Gönül Darlığı
- Written by M. Fethullah Gülen
- font size decrease font size increase font size
- Add new comment
Soru: İnsan bazen öyle gönül darlığına düşüyor ki, adeta boğulacakmış gibi oluyor ve ruh dünyasının bütün bütün karardığını zannediyor. Böyle bir halden kurtulmanın ve kalbdeki düğümü çözmenin çaresi nedir?
Cevap: Bu halin tasavvuftaki unvanı “kabz”dır. Lügat itibarıyla, iç darlığı, tutulma, gerilme, sıkılma, avuç içine alınma, canı çıkacakmış gibi olma manalarına gelen “kabz”, tasavvuf ıstılahında, insanın, sımsıkı bir münasebet içinde bulunması lâzım gelen ebedî feyiz kaynağıyla alâkasının gevşemesi ve mânevî feyizlerinin kesilmesi sebebiyle, kısmen de olsa boşlukta kalması ve kalbinin kasvetle kasılması demektir.
Buna karşılık, sözlüklerde yayma, açma, sergileme, ferah-fezâ bir duruma erme şeklinde tarif edilen “bast” tabiri ise, tasavvufta, gönlün genişleyip şenlenmesi ve zihnin en muğlak meseleleri dahi çözebilecek seviyeye yükselmesi, dolayısıyla insanın ilahî lütufları hissetmesi ve yüreğinin neşeyle atması manalarına gelmektedir.
Kâbız ve Bâsıt İsimlerinin Tecellileri
Mevlânâ’nın ifadesiyle kalb, tecelligâh-ı ilahî deryasının sahilidir. O deryanın tecelli dalgaları devamlı kalb sahiline çarpar durur. Bunlar ışık tayfları gibi değişik şekil ve boylarda olurlar ve uğradıkları yerlerde kendi keyfiyetlerine göre değişik tesirler hasıl ederler. Bu dalgalardan bir kısmı Cenâb-ı Hakk’ın “Bâsıt” ism-i şerifinin tecellileri olarak gelir. Bâsıt; dilediği kuluna ihsan ve lütuflarını bol bol veren, ona güzel bir hayat, daimi saadet ve geniş rızık bahşeden demektir. Dolayısıyla, Bâsıt isminin tecellisi olan dalgalar kalbi inşiraha gark ederler. O engin deryanın bir kısım dalgaları da “Kâbız” isminden neş’et ederler. Kâbız ise; ihsan ve lütuflarını bazen kısan, istediği kulundan servet ü sâmanı, evlâd ü ıyâli, hayat zevkini, gönül ferahlığını alıveren manalarına gelir. Kâbız isminin tecellisi olan dalgalar kalbe gelip çarptığı zaman orada bir sıkıntı, bir kalak ve iç darlığı meydana getirirler.
Cenâb-ı Hakk’ın Kâbız isminin tecellileri mutlaka her insanda tesirlerini gösterir. İnançsız kimselerde bu tesirler, bunalım, stres ve buhran şeklinde ortaya çıkar; onlarda intiharlara sebebiyet veren sâik de çoğu zaman bu türlü bir kabz halidir. Mü’minlerde ise, her kabz bir teyakkuz faslı ve Mevlâ-yı Müteâl’e gönülden teveccüh çağrısıdır. İnsan mütemadiyen Bâsıt isminin mazharı olsa ve hep ilahî ihsanlarla karşı karşıya bulunsa, onun nimetlerin kadrini bilememesi, kendini salması ve nankörce davranması söz konusu olacaktır. O ard arda lutfedilen nimetlerin muvakkaten kesildiğini de görmelidir ki, onların kıymetlerini anlasın. Bu açıdan, bast halinde rahatça kulaç atıp ileriye doğru gidebilmenin zevkini duyabilmek için ara sıra kabza maruz kalmak ve bir tutukluk yaşamak da gerekmektedir.
Evet, Allah Teâlâ hem “Kâbız” hem de “Bâsıt”tır; insan irâdesinin nisbî bir tesiri olsa da, kabz u bast Allah’ın kudret, meşiet ve iradesine bağlıdır. “Allah hem kabz eder hem de bast eder.” (Bakara sûresi, 2/245) mealindeki ayet-i kerime de bu hakikati ifade etmektedir. Bütün varlık, O’nun kabza-i tasarrufundadır; semâlardaki burç burç gezegenlerden insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren O’dur. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “Kalb, Hazreti Rahmân’ın parmakları arasındadır; onu halden hale çevirir ve ona istediği şekli verir.” sözü de bu gerçeğin bir buudunu hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ, Kâbız ve Bâsıt isimleriyle dilediği zaman kalbi öyle sıkar ve onu öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O’ndan gayri hiç kimse kalbi inşiraha kavuşturamaz ve onun ihtiyaçlarını gideremez.. istediğinde de kalbe öyle genişlik ve inşirah verir ve onu öyle ihsanlarla şereflendirir ki, gayrı o hiç tasalanmaz ve hiçbir şeye ihtiyaç duymaz.
Kabz ve Bastın Vartaları
Nur Müellifi, Kastamonu Lahikası’nda kabz u bast gibi halleri şöyle değerlendirmektedir: “Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”
Demek ki, bazı ruhi sıkıntılar ve gönül darlıkları Cenâb-ı Allah tarafından, insanları sabra ve nefisle mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbânî birer kamçı gibidir. Tembelleşen bir hayvanın kamçı ile harekete geçirilmesi misillü, hantallaşan ve ülfet içinde kıvranan insanlar da bu kabz ve bast halleriyle adeta kamçılanmakta ve vazifelerinde canlılığa, ciddiyete ve gayrete sevk edilmektedirler.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle kabz u bastın vartalarına da dikkat çekmektedir: Aslında insan daima sabır ve şükür kanatlarıyla yol almalı; havf ve reca dengesini de hep korumalıdır. Ne var ki, bazı kimseler sıkıntı ve zorluk anlarında reca ve sabırla hareket edeceklerine ye’se düşebilmekte; rahat ve huzurlu dönemlerde ise havf ve şükür esaslarına bağlı bir tavır alacaklarına emniyet duygusuyla dolup kendilerini bütün bütün rehavete salabilmektedirler. Oysa, her zaman havf ve reca dengesini gözetmenin hayati ehemmiyeti vardır. İnsan, meleklerle aynı safta yer aldığını görse bile, asla nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhiret hesabına emniyette olduğunu sanmamalıdır. Mutlak yeis küfür olduğu gibi, mutlak emniyet de küfürdür. Evet, nasıl ki âkıbet ve âhiret konusunda bütün bütün ümitsiz olmak bir küfür sıfatıdır; bir insanın ameline güvenmesi, âkıbetinden hiç endişe etmemesi ve Cennet’e gireceğinden emin olması da bir küfür vasfıdır.
Bu itibarla, kabz, yeis bataklığına yuvarlanmamaya dikkat edilerek karşılanması gereken bir celalî tecelli; bast da âkıbetinden emin olma aldanmışlığına düşmemeye itina gösterilerek değerlendirilmesi icap eden bir cemalî tecellidir. Basta mazhar olan insan, öteleri müşâhedeye açılamamış ve hayatını uhrevîliklere bağlayamamış kimselerin içine düştüğü gaflet ve gevşeklikten uzak kalmalı, şükür hisleriyle dolmalı ve hep temkinli olmalıdır. Kabz haline maruz kalan kimse de, gönül semasının muvakkaten karardığı o zaman diliminde sadâkat ve vefa ışığıyla yol almalı, ümitsizliğe asla teslim olmamalı ve sabırdan ayrılmamalıdır.
Kabz, dış yüzü itibarıyla çirkin görünse bile, aslında o bir teyakkuz faslıdır ve mâsivâdan sıyrılıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek gerektiğini ikaz eden bir teveccüh davetidir. Yunus Emre,
“Kötüdür yoksulluktan nicelerin varlığı,
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.”
derken, işte kabzın bu yönüne dikkat çekmiş; bütün gönül darlıklarının çaresinin kesrette vahdeti bulmak, varlığın çehresinde Hâlık-ı kainatın samedânî mektuplarını okumak ve mâsivâdan kurtulup Mevlâ-yı Müteâl’in muhabbetiyle dolmak olduğuna işaret etmiştir.
Evet, kalbinin kasvet bağladığına ve karanlıklar içinde kaldığına inanan bir insan, şayet kendisini ümitsizliğin pençelerine teslim etmezse ve vicdan lisanıyla sürekli “Tut beni Allahım, tut ki edemem Sensiz!” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine sığınırsa, o kasvetli zaman diliminin boğuculuğuna rağmen, bast halinde ulaşamayacağı noktaların çok ötesine vâsıl olabilir. Zira, esas kulluk, kabz halinde, onun tuzaklarına düşmeden, sadâkatle ortaya konan kulluktur. O kullukta Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirme düşüncesinden başka bir niyet ve maksat yoktur; dahası onda aşk yoktur, iştiyak yoktur, cezbe yoktur, incizap yoktur, zevk-i ruhanî yoktur; sadece Yüce Yaratıcı’nın emri olduğu için ibadete ve ubudiyete sarılma kastı vardır. İşte, ibadet ü taat neşvesinden mahrum kaldığı öyle bir anda da kulluğunu aksatmayan bir insan bire on, bire yüz, bire bin ve hatta daha fazla sevap kazanacaktır. Bu açıdan, mü’min, inişli çıkışlı bu yolda içinde bulunduğu halin kabz ya da bast olduğuna bakmadan mütemadiyen yürümeli ve her zaman kendisine yakışan sadâkat ve vefanın gereğini sergilemelidir.
Gönül Darlığının Çaresi
Diğer taraftan, kabz u bast dilimlerini bazen daraltan, bazen genişleten ve insanı gerilimlere iten veya sevinçlerle coşturan İlâhî irâdedir; bütün bu hususlarda sebepler sadece âdî birer şarttır. Dolayısıyla, bize ait bir kusur ve gafletle gelmiş bir kabz, ilerideki bir bastın başlangıcı; gevşekliğe sürükleyen bir bast ise, tehlikeli bir kısım kabzların davetçisi olabilir. Bazen, ilâhî mevhibelerin hakkını verememe bir kabz sebebi olduğu gibi, çok defa günahlar da beraberinde kabz hâlini getirir. Nitekim, nebevî bir beyanda, “İç sıkıntıları günahların cezalarıdır.” buyurulmaktadır.
Bu itibarla, kabzdan kurtulma yolları adına en evvel zikredilmesi gereken husus, tevbe ve istiğfardır. Mü’min bir kul, gaflete karşı tavır almalı, günahların öldürücülüğünden tevbe ile kurtulmalı, isyan lekelerini gözyaşlarıyla yıkamalı ve gönül gözünü bir kere daha verâlara çevirmelidir. İşlenen bir günahın, kötülük ve seyyienin hemen arkasından bir sevabın, iyilik ve hayrın yapılması kabz döneminin kısalması için önemli bir vesiledir.
Manevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz halinde inşirah kaynağı olabilecek hususlardan biri de psikolojik tavır ve durum değişikliğidir. Psikologlar da, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntıyı atabilmesi için bir hal ve tavır değişikliğini salık vermektedirler. Öfke anında abdestin tavsiye edilmesinin hikmetlerinden biri de yine bu tavır değişikliğini temin etmektir.
Bu zaviyeden, çok ağır ve bunaltıcı bir kabz hali yaşayan insan, şayet o anda insanlar arasında bulunuyorsa, hemen bir yere kapanıp gönlünü halvete vermeli, Cenâb-ı Hakk’a çok ciddî teveccüh etmeli ve kimsenin duyamayacağı bir mekanda içini Rabb’ine dökmelidir. Orada lahûtîliğe açılmalı, biraz gönlünün sesini dinlemeli; ruhunu sıkan dış sâiklere, dışarıdaki huzur bozucu seslere, gelip çarpan gürültülere karşı biraz daha kapanmalı ve vicdanında bazı şeyleri görmeye, duymaya, hissetmeye çalışmalıdır. Eğer, o anda tek başına bulunuyorsa, bu defa da hemen arkadaşlarıyla bir araya gelmeli, onlarla konuşup dertleşmeli, kendi durumunu samimi dostlarına açmalı, onların düşüncelerini de yanına almalı; kendisi olarak ayakta duramayacağı zamanlarda arkadaşlarının aşk u şevklerine tutunmalıdır. Kalbi ötelere açık insanlar arasında bazı iman hakikatlerini müzakere etmeli; va’z ü nasihatlere kulak vermeli ve Kur’an dinlemelidir. Nitekim, Ehlullahtan bazıları, kabz halinden kurtulmanın en kestirme yollarından biri olarak, usulüne uygun okuyan samimi bir insandan Kur’an dinlemeyi tavsiye etmişlerdir.
Ayrıca, öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklama, bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hali bizim bazı yanlışlarımızdan ya da yanlış anlaşılan tavırlarımızdan kaynaklanmış olabilir. O zaman da karşımızdaki insanı ferahlatıp onun basta adım atmasına vesile olmak bize düşer; küçük bir latife veya bir nükte ile o kilitlenmeyi açmamız gerekir. Yerinde o insanı alıp nezih bir çevrede biraz dolaştırmak ve tenezzüh ufku itibarıyla ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder.
Sözün özü; hayatın değişik dönemlerinde hemen herkeste az-çok bezginlik, bıkkınlık, gevşeklik, gayretsizlik ve bir ölçüde ümitsizlik görülebilir. Hiçbir zâhirî sebep yokken, insan, içine girdiği bu atmosferin tesirinde ruh semasının bütün yıldızlarının birer birer kayıp döküldüğü hissine kapılabilir. Bunun sonucunda da kalbinde bir sıkışma, bunaltan bir gönül darlığı hissedebilir. Hatta bazen çok uzun süren kabz dönemleri yeis sebebi de olabilir; öyle ki, insan o durumlarda âdeta hiçbir ışık emaresi ve hiçbir inşirah vesilesi göremez hale gelir. Ne var ki, inanan bir insan, kabzı da bastı da Allah’tan gelen bir imtihan bilmeli; bast halinde gaflete ve gevşekliğe düşmemeli, kabza mübtela olunca da işi mutlak ümitsizliğe vardırmamaya dikkat etmelidir. Hakiki mü’min, her şeye rağmen vefa ve sadâkatle sürekli “Rahmet Kapısı”nın tokmağını çalmalı; iç daralmalarına ve kalbî tıkanıklıklara maruz kaldığı dönemlerde de o eşikten asla ayrılmamalıdır.