Logo
Print this page
Müminin inancına göre değirmeni döndüren su değil, ilahi kudrettir. Müminin inancına göre değirmeni döndüren su değil, ilahi kudrettir.

Hizmet değirmeni nasıl işliyor? Bu değirmenin suyu nereden?

Hizmet Hareketi’nin gönüllülerinin yaptıkları fedakârlıklar karşısında “Taşıma suyla değirmen dönmez” diyenler taşıma suyla değirmeni bitireceklerini düşünüyorlar. Kendileri uzun yıllardır dönmekte olan değirmenin suyunu başka yerlere taşıtarak değirmenin suyunu kurutmayı ve değirmeni bitirmeyi amaçlıyorlar. Aynı işlemi tersinden yaparak sonuç almayı planladıklarına göre demek ki onlar da biliyorlar yeterli su taşınırsa taşıma suyla değirmen döner. Zaten dünyaya yayılan eğitim müesseseleri taşıma suyla değirmenin dönebileceğinin ispatıdır. Ayrıca müminin inancına göre değirmeni döndüren su değil, ilahi kudrettir. İlahi kudret isterse değirmeni susuz da döndürür. Müminin kulluk görevi sebeplere riayet edip ilahi inayetten ümit edip değirmene su taşımaktır.

Hizmet değirmeni fedakâr Anadolu insanının fedakârlıklarıyla işliyor. Hizmet değirmeninin suyu Anadolu insanının fedakârlıklarından geliyor. Milli mücadele ruhuyla vatan sathını aşıp dünya çapında eğitim seferberliğine adanmış Anadolu insanının esnafı, işçisi, memuru, ev hanımı, öğrencisi, bütün fertlerinin nice fedakârlıklarla yaptıkları himmetleri ve hizmetleriyle işliyor Hizmet Değirmeni. Bu maddi manevi fedakârlıklar arasında zenginlerin ortaya koydukları kadar orta halli veya fakirlerin de ciddi fedakârlıkları vardır.

Hizmet Hareketi’ne gönül verenlerin nasıl fedakârlıklarla himmet ve hizmet yaptıklarını bilmeyenler, değirmenin suyunun kaynağını anlamak için yaşanmış bazı örneklerin anlatıldığı Asr-ı Saadetten Günümüze İnfak Kahramanları ve Hayırda Yarışanlar isimli kitapları okuyabilir.

Değirmenin suyu milletten

Fethullah Gülen Hocaefendi, Hizmet Hareketi’nin bütün faaliyetlerinin finans kaynağının milletin himmetleri olduğunu, yabancılardan asla hiçbir şey kabul edilmediğini farklı zamanlarda çeşitli vesilelerle defalarca belirtmiştir:

“Bu uğurda şu ana kadar yapılan fedakârlıkları görmezden gelerek, yer yer ‘Bu değirmenin suyu nereden?’ diyen insanlar çıkmıştır. Hâlbuki onlar da biliyor ki, ‘bu değirmenin suyu’ Allah’ın izniyle yoklukta varlık cilvesi gösteren milletimizin ruhundan fışkırmaktadır. Zaten bu, şu ana kadar bu milletin çizmiş olduğu tek destan da değildir. Zevsler, Apollolar, Heraklitler… yalanın engin üstûreleri içinde yaşayadursunlar, bu millet asırlardan beri hayata nice destanlar geçirmiştir. Şimdi de, üç asırdır rüyaları görülen bir ‘gaye-i hayal’i, öncekilere denk bir şekilde tekrar gerçekleştirme cehdini göstermektedir Allah’ın izniyle. Böyle bir rüyayı gerçekleştirmede hiç kimsenin de dünya adına herhangi bir beklentisi yoktur. Değil dünya adına bir beklentinin olması, bu mefkûre uğruna uhrevî füyûzât hislerini dahi feda etmeye âmâde olduklarını, onlar defaatle ifade etmişlerdir. Seyyid Nigârî’nin ifadesiyle, ‘Girdik reh-i sevdaya cünûnuz, bize namus lâzım değil.’ deyip yola koyulmuş, hatta bu mevzuda, hiç kimsenin kulak ardı edemeyeceği vilâyete dahi hâhiş duymamışlardır. Mevlâna anlayışıyla, aşkı da şevki de Muhammedî tasmayı boyunlarına takmakla elde etmeye karar kılmışlardır...” (Prizma-3, 2002)

“Sürekli ‘Değirmenin suyu nereden geliyor?’ gibi sorularla milletin zihninde şüpheler hasıl etmeye çalıştılar. Oysa herkes biliyordu ki; bu hizmetler İstiklal Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin hizmetleriydi ve kaynağı da onların yürekleriydi. Türkiye’nin bütün köy, kasaba, ilçe ve illerindeki hayırsever insanların desteği vardı bu okulların arkasında. Ülkemizin en gözde üniversitelerinden mezun olarak burs miktarı bir maaşla çalışan gencecik öğretmenlerin alınteri vardı.

Aslında, yurtdışındaki bir okulun öğretmenlerinin, devlet yardımı olarak verilen patatesle altı ay yaşadığını bu soruların sahipleri de biliyorlardı. Belki onlar, o patatesi pişiren aşçının kendi yemeğini evinden getirdiğini de biliyorlardı!.. Parasızlık nedeniyle üç aile bir evde kalanlardan, düğününü yapar yapmaz gerdeğe girmeden okuluna koşan, destanlara malzeme teşkil edecek Anadolu’nun yağız delikanlılarından onlar da haberdardı.

Kaldı ki, devletin istihbarat organları böylesine göz önünde ve sayıları yüzleri aşan eğitim kurumu adına bir başka yerden gelme para iddiaları için bugüne kadar tek bir belgeye, ya da örneğe ulaşamamıştı. Çünkü milletin helal katkılarından başka herhangi bir kaynak yoktu.. değirmen fedakârlık, alınteri, gözyaşı ve fedakâr Anadolu esnafının hayır duygusuyla dönüyordu.

Dünyanın değişik yerlerinde konuyla ilgili yapılan ilmî çalışmalara şöyle bir göz atılırsa, sosyal ve siyasal bilimcilerin şu kanaatte birleştiği görülecektir: Bu ‘Gönüllüler Hareketi’, hiçbir dış güce bağlı olmayan bir sivil toplum hareketidir.

Evet, yerli birkaç kurumu ya da yabancı bir devleti arkasına almadan bir şey yapmaktan aciz olanlar, halkın teveccühünden ve Allah’ın inayetinden başka hiçbir güce dayanmayan bu gönüllüler hareketini anlamakta zorlanabilir. Almadan vermesini bilmeyenler, başta kendi milleti olmak üzere tüm insanlığa hizmet için fedâkarlık yapma duygusunu idrak edemeyebilir. Fakat görülen o ki; benim sadece müşevviki bulunduğum bu gayretlerin bir halk teşebbüsü olduğunu ve ‘değirmeninin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini aslında herkes çok iyi biliyor. Ne var ki, bu Anadolu pınarını istedikleri yöne akıtamayanlar kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışıyor.” (Kırık Testi, 12.08.2002)

Hizmetin arkasındaki dinamizm

“Beklentisizlik hali ve fedakârlık anlayışı, işi son nefesimize kadar ihlas ve samimiyetle götürebilmek adına çok önemli ve hayatî dinamiklerdir. Ehl-i dünya bu dinamikleri bilmediğinden dolayı meseleyi sadece maddeye, paraya hamlediyor ve ortaya çıkan neticeyi bununla anlamaya çalışıyorlar. Hâlbuki fedakârlık ve beklentisizlik öyle bir değerdir ki, maddî ölçüler içinde onun karşılığını bulabilmek mümkün değildir. Evet, gönüllüler hareketini hazmedemeyen, çekemeyen bir kısım ehl-i dünya, ‘Bu işin arkasında şu kadar sermaye, bu kadar sermaye olmalı, yoksa bu çarkın dönmesi mümkün değil!’ anlayışıyla meseleyi yorumluyorlar. Çünkü onlar, adanmışlık ve fedakârlığın neye tekabül ettiğini bilmiyorlar. Almadan vermenin ne demek olduğundan habersizler. Her şeyin rıza istikametinde birer yatırım halinde ortaya konulduğunun ve böylece Cenab-ı Hakk’ın azları çok, birleri bin ettiğinin farkında değiller. Evet, bu dinamikler cennetler kıymetinde bir değere tekabül etmekte; sonsuz kudret ve rahmet sahibi Zât da, ona göre bir mükâfat ve semere vermektedir.” (Kırık Testi, 11.10.2010)

“Milletin himmetini ve Allah’ın inayetini bilmiyorlar. Allah’ın inayetini bilmiyor, inanmamış ona. Milletin himmetini bilmiyor, o milli mücadeleyi nasıl yorumluyorlar bilemiyorum. O millet kağnı arabalarıyla, öküzün biri ölünce kadın boyunduruğa koşuluyor ve taşıyor onu. Bu milletin azmini, cehdini, bu milleti kendi değerleriyle, heyecanıyla, ufkuyla hiç tanıyamamışlar. Bu millette yeniden öyle bir hareket ruhu, kendi ruh köküne yeniden ulaşmak üzere öyle bir hareket ruhu meydana gelmişse onu anlamaları çok zor. Bize düşen şey, onu anlatmak, götürüp göstermek. Himmet yapanları görün, Türkiye’de bu işi yapanlara misafir olun; o zaman göreceksiniz ki bu adamlardan bu çıkar. Bundan sonra bir taraftan hizmet ederken bir diğer taraftan da bu hizmetin nasıl yürüdüğünü, hangi raylar üzerinde yürüdüğünü, hangi dinamoyla yürüdüğünü anlatmamız lazım.

Çok defa anlatmışımdır, bir yerde bir himmet yapıldığında herkes bir şey taahhüt etti. O taahhüt edilen şeyler gayet şeffaf ve açık olarak bir yönetim kurulunun zimmetinde bir araya getiriliyor ve sonra bu türlü şeylere sarf ediyorlar. Veya şahıslar doğrudan doğruya sahip çıkıyor. Himmete müracaat ediliyordu, onlar himmetleriyle dökülüp saçılıyorlardı. Herkes bir şey verdi. Benim tanıdığım birisi vardı, vefat etti, makamı cennet olsun. Ben oturuyordum yukarı katta, birdenbire merdivenlerden pür heyecan geldi, elinde de şangır şangır anahtarlar var. ‘Hocam, benim bir şeyim yoktu, himmette bir şey taahhütte bulunamadım. Ben emekli oldum. Emeklilik parasıyla bir ev aldım. Ben bu evimi, anahtarlarını size veriyorum. Himmete bunu veriyorum.’ dedi.

Milletimizi bu ruhuyla tanıyamamış nadanlar bu hizmetin arkasındaki dinamizmi bilemezler, anlayamazlar. Bunu göstermek lazım onlara. Ben bunu defaatla gördüm.

Thomas Michel’e tesir eden bir şey: Güneydoğu’da dolaşırken bir demirci dükkanına giriyor. Adam orada demir işleriyle meşgul oluyor. Sürekli ateş karşısında çok zor bir iştir. Adamla konuşuyor. Adam, ‘Ben burada bunları işliyorum, Afrika’da veya başka bir yerde bir okula bakıyorum’ diyor. Bu, Thomas Michel’e çok tesir ediyor.” (Bamteli, 29.10.2007)

Hizmet, milletin fedakârlıklarıyla devam ediyor

“Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bu parça parça başlamış, bir yerde, iki yerde, üç yerde başlamış, Türkiye’nin içinde, Türkiye’nin dışında. Sonra dünyanın değişik yerlerine yayılmış bir eğitim faaliyeti. O öğretmen arkadaşlar Türkiye’de bazı zenginlerin, bazı vakıf ve derneklerin desteğini alarak gitmişler oraya. Oraya gitmişler ama ciddi mağduriyetler yaşamışlar. Her zaman Aydın Bolak abi gözleri dolarak anlatırdı; eksi altmış derece bir ülkede bu arkadaşlar çok defa maaş da alamadan hizmet veriyorlar. Kafası karıştırılan insanlar oturdukları yerde ahkam kesiyorlar; değirmenin suyu nereden? Bana da birisi öyle dedi; bu değirmenin suyu nereden? Bir zaman milli mücadelede bir tarafta öküz, bir tarafta kadın cephane taşıyordu. O nasıl bir güçtü? Ve Allah’ın izniyle, inayetiyle milletin istiklaliyle sonuçlandı o. Dört bir yanda ülkemiz işgal edildiği bir dönemde bu sadece askerin yapacağı iş değildi, millet dört bir yanda öldü ve biz cephelere mekteplerdeki talebeleri döktük. Milletin savaşıydı, ölüm kalım savaşıydı. Elbette toprağı, ülkesi, ülküsü, dini, diyaneti, haysiyeti, namusu için ölecekti. Şerefle öldü ve şehit oldular. Millet istiklal mücadelesinde nasıl döküldü, saçıldı, evindeki kabı kacağı götürdü eritti kasatura yaptırdı, silah yaptırdı; aynen bu dönemde de ‘medenilere galebe ikna iledir’ demiş ve ‘biz ancak eğitimle öğretimle insanların seviyesini yükseltiriz, kavganın önünü de ancak bu yolla alabiliriz’ demiş, dünyanın dört bir yanında gitmiş okul açmışlar bu insanlar. Değirmenin suyu da o. Milleti bir dönemde yeniden bir kere daha istiklalini ona kazandıran güç neyse günümüzde de bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç Allah’ın inayet ve keremiyle odur.

Çok defa ben onlardan dinledim ve gözlerim doldu her defasında. Bu arkadaşlar dünyanın dört bir yanına gittiler, üç ay dört ay maaş alamadıkları oldu. Rekabet hissiyle başkaları da resmi - gayri resmi bu işi yapmaya kalkanlar oldu. Biz de yapalım, yapabiliriz bu işi’ dediler. Fakat oraya gidecek insanlar iki bin - üç bin dolar para istediler. Oysaki bu arkadaşlar sadece burs parasıyla gidiyorlardı. Ve orda çokları ikinci bir iş yapıyordu. Tezgahtarlık yapıyorlardı. Gitsinler, araştırsınlar, sorsunlar, görsünler, öğrensinler! Binaların inşaatlarında çalıştılar, hatta oraya giden vakıf ve dernek temsilcileri okulların inşaatlarında, restorasyonunda çalıştılar, doğrudan doğruya amele gibi ırgat gibi çalıştılar o okullarda. Bir hareket böyle olursa o bağımsız hareket demektir. Yoksa diyet ödersiniz, ömür boyu diyet ödersiniz.

Bir hareket doğrudan doğruya Türk milletinin içinden çıksa, o Türk milletinin en gözdesi okullardan çıksa, o okulların düşünce ve himmeti inzimamıyla oluşsa, bir güç kazansa, dünyanın dört bir yanına yayılsa eğer bu bağımsızsa, arkasında Amerika yoksa, Fransa yoksa, Rusya yoksa… bu potansiyel bir tehlikedir. Her gün buna karşı alaka artıyorsa, teveccüh artıyorsa ve bağımsızsa potansiyel bir tehlikedir. Millet aynı zamanda finans olarak da bunu destekliyorsa bu bütün bütün potansiyel bir tehlikedir. Bir meseleyi böyle tehlike görmek, hükümlerini ihtimallere bina etmek demektir. Eğer tehlike böyle oluyorsa Türkiye’de böyle tehlike olmayan kimse yoktur. O zaman herkes tehlikedir. Bağımsız olma onları kuşkulandırıyor. Bağımsız olunca nasıl hareket edeceği belli olmaz diyorlar. Vatanını seven, ülkesinin insanını seven nasıl hareket ediyorsa öyle hareket eder. Ama ihtimallere binaen bir şey söylüyorsanız o mevzuda sizi ikna edecek bir argümanımız yok.

Karapara mevzuu dünyada hassasiyetle üzerinde durulan bir şeydir. Gerek Türkiye’de gerekse yurtdışındaki bu müesseselerde gayrimeşru bir yolla bir girdi varsa bir çıktı varsa bunlar ne oradaki devletin kontrolünden kaçabilir, ne Türkiye’deki devletin kontrolünden kaçabilir. Kaldı ki devlet müfettişleriyle gelip kontrol ediyorlar, defterlere bakıyorlar, girdiye bakıyor, çıktıya bakıyor. Eğer bir yerden bir suyun değirmen suyu değil de öyle damla damla sızması da söz konusu olsa herhalde onu zannediyorum medya lisanıyla gürül gürül halka ilan ederler. Çünkü itibarla oynamaya alışmış bu insanlar böyle bir mesele karşısında rahat durmazlar. Ben biliyorum ki çok defa şöyle dediler; ‘falanda filanda böyle bizim halk nazarında onları sukut ettirecek şeyler bulunmasa bile çevrelerinde ve yakınlarında bulunan insanları yere vurun, onunla batıralım bunları!’ Bu kadar hınçla hareketin üzerine gelen insanlar eğer orada bir karapara meselesi olsaydı, bir değirmen suyu olsaydı bunu çoktan bulur çıkarırlardı.

Bu hareket pek çok faslı müştereki paylaşan insanların bir noktada birleşmesinden ibarettir. Yani aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşanlar, takdir edenler, bir yerde bir araya gelmişler; biri diğerini örnek almış, öbürü onu örnek almış, millete mal olmuş bir mesele. Türk toplumunun ruhundaki dehasından doğan bir mesele. Anadolu’nun yetiştirdiği dehadan doğan bir meseledir. Bir millet yapıyor, bir milletin fedakârlıkları yapıyor, o fedakârlıklarla Allah’ın izniyle inayetiyle devam ediyor.” (Bamteli, 5 Eylül 2004)

“Bugüne kadar milletimiz adına ciddi hiçbir şey yapamamış olan ve yarınlar adına da hiçbir şey yapacak gibi görünmeyen, sadece ‘Nerede bir villa kapabilirim?’ hülyalarıyla oturup kalkan kimseler kıskançlıkları sebebiyle iftiralar atıyorlar. Dahası, millet ve vatan uğruna fedakârlığın ne demek olduğunu bilmediklerinden Anadolu insanının bu okulları ne fedakârlıklarla devam ettirdiğini kavrayamıyorlar.

Bu müesseselerin bir şahsa ait olmadığını, milletin malı olduğunu, ‘değirmenin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini belki yüz kere anlattık; fakat, görüyoruz ki, yüz kere daha anlatsak, fedakârlığın manasını ve almadan vermesini bilmeyenler yine de bu büyük hizmeti idrak edemeyecek, manasız bir kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışacaklar.

Oysa, değirmenin suyunun nereden geldiğini samimi olarak öğrenmek istiyorlarsa, suyu çıktığı yerden itibaren takip etselerdi; çarkların döndüğü yerden başlayarak kanalı adım adım izleselerdi. Eğer önyargılı değil iseler, onlar da göreceklerdi ki: Bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç, bir dönemde milletimize yeniden istiklalini kazandıran gücün ta kendisidir. Bu okullar, İstiklâl Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin gönül semereleridir ve kaynağı da onların yürekleridir.” (Kırık Testi, 09.04.2007)

Millet inanırsa her şeyi yapar

“Yoklukta varlık bulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş olan milletimizin, bugün de bunları yapabileceğine inanıyorum. Pratikte de bugün biraz kurcalayınca, bunun böyle olduğunu görüyoruz. Mesela, Asya’daki eğitim faaliyetleri bunun bir örneğidir. Bunu, bazıları ‘değirmenin suyu nereden’ diyerek Amerika’ya İngiltere’ye dayandırmak istiyor, ama Allah da biliyor, Peygamber de biliyor, maşeri vicdan da (kamuoyu) biliyor ki, bu İstiklal Mücadelesi’ni gerçekleştiren ruhun işidir. O gün millet nasıl coştuysa, bugün de varını yoğunu buna yatırarak, bunu gerçekleştireceğine inanıyorum. Elverir ki, millete planlar sunulsun, ümit vaat edilsin, yapılan şeylerle bir neticeye varılacağına inandırılsın, o zaman millet her şeyi yapar.” (Yeni Yüzyıl, 20 Temmuz 1997)

“Evet, ‘günümüzün karasevdalıları’ diyerek andığım eğitim gönüllüleri, ‘Bu necip millet kendi yarasını kendisi sarabilecek güçtedir. Öyleyse, sine-i millete müracaat edeceğiz; ama asla başkalarına bağımlı olmayacak ve yabancılara diyet ödeme zilletine düşmeyeceğiz’ diyerek çıktılar yola. Onlar, önce Allah’a dayanarak, sonra da zahirî esbab açısından milletimizin himmetini yanlarına alarak hürriyet soluklaya soluklaya, bağımsızlık yudumlaya yudumlaya yürüdüler ve ömür boyu ellere el açmadılar, kimseye borçlanmadılar.

Kimseye borçlanmadılar; zira, bu güzide milletin fertleri çoğunluk itibarıyla diyalog ve eğitim faaliyetlerinin felsefesini tasvip ediyorlardı. Doğru ve kalıcı işler yapıldığına inanıyorlardı. Belki bazı aceleci fıtratlar, eğitime ve insan gönlünü kazanmaya matuf olarak yapılan yatırımlardan semere alabilmek için uzun zaman beklemek gerektiğini bilemediklerinden ve umdukları neticeleri hemen göremediklerinden dolayı bir süre gözetlemeye ve dinlemeye duruyorlardı. Bazen beş-on sene uzaktan seyrediyor, dinliyor; adanmış ruhların ne kadar vefalı ve samimi olduklarını anlamaya çalışıyor; sinelerinin her zaman din, vatan ve millet için çarpıp çarpmadığına bakıyor ve uzun uzun ölçüp tarttıktan sonra onlar da bu yolun doğru ve güvenilir olduğuna kanaat getiriyorlardı. Allah’ın izniyle, insanımızın gözünün bu yolla açılacağını ve ülkemizin bu yolla güçleneceğini düşünüyorlardı. Milletimize karşı yapılacak bir gadir, bir zulüm ve bir haksızlık karşısında hep birden seslerini yükseltip bir yeryüzü korosu teşkil ederek, bütün dünyada Türkiye’nin sesi-soluğu olacak hür lobilerin ancak bu yolla oluşacağına inanıyorlardı. Edirne’den Kars’a kadar Anadolu insanı bu hareketi mâkul bulmuş ve onun etrafında toplanmıştı. Dolayısıyla, mesele sadece bir insiyâkın (sevkedilmenin) eseri değildi; aynı zamanda onun ta baştan itibaren mantıkî bir derinliği de mevcuttu.

Tabii ki, o mantıkî derinliğin ötesinde Cenâb-ı Hakk’ın sevk-i sübhânîsi ve gönülleri bu hayırlı işlere yönlendirmesi vardı. Yani, Allah birine önemli bir hususu düşündürüyor; aynı meseleyi bir başkasının kalbine de düşürüyor; o iki kişiyi yeni tanıyan bir insanın zihnini de o düşünceyle dolduruyor. Bunlar birbirini tanıyınca, hepsinin kalbine sıcak gelen o mesele, aralarında ortak bir paydaya dönüşüyor. Dolayısıyla, o mesele bir manada hiçbiri için yeni değil; fakat, hepsi birbirinden kuvvet bularak o işe iyice sarılıyor. Şayet, gönüllerine düşen o kor, bir eğitim müessesesinin açılmasıyla ilgili ise, hepsi himmetini ortaya koyuyor ve beraberce o müesseseyi açıyorlar. Öyle ki, zamanla bu salih amelin tiryakisi oluyor; infak etmenin ve Allah yolunda malının bir kısmını vermenin bağımlısı haline geliyorlar. Hele, kendileri bir vermişse, Cenâb-ı Hakk’ın onlara on lutfettiğini görünce bütün bütün cömertleşiyorlar.

Zannediyorum, bu millet içinde de ‘infak tiryakisi’ pek çok insan vardır. Öyle ki, Allah’ın lutfettiği malı-mülkü gelecek nesillerin en iyi şekilde yetişmesi için değerlendirmeye alışmış ve senelerden beri bu istikamette hep vermiş bu insanlar, eğer bir sene infak edecek bir şey bulamasalar, geceler boyunca uykusuz kalırlar. Onlardan birine, ‘Bu sene işlerin iyi görünmüyor; senin burs verip okutacağın öğrencilere biz bakalım’ dense, bu sözden alınır, belki gönül koyar ve ‘Allah, Kerîm’dir; ben şu kadar taahhüt edeyim de, O vermezse sonra düşünelim’ der. İşte, bu halis niyet, temiz düşünce ve saf duygu sadece bir kesime ait değildir; bu mesele millete mâl olmuştur. Bu yönüyle de, tamamen kendi milletinizin civanmertliğine dayanan faaliyetlerde hürriyetinize dokunan ve bağımsızlığınızı zedeleyen bir husus söz konusu değildir. Çünkü, millet yapıp ettiklerine karşılık kimseden bir şey beklemiyor; herkes gözünü Ulu Dergâh’a dikmiş, oradan gelecek ihsanları intizar ediyor. Bu fedakâr ruhlar, fânî varlıklardan mükafat bekleyip, alacaklarını beşerî bir darlığa mahkum etmek istemiyorlar; Allah’ın engin rahmetine ve nâmütenâhî cömertliğine teveccüh edip; Cevvâd u Kerim’in sağanak sağanak başlarından aşağıya dökeceği lütufları gözlüyorlar. Dolayısıyla, Allah için gelip gidiyor, Allah için infak ediyor ve işledikleri her şeyi Allah için işliyorlar.” (Kırık Testi, 11 Ağustos 2008)
Olmadığı halde veren hizmet gönüllüleri

“İnfak mevzuu. Allah’ın verdiği şeyi siz de başkalarına vereceksiniz. Elhamdülillah, bugün kısmen o var. Çünkü dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlar, Türkiye’nin içinde okullar açıyorlar. Binlerce insana, mübalağa yapmıyorum, binlerce burs veriyorlar. Binlerce insanın ihtiyacını görüyorlar. Ve bunu sırf Allah rızası için yapıyorlar. Allah için veriyor ve karşılığını Allah’tan rıza olarak, rıdvan olarak bekliyorlar. El dar olduğu zaman da vermek. Hiç olmadığı zaman verebilmek. Îsâr ruhu etrafında meseleyi değerlendirebilirsiniz. Olanın vermesi belki bir ölçüde kolay. Fakat olmayanın vermesi oldukça zordur.” (Herkül Nağme, 10 Eylül 2014)

“Elinde lahmacun arabası lahmacun satan birisi var. Unutamayacağım her yerde anlatacağım bir insan. İki sene evvel bana geliyor diyor ki; ‘Hocam siz talebelere yer arıyor. Onları barındırmak için tehalük gösteriyorsunuz. Ben şu arabacığımla lahmacun sata sata iki kulübecik yaptım. Bu iki kulübecikten bir tanesi bana yeter. Kabul buyurursanız ikincisini içinde talebeler kalsın diye vermek istiyorum.’

Ben Rabbimin rızası istikametinde samimi olarak getirilen bu teklife hayır demedim. Olur dedim. Çünkü benim olur dememle belki affedilmeye hakkı ve liyakati olmayan beni de Rabbim affeder. Onu böyle bir hizmete koşturduğumdan, vesile olduğumdan dolayı benim günahlarımı da affeder. Olur dedim. Fakat onunla doymadı bu. Hayra aç olan bu insan bununla doymadı. Allah’a gönül vermiş bu insan bununla doymadı. Aradan altı - yedi ay geçti. Geldi dedi ki; ‘Hocam evimin kapısının önünde bir bahçe var ya, ben bu bahçeyi bir yurt yapıp da yüz talebeyi barındırmak istiyorum.’

Ben evvela şaşkın şaşkın sokaklarda küçük el arabası ile lahmacun satan bu adamın yüzüne baktım, şaşkın şaşkın. Bu işi nasıl yapacaksın. Burada hizmeti tekeffül eden arkadaşlar beş altı inşaat yürütüyorlar. Bin talebeye üniversiteye hazırlık kursu verip sahip çıkalım. Bin talebeyi üniversiteye imtihana geldiğinde barındıralım, sahip çıkalım. Binlerce talebeye kursta sahip çıkalım ve çeşitli okullara dağıtalım sahip çıkalım diye yüz yerde yurt yapalım diye tehalük gösteren bu cemaat zaten dopdolu. Nasıl yapacağız bunu? ‘Hocam Allah’ın lutfuyla, bu arabayla ben bu işi yaparım’ diyor. Ve ondan sonra her ay ‘Hocam, yapan arkadaşlara sen kendi elinle ver ne olur bunu.’ Elli bin lira kazanırsa, kırk beş bin lirasını getirir. ‘Beşi bana yeter hocam bunun. Kırk beş bin lirasını hizmete verelim.’ Kırk bin lira kazanırsa, otuz beş bin lirasını getirir. Hiç otuz beş bin lira getirdiğine şahit olmadım.

Aradan sekiz ay veya dokuz ay geçti. O yurdu yaptı. Şimdi boyasını yaptırıyor. Ve camlarını taktırıyor. İşi bitirdi, ferih ve fahur, keyfi yerinde. Üç-beş hafta evvel yanımda kalan bir arkadaşa gelip diyor ki; ‘Kardeş, hocama söylesen acaba giyip kullandığı eski ayakkabılardan var mı? Hiç ayağımda ayakkabı kalmadı. Verse de giysem’ diyor.

Anlıyor musunuz mümini? Anlıyor musunuz Hakk’a gönül vermişi? Ve bunların sayısı bugün binleri çoktan aşmıştır. Ben yüz defa fabrika tapusunu geriye çevirdiğim insanların sayısı yüzün çok üstüne ulaşmıştır. Yeniden bir sahabe devri başlıyor. Yeniden malını ve canını feda etme devri başlıyor.” (Afyon vaazı, 27 Haziran 1980)

“Bunu kim yapıyor? İş adamları yapıyor, tüccar yapıyor. Hatta böyle kan ter içinde çalışan değişik iş adamları yapıyor. Değişik vesilelerle arz etmiştim: Vatikan’ın diyalogdan sorumlu temsilcilerinden bir tanesi Thomas Michel’dir. Ona tesir eden nedir? Güneydoğu’da bir yere gidiyor. Adam demircilik yapıyor. Yanına sokuluyor. Ona soruyor ‘ne yapıyorsun?’ ‘Çalışma mecburiyetindeyim; çünkü falan yerde bir okula bakıyorum.’ diyor. Bu, milletin ruhunda oluşan öyle bir duygudur ki bir yerde ateş karşısında demiri dövecek, bir yerde fırında çalışacak, bir yerde kendisini helak edecek şekilde başka bir işte bulunacak. Ama elinden avucundan artırdığı şeyle bir yerde bir şey yapmaya çalışacak. İnsanımızın civanmertliğinin örneği. Yine arz ettiğim bir husus; Bozyaka yurdunda himmet yapılmıştı. O gün 70’li yıllarda sadece Türkiye’nin içinde bazı yerler yapılıyordu. İzmir’de, Ankara’da, Kayseri’de yurt vs. dar dairedeydi. Himmette herkes bir şey taahhüt etti. Ben insanımızın o civanmertliğine hep hayran kalmışımdır. Himmet sonrası ben odama gittim. Arkamdan birdenbire birisi geldi. Askeriyeden emekli olmuş, emeklilik parasıyla bir ev almış. Orda vereceği bir şey yokmuş. Kapıyı çaldı, içeriye girdi, ‘Hocam, herkes bir şey verdi, ben veremedim. Evimin anahtarlarını veriyorum’ dedi. (‘Hayır, öyle milletin evinin anahtarını alacak durumda değiliz.’ dedim. İnsan verebileceği bir şey varsa verir. Hatta her şeyini birden de vermez. Sistem işlemeli ki her sene verebilsin. Bütün sistemi anahtarıyla teslim edersen gelecek sene bir şey veremezsin ki!) Bu, öyle bir histir ki Allah’a inanmayınca olmaz bu mesele. İşte dünyanın 150 ülkesinde bugün Anadolu insanı varsa -kendi değerleriyle, kendi kültürüyle- esasen bu anlayış sonucunda olmuştur.” (Bamteli, 15.12.2013)

Hizmet, milli seferberlikle yapılıyor

“Bu düşünceye inanan insanlar senelerden beri bu işi yapıyorlardı. Ama dünyada sistemlerin değişmesi karşısında 90’lı yıllardan sonra bu iş daha sistemli Türk insanı tarafından milli mücadeleyi belli bir sistem içinde gerçekleştiren o küllî mantık, o küllî düşünce, küllî mülahaza ne ise sanki böyle mahruti çok yüksek bir yerden bütüncül bir nazarla bakıyorlar, çok büyük projelerle meseleleri uygulamaya koyuyorlar ve üzerine yürüyorlar. Aslında mesele makul olunca bir millet ona sahip çıktı. Binlerce, milyonlarca insan bir hizmete gönül vermiş, kimisi fiilen işin içinde, kimisi maddeten destek oluyor, kimisi de arkadan kuvve-i maneviyeyi takviye ediyor. Topyekün milletimiz böyle bir seferberliğe girdi, yaptı bunu. Bu hizmetleri Anadolu insanı yapıyor, bir kuvve-i milliye iştirak etme ruhuyla yapıyor, önemli görüyor yapıyor. Dünya adına onunla üst üste problemleri çözeceğine inanarak yapıyor.

Anadolu insanı bu işi yapmalı; başkası bu işin içine parmak karıştırmamalı. NGO’lar çıkarlar karşınıza, ‘size yardım edelim’ derler. Hayır, bizim kimseden yardım almaya ihtiyacımız yok! Anadolu insanının gücü ne kadarına yetiyorsa biz meseleyi o kadarıyla götürürüz. Diğerlerinden istifade etmeyi, kendi kazancımıza kanaat etmeyip çalıp çırpıp yeme gibi haram saymalıyız. Değişik yerlerden belki başka arkadaşlarımıza böyle teklifler olmuştur. Fakat ısrarla ben ‘Kimsenin bu mevzuda yardımını, desteğini katiyen kabul etmeyelim. Bu saf Anadolu insanının işidir. Allah’ın izni inayetiyle yapacaklar. Hırsla değil, ihlaslı olursa bu iş başarıya ulaşır’ dedim. Sonra tebeyyün etti ki Cenabı Hak, böyle dedikoducu bir sürü insanlar çıkacak, ‘bu değirmenin suyu nereden’ diyecek. Bu millete mal olmuş bir mesele. Milletleri adına bu kadarcık fedakârlıkta bulunmadıklarından dolayı mazur görmek lazım; anlayamazlar. Bizim insanımız verdikçe verir, hatta verme tiryakisidir. Onlara ‘Verme!’ deseniz, üzülürler. Ben vermeden mahrum edildiğinden dolayı ağlayan insanlara çok şahit oldum. Evinin anahtarlarını, ömür boyu çalışmış, emekli parasıyla bir ev almış, himmette o gün bana konuşma terettüp etmişti, ben konuştuktan sonra, herkes orada bir şeyler taahhüt edince, o taahhüt edecek bir şey bulamamış. Biraz sonra merdivenleri soluk soluğa çıkarak elinde şangır şangır anahtarları getirdi. ‘Hocam, bu evi yeni almıştım, ben de bu anahtarları size veriyorum’ dedi. ‘Kimsenin evini de evinin anahtarını da alma gibi bir durumumuz yok. O senin alnının teriyle kazandığın şey. Başka elinde olursa sen de gücün yettiğince verirsin’ dedim. Anadolu insanı böyledir. Kerametvari bir toplumdur. O dinamiği, idare edenlerin çok iyi değerlendirdikleri kanaatinde değilim. Makul bir hizmet ortaya konunca sevdiler bunu, buna taraftar oldular. Ortaya konan meselenin makul olmasına, Türk milletinin geleceği adına yararlı olmasına, dünyadaki problemleri çözmesi adına herkes ona arka çıktı, sahip oldular. Mesele buydu. İşin kerameti buydu.

Hiç kimseden zerre kadar bir yardım kabul edilmedi. Eğer bir yerden bir arpa kadar yardım kabul edilmişse kabul edenler dünyanın aşağılık insanlarıdır. Eğer ben öyle bir meseleye müsamaha yapmış, başkalarından yardım kabul etmişsem Allah beni derbeder etsin! Yok öyle bir şey yoksa, öbürleri müfteri ise bu mevzuda karalamak için yapıyorlarsa ne diyeyim, Allah onları ıslah eylesin, kalplerine hidayet nurunu atsın. Türkiye’nin geleceğini karartmak istiyorlar böyle yapmak suretiyle.

O okullar bir hadisedir; ama milletin sa’yine terettüp etmiş bir destandır. Destanı yazılabilecek bir hadisedir; ama milletin hadisesidir. Bu millet böyle tarihi değişik fasılalarla harika şeyler yapmıştır. Dünya adına çok önemli bir vazife görüyorlar. Ve milletimiz destekliyor onu. Ekonomik durumu itibarıyla dünyanın fakir milletlerinden fakat kaderin cilvesine bakın ki seksen ülkede bunlar eğitim faaliyetlerini sürdürüyorlar, kültür lokalleri açıyorlar, okullar açıyorlar, kurslar açıyorlar, kendi dillerini, belki bir manada dinlerindeki güzellikleri anlatıyorlar. Müslümanlarla herkes geçinebilir duygusunu, düşüncesini ortaya koyuyorlar tavırlarıyla. Adeta koskocaman bir dünyada, dünyanın fakir milletlerinden Türk milleti çok önemli bir misyon yüklenmiş gibi bir durumu var. İnşallah bir gün, bu meseleye sağından solundan böyle değişik isnatlarda bulunup karalamak isteyen, milletin zihninde onu ademe mahkum etmek isteyen insanlar da insafa gelirler, onlar da omuz verirler, ‘Bu önemli hizmette bizim de katkımız olsun’ derler ve katkıda bulunurlar.” (Bamteli, 24.10.2005)

© 2015