekmişler sadece koyu yazılmış kısımları vermişler;
Avf bin Mâlik (el-Eşcaî) (R.A)'den rivayet edildiğine göre «Şüphesiz, rü'ya üç çeşittir: Bâzı rü'yalar,
insan oğlunu üzmek İçin şeytan tarafından (kalbe sokulan) korkulardır. Rü'yalann bir kısmı İnsanın
uyanık iken arzulayıp azmettiği, sonra da uykusunda gördüğü şeydir. Rü'yaların bâzısı da
peygamberliğin kırk altı parçasından bir parça olan rü'yadır», buyurdu, demiştir. (İbni mace, Rüya,3907)
Görüldüğü gibi ibni mace’ de geçen hadis rivayetinin orijinali sadık rüyaların varlığını tasdik etmekte
hatta bu nevin peygamberliğin 46 parçasından bir parçası olduğu ifade edilmektedir.
“Zaman yaklaşınca müslümanın rü'yası hemen hemen yanlış çıkmayacaktır. Sîzin en doğru rü'ya
göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem müslümanın rü'yası Peygamberliğin kırkbeş cüz'ünden bîr
cüz'dür. Rü'ya üç kısımdır : Biri sâlih rü'ya olup Allah'dan müjdedir, diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür.
Üçüncüsü kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen
kalkîp namaz kılmalı, onu kimseye söylememelidir.” (Müslim,Rüya,6)
Görüldüğü gibi Müslim hadisinde de aynı şekilde zaman yaklaştıkça (yani kıyamet zamanı yaklaştıkça)
sahih rüyaların artacağı ifade edilmektedir. Yine bu hadiste ibni mace hadisine benzer şekilde
Müslümanların gördüğü sahih rüyaların peygamberliğin 45 parçasından bir parçası olarak ifade
edilmektedir.
Bu iki örnekte gördüğünüz gibi yalan ve iftiralarını doğru çıkarmak için hadislerin manasını tahrif etme
ve hakikatleri işlerine gelecek şekilde ketmetmek yoluna gitmişlerdir ki bu vasıftaki yani ağızlarını eğipbükerek
konuşan yani işlerine geleni söyleyip işlerine gelmeyeni söylemeyen yahudi âlimlerini Kur’an
şiddetli tehdit etmiştir.
Arife işaret kâfi olduğundan ve Risale-i nur meslegi “Nezihane, Nazikane, Kavli leyyin” oldugundan
buradaki bazı ifadeleri kaldırıyorum…
Dilerim nefislerine uyarak ve Bediüzzamanı insanların nazarında çürütmek hırslarından istifade eden
Şeytanın ilkaatıyla yaptıkları bu yanlıştan en kısa sürede dönerler.
Ör17: DEPREMLERLE İLGİLİ MEVZU;
"Geçen dört zelzeleler Nur'un kerametlerindendir, Said demiş." dediklerini gördüm. Cedvelde yazdığım
gibi: Nurlar, sadaka-i makbule misillü belaların def'ine bir vesiledir, ne vakit Nurlara hücum
edilse, musibetler fırsat bulup gelirler.. Şualar ( 402)
Evet Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu'yu Cebel-i Cudi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından
ve tufanından kurtulmasına sebebdir. Çünki za'f-ı imandan gelen tuğyan, ekserî musibet-i âmmeyi
celbettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risalet-ün Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin
haricine bırakmağa rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu. Bu ehl-i îman, bu Anadolu halkı Risaletün
Nur'a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler…
“Güya Nurlara hücum zamanında gelen zelzele gibi belalar Nur'un tokatlarıdır. Hâşâ sümme hâşâ!.. Biz
öyle dememişiz ve yazmamışız. Belki mükerrer yerlerde hüccetleriyle demişiz ki: Nurlar makbul
sadaka gibi belaların def'ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat
bulup, başımıza geliyorlar.” Şualar ( 384)
Bediüzzaman hazretleri burada; Risale-i Nur hizmeti bir îlâyı kelimetullah (yani Allah’ın adının
yüceltilmesi) hizmetidir. Doğrudan doğruya küfre karşı İmanı ve Kur’anın hakikatlarını savunmaktadır
böylesi bir tebliğ faaliyeti makbul bir sadaka olduğu için Rahmet-i ilahiyi celb edip isyan ve
şükürsüzlüğümüzle hak ettiğimiz büyük bela ve musibetleri hakkımızda geri bırakmaktadır. Ne vakit
mahkemelerle Nurlara ilişilse Tebliğ faaliyeti durmakta ve isyanımızla hak ettiğimiz musibetler yol bulup
gelmektedir diye ifade etmektedir.
Buraya kadar ki mevzuları okuyanların, bu iddiaları dile getirenlerin ne derece delilden, mantıktan ve
insaftan uzak ve davalarının da ne derece hakikatten uzak olduğunu anladıkları kanaatindeyim. Son
birkaç meseleyi kısaca izah edip bitireceğim.
ÖR18
- Firavun, Nemrut gibi inatçılar eğer bu hakikatleri anlasalardı iman ederlerdi…
İfadesine itiraz edilmiş; oysa bu hakikatlerden kasıt imanın rükünleri ispat eden, Allah’ın varlık ve
birlik delillerini sayan risale-i nurlar dır. Eğer onlarda bu mevzuları anlasalardı demek “ Allah’ın
birlik delilerini gözleri gördüğü gibi basiretleri de görseydi” demektir ki onların bile inadı kırılır iman
ederlerdi. Burada itiraz edilecek bir nokta göremiyorum.
ÖR19:
- Risale-i Nur ölmüş arz kulüplere taze hayat verir…
Burada arz kulüplere (kulüp kalp demektir)demek tamamen dünyaya (yani arza ) dalmış, dünyaya
bağlanmış kimseler demektir.
Onlara taze hayat verir ise onlara tekrardan dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu ve ahiretin bizleri
beklediği hakıkatını hatırlatır, kazandırır demektir. Bu ifadeyi arza hayat verir şeklinde yanlış
anlamış.