İman davasına gönül vermişlerle bir hasbihal

Çok uzak yerlerden geldiniz. Bu kadar uzak mesafelerden benim gibi bir kıtmîri dinlemeye gelmeniz, çektiğiniz onca sıkıntı ve meşakkate değmediği bir gerçek. Bununla beraber, Rabbim niyetlerinizin derinliğine göre muamelede bulunsun..! Aşk u şevk ihsan etsin..! Geliş ve gidişinizi boşa çıkarmasın..!

Yıllardan beri bu türlü teklifler karşısında hep kendimi sorgulamışımdır. “Sen de kimsin, ne oluyorsun, ne anlatacaksın ki bu insanlara faydalı olasın?” İnanın hep böyle düşünmüş, böyle konuşmuşumdur. Ama hüsnüteveccühleri, yapılan onca ısrarı da aşamamış ve kendimi hep bu türlü kalabalıklar karşısında bulmuşumdur.

Bugün değişik bir ruh hâleti içindeyim. Hafakan ve feveranlarımın dorukta olduğu gün bugün. O açıdan, söyleyeceğim sözlerde sizleri rencide edeceğim endişesini taşıyorum. Sonra vicdan azabı çekerim diye de korkuyorum. Hatta bu düşünce ile sizlerin huzuruna çıkmama kararı vermiştim. Son âna kadar da bu kararımda ısrarlı idim. Ancak bazı arkadaşlar gelip ağladı, sızladı ve ne olur dediler... Ben de o kadar uzak mesafelerden gelen bu insanlara karşı ayıp olur, Rabbim sorarsa ne cevap veririm, düşünceleriyle işte huzurlarınızdayım. Evet, daha sonraları, vicdanımın bir yanını hep ısırıp duracağı endişesi ile iki büklüm karşınıza çıkma mecburiyetinde kaldım. Dolayısıyla konuşacağım şeylerde fikir insicamı olmayabilir.. ifadelerde rekakete girebilirim. Rabbinizin sizlere olan nimet ve lütufları aşkına beni bağışlamanızı dilerim. Aklıma gelen şeyleri, simalarınızın bana ilham edeceği hususları herhangi bir tertip ve tasnife tâbi tutmaksızın arz etmeye çalışacağım. Rabbim’in muvaffak kılmasını dilerim!.

 


Beklentiler ve ötesi

Bazen çok küçük şeyler, insana çok büyük sevaplar ve hayırlar kazandırabilir. Beklediğiniz, hatta beklemediğiniz neticeleri, onunla bulabilirsiniz. Tıpkı dualarda olduğu gibi.. evet, Kur’ân’ın ifadesiyle مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ “Ummadığınız yerden” (Talâk sûresi, 65/3) hadd ü hesaba gelmez nimetlerle karşı karşıya kalabilirsiniz. Meselâ, sizler böyle uzun bir seyahat sonucu, aynı çizgide hizmet ettiğiniz arkadaşları görür ve değişik müesseseleri ziyaret edersiniz. Bu vesile ile Rabbim imanınızı takviye eder, Kendi yolunda koşma aşk u şevkinizi artırır ve kalblerinizi telif eder. Zaten böyle bir dönemde, bu türlü takviyelere ne kadar ihtiyacımızın olduğu da izahtan vârestedir. İnşâallah Rabbim bu vesile ile bizleri yeniden keyfiyetin enginlikleri arasında dolaşan halis kullar hâline getirir.. getirir de kemmiyet mülâhazasını bırakır bir kere daha rıza-yı ilâhîyi esas maksat yapan insanlar hâline geliriz...

Ayrıca Cenâb‑ı Hak, böyle bir araya gelme sayesinde, kendisiyle olan yakınlığımız, münasebetimiz açısından “Ne kazandık, ne kaybettik?” mülâhazalarını içimize yeniden hâ­kim kılabilir.. ve bizleri, dünyada‑ukbâda faydalı olacak düşüncelere, amellere yönlendirebilir. Zira biz biliyor ve inanıyoruz ki, biz ne istersek isteyelim, Rabbim hakkımızda hayırlı olanı nasip edecektir. Meselâ, siz dua dua yalvarır, yakarırsınız; “Bana dünyayı ver Allahım!” dersiniz. Ama istediğiniz mânâda bir dünya sizin hakkınızda hayırlı olmadığı için, Rabbim sizi “kût‑u lâ yemût”la yaşatır. Ama öte yanda, berzah hayatınızı Cennet hâline getirir.[1] Dahası, Cennet’te “Gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşer kalbine hutur etmeyen nimetlerle” sizi serfiraz kılar.[2]

Ve yine, “Allahım, salih çocuklar ihsan eyle.” der, durmadan yalvarıp, yakarırsınız. Fakat, “Evlâdınız ve mallarınız sizin için bir imtihan vesilesidir.” (Enfâl sûresi, 8/28) âyetinin ifade buyurduğu hakikat açısından, Rabbim –ihtimal– o imtihanı kaybedeceğiniz için ya da bilemediğiniz sair hikmetlerinden dolayı, dünyada çocuk ihsan etmez. Ama ahirette Kur’ân’ın وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ “Ebedîliğe ermiş çocuklar.” (Vâkıa sûresi, 56/17; Dehr sûresi, 76/19) dediği, çevrenizde “lü’lü‑mercan” gibi koşuşturup duran, baktıkça içinize inşirah veren çocuklar ihsan edebilir.

İşte bu misallerde olduğu gibi, böylesi seyahatler, harcanan paralar, katlanılan ve katlanılmak zorunda kalınan meşakkatler, sıkıntılar ve tabiî ki beklentiler.. sonra da aranılanı bulamamalar.. “Bunun için mi bunca yolculuk?” demeler. Ama ihtimal, Rabbim beklentilerinizin, arzu ve isteklerinizin çok çok ötesinde aklınıza, hayalinize gelmedik şeyler lütuf ve ihsan ederek sizi bir kısım sürprizlerle mükâfatlandırmıştır.


İlk günler

İslâm’a hizmet, çok samimî duygularla, çok samimî hislerle başlatılmış bir hizmettir. Mebdei yani başlangıcı itibarıyla çok hayırlıdır. Yanlış anlaşılmasın, bu tabir, bugünü itibarıyla şerdir ya da hayırsızdır anlamı taşımaz. Belki hâlihazırdaki durumu itibarıyla da iman hizmeti çok hayırları ihtiva etmeye namzet görünmektedir. İnşâallah gelecekte de büyük hayırlar bir bir zuhur eder.

Ne var ki ben, şimdilerin vaadettiklerini çok göremediğimden dolayı, geçmişi nazara verecek ve geçmişin kazandırdıklarını arz etmeye çalışacağım. Aslında bu, insanlığın kaderi ve beşerî bir realitedir. Allah Resûlü’nün hayatını siyer kitaplarında mütalâa edenler, o dönemde de “ilk”in “son”dan hayırlı olduğunu görmüşlerdir. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun etrafında hâlelenen o “ilkler”, bazen topraktan çıkan bir deri parçasını yıkayıp, ısıtıp, yiyorlardı. Ağaç yapraklarıyla beslenen insanlar da vardı o gün. Yedikleri bu şeylerden dolayı tıpkı koyunlar gibi tersleyen insanlara rastlamak da mümkündü o devirde.[3] Ve Allah Resûlü işte bu sahabeye diyordu ki: “Bugün sıkıntılar, meşakkatler, zorluklar içindesiniz; ancak bir gün rahat edeceğiniz günler de gelecek. Fakat şimdilerde siz o günkü durumunuzdan daha hayırlısınız.”[4]

İşte aynen bunun gibi, bizler de, iman hizmetinin başlangıcında hayatlarını tahta bir kulübecikte geçiren ve ömürlerinin sonuna kadar da geçirmeye kararlı insanlar gördük. Günde bir defa kursaklarına sıcak bir çorba girince o günü bayram ilan edenleri müşâhede ettik. Çorbalarına katacak yağı bulamayanları, suyla pirinci kaynatıp çorba diye içenleri.. evet, inanın bana, biz işte böyle kahramanları gördük. Yatacağı döşeği olmayanlara, seyahat tutarı olan parayı hep başkalarından istemek zorunda olanlara, bahçelerde, bahçeler içinde kulübeciklerde ders yapmaya çalışanlara şahit olduk. Onlar hem böylesi mahrumiyet içinde hayatlarını sürdürüyor, hem de çok onurlu yaşıyorlardı. Bu arada hiç hediye kabul etmediklerini de kaydedebiliriz ki, böyle birisinin şahsî küçük bir hediyem için söyledikleri sözler hâlâ kulaklarımda tın tındır. “Yok kardeşim! Biz hediye kabul etmiyoruz. Hediye ile hizmet‑i imaniye ve Kur’âniye’yi bulandırmak istemiyoruz.” Hele bunların hizmet ederken, maaş, ücret, burs beklemeleri “imkânsız” kelimesinin bile karşılayamayacağı seviyedeydi. Böylesi beklentiler, onların hayatlarından mağ­rib‑maşrık (doğu‑batı) kadar uzaktı.

Elbette onların bu ilk dönemi, sizin içinde bulunduğunuz şu dönemden daha hayırlıydı. Hayırlıydı zira o günler bu günleri doğurdu. Şayet o dönemlerde arz etmeye çalıştığım safvet olmasaydı ve onlar birer reşha gibi Cenâb‑ı Hakk’a teveccüh edip onu aksettirmeseler idi, bugünkü yümün ve bereket olmayacaktı. İşte bu açıdan, bugünün nesilleri geleceğin fevvareler hâlinde berekete inkılâp edip çağlamasını istiyorlarsa, aynı safvet, aynı samimiyet, aynı ihlâsı yaşamak mecburiyetindedirler.


Ne yapmalıyız?

O hâlde bana sorabilirsiniz; “Yeniden dönüp kulübelerde mi yaşayalım, bir öğün ve bir kap yemekle mi iktifa edelim?” Evet, böyle diyebilirsiniz. Ben de buna karşılık derim ki; “Ona ben karar vermeyeceğim. Ona karar verecek olan sizlersiniz. Fakat ben burada bir gerçeğin altını çiziyorum. Önemli bir hususu vurgulayarak onu sizlere anlatmaya çalışıyorum. Büyük doğumların, büyük oluşumların temelinde Asr‑ı Saadet’in izdüşümü denilebilecek bir hayat tarzının olduğunu, olması gerektiğini anlatıyorum. Karınlarını dahi doyuracak bir şey bulamayan insanların, sırtlarına geçirecek bir paltosu olmayan kimselerin hâlini arz ediyor ve onların insanlığın kaderi ile nasıl oynadığını ifadeye çalışıyorum. Hiç unutmam, unutamam Hazreti Pîr-i Muğan, Isparta’da iken, Doğu’ya birisini göndermişti. O zat, halkın içinde otururken dizlerindeki yamaları göstermemek için, sırtına aldığı eski pardesünün etekleri ile onları kapamaya çalışıyordu. Onun pantolonu, ceketi böyle ise, yediklerini tahmin edebilirsiniz.

Evet, işte o dönemde etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar, yurtlar, pansiyonlar, hep bu “ilkler”in izinden giden insanların gayretleriyle oldu. Onlar bu samimî zeminde, samimiyet soluklaya soluklaya yetişmişlerdi. Hüsrev Efendi, Hulusi Efendi, Mustafa Gül, Tahiri Mutlu, Sadullah Nutku, Bekir Berk, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel, Ahmet Feyzi, Mehmed Feyzi... gibi kahramanlardan görmüşlerdi her şeyi. Dolayısıyla bu insanlar önlerinde örnek aldıkları kimselere göre şekil alıyor ve onların yaşadıkları hayatı yaşamaya özen gösteriyorlardı.. “Gidin!” denilen yere gidiyor, “Verin!” denilen yerde de veriyorlardı.


Gelelim günümüze…


Zaman döndü dolaştı bize ve size geldi. Şimdi ibret alacak, ders alacak nesiller bizleri, sizleri takip ediyor. Evet, Kur’ân’ın, “Peygamber’de sizin için alınacak örnekler vardır.” (Ahzâb sûresi, 33/21) buyurduğu ve geriden gelenlerin şahsî, ailevî, içtimaî hayat adına onu örnek aldıkları gibi, şimdi yeni yetişen nesillerin de bu hakikatten hareketle, sizleri örnek alacaklarını unutmamak lâzım. Yanlış anlaşılmasın, bunları ifadede tezyif kastı yoktur. Ne var ki bu bir vâkıadır. Arkadan gelenler daima öndeki insanları kollarlar. Yeme, içme, yatma, istiğna... gibi hemen bütün hususlarda öndekilere benzemeye çalışırlar.

Bu noktada sesimi yükseltip en tiz perdeden sizlere şöyle haykırmak geliyor içimden: Eğer bu mevzuda bizler, geçmişten ve daha ötede ashab‑ı kiramdan ve günümüzde Hazreti Sahipkıran’ın etrafındaki talebelerinden gerekli dersleri alıp, hayatımıza tatbik edebilseydik, geleceğin çağlayanlarının şelaleler hâlinde İslâm lehine akıp, çağlayıp gideceğine rahatlıkla teminat verebilirdim. Ama eğer durum başka türlü ise, o zaman da kendimizi yeni baştan kontrol etmemiz, murâkabe ve muhasebelerimizi sıklaştırmamız gerektiği kanaatini mutlaka arz etmeliyim.


İstiğnanın buudu

Evet, o aç, susuz, giysisiz insanlar, açtıkları küçücük evlerde “kira” parasını bile vermekten âciz kişiler; ceketlerini satıp veya hatırlarının geçtiği kimselerden borç alarak oturdukları evin kirasını ödeyen o kahramanlar sayesinde bugünlere geldik. Hatta sizin iyi bildiğiniz birisinin bile, hizmet için aldığı iki yüz lirayı, iki senede ödeyemediği söz konusudur. Nihayet bir gün borç aldığı şahıs, kendisine hatırlatarak; “O parayı risale alıp dağıtmak için almışsınızdır, isterseniz size hakkımı helâl edeyim.” der. Kabul etmez. Çok net hatırlamamakla beraber zannediyorum, birisinden borç alarak o borcu öder. Zira o günkü düşünceye göre –ki bugün de hâlâ geçerlidir– “Al şu parayı, evin ihtiyacını karşıla.” denmesi, bu insanlara karşı yapılmış en büyük hakaret sayılırdı. Hatta onlara küfür gibi gelirdi bu masumane teklif.

Şimdi bizim, o samimî oluşumu, işin temelindeki insanların safvet ve samimiyetleri ölçüsünde temsil ettiğimizi söylemeye imkân var mı? İhtimal bizim yaptığımız mini bir şablonculuk ve bir taklit. Ama bu ruh hâleti bile, tıpkı büyük deryaların büyük dalgaları gibi mâşerî vicdanlarda mâkes buluyor.

Evet, bugün dünyanın dört bir yanına hicret buudlu bir göç dalgası varsa, işte bu “ani’l‑merkez” güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında, arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hazreti Bediüzzaman vardır. Hulusi Efen­di, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dava erleri vardır. Hayatlarını Allah Resûlü’nün Suffe Ashabı gibi geçiren ve sahabe safvetinin temsilcileri olan kişiler vardır.


Ve bugünler…


Ve bugünler.. bugünlerde de Cenâb‑ı Hakk’ın lütufları sağanak sağanak başımızdan aşağı yağıyor. Ben hiç mübalağa etmeden, Rabbim’in bu tecellîlerini vicdanımda hissederek ve her kelimenin yerli yerinde kullanılmasına fevkalâde özen göstererek diyorum ki: Rabbimiz’in nimetleri boyumuzu aşkın, liyakat ve istihkakımızın da çok çok üstündedir. Bu kervana katkıda bulunanlara ve bu nimetler döneminin temsilcilerine şahsen ben, her gün kadın‑erkek, çoluk‑çocuk, genç‑ihtiyar, esnaf‑memur, tüccar‑talebe deyip, hatta toplumun bütün katmanlarını tek tek sayarak dua ediyorum.. dua ediyor ve hiçbir kesimi dışarıda bırakmamaya özen gösteriyorum. Yer yer, zaman zaman, belde belde, ülke ülke, isimler zikrediyor ve şöyle yalvarıyorum Rabbim’e: “Kavlî, fiilî, hâlî iman ve Kur’ân hizmetine destek olanlara, el uzatanlara, maddî imkânlarını seferber edenlere rahmetin, inayetin, bereketin ve hıfzın ile mukabelede bulun Allahım! Lütuflarını onların başlarına sağanak sağanak yağdır. Gönüllerini, verme duygusuyla donat. Sonra bu donatmayı verme şeklinde gerçekleştir...” diyorum.. denmelidir de, zira gelecek, bir yönüyle bu anlayış, bu felsefe ve bu düşünce üzerinde umranlar hâline gelecek ve gelişecektir.

Eğer bizler o ilk dönemin sahabîleri ya da Hazreti Sahipkı­ran’ın talebeleri gibi samimiyet ve safvet içinde olmazsak, olup da onu koruyamaz ve devam ettiremezsek –ki ben şahsen koruyamadığım endişesi ile iki büklümüm– geleceği kucaklayacağımızdan söz edilemez. Evet, ehl‑i dünya insanlar gibi görenek ve tiryakiliklerle israfa açıldığımız, evlerimizi onlar gibi dekore ettiğimiz, günde üç defa önümüze sofralar konduğu sürece; geleceğin umranlarını kurma, bahis mevzuu edilemez.

Öyleyse, hâlihazırdaki tablo, geçmişteki insanların ihlâs, samimiyet ve safvetlerine, Allah’ın bir lütfu şeklinde tecellî ettiği şeklinde kabul edilmelidir. Dilerim bu tecellîler devam etsin.! Etsin ama o biraz da sebepler planında bizim hâl, tavır ve düşüncelerimize bağlıdır.


Frekans paylaşımı

Ben dualarımı kesmiş ve ümidimi yitirmiş değilim. Bundan sonra da dua etmeye devam edeceğim. Edeceğim ama, benim kendilerine dua ettiğim şahıslar, kendileri hakkında da en az benim kadar dua etmiyorlarsa, benim duamın ne ehemmiyeti olur ki.? Yani onlar “Allahım, rahat yaşayacağımıza bizi ihlâslıca yaşat!. İmkânlar içinde yüzeceğimize bize hasbîlik lütfeyle.! İnsanların gönüllerini fethetme duygusuyla bizleri donat!” demiyorlarsa, ben dua etsem ne olur, etmesem ne olur!. Veya onlar, benim dediğimin tersini istiyorlarsa, mal‑mülk‑menal diyorlarsa, daha liseyi bitirmeden, bir an evvel okulu bitirip evlensem diye düşünüyorlarsa, ben onların ihlâs ve samimiyetleri adına dua etsem ne olur, etmesem ne olur!. Yahut benim –yeminle ifade edebilirim– her gün ihmal etmeden kendileri için اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصيِنَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبوُبِينَ الْمُقَرَّبِينَ (Allahım, bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış, mukarreb kullarından eyle!..) dememe mukabil, onlar bunu hayatlarında bir kere dahi demiyorlarsa, duygu ve düşünce itibarıyla hep başka başka kurgu ve hayallerle yaşıyorlarsa, “Ah bir cismanî zevk!” deyip, Allah rızası istikametindeki hizmeti tâli bir iş olarak görüyorlarsa ve ancak atmosfer hazır hâle getirildiğinde, altlarına araba, ceplerine telefon konulduğunda koşturuyorlarsa, ben dua etsem ne olur, etmesem ne olur?


Unutmayın!.

Bu mevzuda sizi “Dua etmiyorsunuz” şeklinde itham etmekten Allah’a sığınırım. Ama şunu da unutmayın, şayet siz, geleceğin, bugüne göre, beş‑on kat katlanmış şekilde zuhurunu bekliyor ve ilâhî inayet, vekâlet, kefalet, kelâet, sizi sarıp sarmalasın arzusunda iseniz, Asr‑ı Saadet dönemine, ya da Hazreti Üstad’ın devrine dönüp bakmak zorundasınız. Yani ilhamı, Kur’ân’ın nüzûl faslından ve Nur’un ilk döneminden almak mecburiyetindesiniz. Evet, bana göre Resûlullah’ın o şanlı ashabının rengine boyanmak gerektir. Hiç olmazsa Barla kahramanları gibi şekillenmek şarttır. Unutmamak gerekir ki, arkadan gelenler de bizlere göre şekillenecektir.


Kur’ân’ın rolü

Ayrı bir hususa temas etmek istiyorum: Sahabe asrına “Altın Çağ”, “Işık Çağ” dedirten Kur’ân’dır. Zamanın bir dönemini altın dilim hâline getiren de Kur’ân’dır ve sahabe dönemine denk Osmanlıların dirilişini sağlayan da yine Kur’ân’dır. Ancak, üç‑dört asır var ki, o Kur’ân evlerimizde atlas işlemeli mahfazalar içinde, başımızın ucunda asılı olmasına rağmen, yattığımız odadan, içtimaî, iktisadî ve kültürel hayatımıza kadar geniş bir dairede ona yabancılığımızın yalnızlığını yaşamakta.. ve tabiî hata bizden kaynaklanmakta. Çünkü ondan kâmil‑i mükemmel olarak istifade edebilmek, onunla tam konsantrasyona bağlıdır.. evet, o mükemmel vericiye karşı, elde bir almacın olmasına bağlıdır. Onunla frekans paylaşımı şarttır.

Kur’ân böyle olduğu gibi sabah‑akşam okuduğunuz eserler de böyledir. İçinizde onun hafızları olabilir. Fakat bütün bu okuyup, ezberledikleriniz, sizde, hayatınızı yeniden gözden geçirme fikrini uyarmıyorsa, siz ondan istifade edememişsiniz demektir. Allah Resûlü’nün beyan buyurduğu gibi: “İnsanlar öyle bir dönemi idrak edecekler ki, Kur’ân bir vadide, onlar da bir vadide bulunacaklar.”[5] Evet, Kur’ân’ın bize bir şeyler ifade edebilmesi, onu sahabe anlayışı, sahabe felsefesi, idraki ile algılamaya bağlıdır. Nurlar’ın aynı tesiri meydana getirebilmesi de ilk dönemin halis talebeleri ölçüsünde onlara rabt‑ı kalb etmeye bağlıdır. Belki de bunlar gerçekleştiğinde bir taraftan kemmiyet daha hızlı artacak ama öte taraftan keyfiyet daha bir derinleşecektir. Böylece, kemmiyet keyfiyetin bir buudu olarak geleceğe yelken açacağız.


Ümitsiz değilim

Ümitsiz değilim dedim.. evet, hiçbir zaman ümidimi yitirmedim. Bugün de hiçbir şey yitirilmiş ve hiçbir şey bitmiş değildir. Zannediyorum az dişler sıkılsa, mü’minlere eski misyonları tekrar kazandırılabilir. O irşad yuvaları içinde çok az insan kalmasına rağmen, belki yedi yüz, belki yedi bin kişiye muallimlik yapabilir. Yedi bin insan yine o irşad yuvaları sayesinde Kur’ân’ın âşığı, Kur’ân mecnunu hâline gelebilir.. gelebilir ve belli bir kıvama erebilir. Ne var ki, bunun için, o misyonun birileri tarafından yani öndekiler tarafından hassasiyetle kontrol edilmesi lâzım.

Evet, bu konuda olağanüstü bir hassasiyet lâzımdır ki, arkadan gelenler bir boşlukla karşılaşmasın. Aksi hâlde –Allah muhafaza– bir başıbozukluk içine girilmesi muhtemeldir. Zaten öyle bir başıbozukluk arkasında çöküntü getirir ve o çöküntünün önünü almak da mümkün olmayabilir. İşte Osmanlı, önümüzde örnek!. Son bir‑iki asırdır artık padişahlar ve hünkârlar ordularının önünde cephede değillerdir. Hemen hemen hiçbiri, “Beni şehit eyle, Din‑i Mübin’i aziz eyle!” diyen Murad Hüdavendigârlar gibi kıvamında değildir. Pekâlâ kötü mü idi bu insanlar? Hayır, kötü değillerdi. En az günümüzün iyileri kadar iyi idiler.. evet, bu, onlar kötüdür mânâsına gelmez. Ne var ki, olmaları gerektiği ölçüde olmadıkları da bir gerçek. İrtidat cereyanına karşı “Hiç kimse gelmese bile ben tek başıma bu mürtetler güruhu ile savaşırım!” diyebilecek kadar iyi değillerdi ve bütün bunlar çöküş dönemi emareleri sayılabilirdi.[6]


Allah aşkına

O hâlde gelin Allah ve Resûlullah aşkına, bugüne kadar hazırlanan umranlar üzerine birer mirasyedi gibi konan bizler, evet, çok güzel şeyleri ecdadından tevârüs eden bizler, bir çözülüşün, ardından yeni bir çöküşün vesileleri olmayalım. Evlerimiz birer harabeye dönmesin! İlim, irfan yuvaları birer baykuş yuvası olmasın!

Bunlara “Âmin!” demek kolay ama, bu iş samimiyet ve safvet ister. Kendini düşünmeme, yaşama zevkine dilbeste olmama, yaşatma delisi olarak toplumu kucaklama, “Başkaları imanla hayatın enginliklerine ulaşamayacaklarsa, benim yaşamamın bir anlamı yoktur.” mülâhazasına kilitli olmayı ister.


Tekrar keyfiyet

Evet, Asr‑ı Saadet dönemine denk, bir ihlâs dönemi bizde de yaşandı.. yaşandı ama, ben onun şu anda bütün derinliğiyle devam ettirilebildiği kanaatinde değilim. Kafamdan bir türlü keyfiyetin kemmiyet karşısında yenik düştüğünü atamıyorum. Evet, şimdilerde keyfiyetin nakavt olduğunu zannediyorum. Oturup bordrolar üzerinde saatlerce mütalâalarda bulunan insanları görünce, bir türlü bu düşünceden kurtulamıyorum. “Şu kadar isterim” diyenleri gördükçe bir çöküşün başladığı düşüncesinden vâreste olamıyorum. İnsanların konuşmaları karşısında samimiyetlerini muhafaza edemediklerini görüyor ve bu konuda kuşku taşımaktan kendimi alamıyorum. Dolayısıyla da, bir samimiyet, safvet, ihlâs döneminin bitmeye yüz tuttuğu endişesiyle tir tir titriyorum. Ardından da diyorum ki Âkif’ten az değiştirerek:

“Bu anlayış, bu hissiyat, bu samimiyetle hizmet olur derlerse pek yanlış.
Bana bir topluluk göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış!”


Sorun vicdanlarınıza

Evet, bizler düşmanla yaka‑paça olmuş, kim bilir kaç defa ölümle burun buruna gelmiş, öldürücü yaralar almış ve sonunda ganimetten hissesine düşen pay verilirken onu reddedip, “Ben bunun için Müslüman olmadım; Müslüman oldum ki şuradan bir ok yiyip şehit olayım.”[7] diyen sahabînin civanmertliğini gösterebiliyor muyuz? “Ben maaş için bu davayı benimsememiştim. Yapmayın Allah aşkına! Bana kastınız, garazınız mı var? Ahirette beklediğim şeyleri dünyada vermek suretiyle beni mahv u perişan mı etmek istiyorsunuz?” diyebiliyor muyuz? Ben böyle desem ve ardından sorsam, “Kaç insan var, bu soru karşısında, ‘Ben varım!’ diyebilecek?..” Belki hepiniz bu soru karşısında parmak kaldırıp ve “Ben varım!” diyebilirsiniz; ancak ben öyle demeyecek, soruyu soracak, sonra da üç nokta koyarak cevabı vicdanlarınıza havale edeceğim. Var olduğuna, hüşyar olduğuna, imanla meşbu’ bulunduğuna inandığım vicdanlarınıza! Ve vicdanlarınızın önemli bir rüknü olan latîfe‑i rabbâniyenize! Sizin hakkı görmeye hazır hislerinize! Cennet’i kavrama şuurunuza! Bütün bunları aşmada sizin için önemli bir dinamik olan iradenize!

Evet, sorun vicdanlarınıza! Eğer vicdanlarınızdan cevab‑ı savap alıyorsanız, geleceğe ümitle bakabiliriz. Bahtınıza düştüm ne olur; yukarıda arz ettiğim sahabî gibi, eline tutuşturulmak istenen ganimet karşısında “Ben bunun için dava insanı olmamıştım!” diyemez misiniz? Diyebiliyorsanız istikbal vaad ediyorsunuz demektir. Yoksa.. evet, yoksa maalesef bir şey demeyeceğim. Eğer mutlaka bir şey demek icap edecekse, “Kendimizi bir kere daha gözden geçirelim.” diyeceğim.

Bu yüce misyonun temsilcileri olup olmadığımızı, dünyevî herhangi bir beklentimiz bulunup bulunmadığını?. Bir zamanlar peygamberler, asfiya ve evliya ile temsil edilen Kur’ân’ın ruhunu etraf‑ı âleme tam aksettirip aksettiremediğimizi?.. Bir kere daha gözden geçirelim ve ilim, irfan istikametinde açılmış bütün müesseselerdeki çalışmaları yeniden mercek altına alıp bir kere daha samimiyetimizin derecesini, kontrol edelim.

Başınızı ağrıttığımın farkındayım.. zehir zemberek şeyler söyledim, şuurundayım. Belki bazılarınız içinizden geçiriyordur: Keşke gelmeseydin de bu acı şeyleri söylemeseydin.. haklı olabilirsiniz ama başta söylemiştim, size karşı mahcup olmamak için geldim. Samimî miyim, değil miyim, bu, ötede belli olacak. Ben kendimi hep Cehennem’in kenarına kadar getirilmiş ve ardından bir tekme yiyip, gayyâya yuvarlanmış birisi gibi görmüşümdür. Evet, yıllardan beri ben kendimi hep bu insan gibi gördüm ve ilâhî inayet imdadıma yetişmezse, kurtulmam mümkün değil düşüncesini taşıdım. Siz kendinize ne nazar ile bakarsanız bakın, o beni hiç alâkadar etmez. Ancak ben burada, muhasebenize, murâkabenize esas teşkil edebilecek şeyleri arz etmeye çalışıyorum.

Kim bilir belki de bir on‑yirmi‑otuz sene sonra, bazı kesimler itibarıyla menfaat ve çıkar kavgalarının, sen‑ben çekişmelerinin, turnikeye önce girmiş olma beklentilerinin meydana getireceği çalkantılar yaşanacaktır. Makam‑mansıp, şan‑şeref, şöhret arzularının sebebiyet vereceği kavgalar, gürültüler meydana gelecektir. Dilerim bunlardan hiçbiri olmasın; ama yine de bu kabîl şeyler sizlerde gerçekleşir endişesiyle acele ediyor ve şimdiden dünyevî menfaat ve çıkarlar karşısında aldanmamanız için haddimi aşarak tembihte bulunuyorum. Bugün‑yarın, öbür gün olabilir endişesiyle yaşıyorum.. yaşıyor ve enkazın altında birlikte kalır, eziliriz kaygısıyla iki büklüm oluyorum. Kehanet değildir bu; toplumun hâlihazırdaki durumunun ve görünümünün ifade ettiği mânâdır, muhtevadır. Şimdi konuştuklarım da, bu görünümün içime akıttığı zehir zemberek düşüncelerdir.

Sözlerimi burada noktalarken, Allah’ın üzerinize olan lütuf ve ihsanları adına beni bağışlamanızı dilerim. Şayet sözlerimle sizleri rencide ettiysem, bunu İslâm’a hizmet hususunda duyduğum duyarlılığa ve aşırı hassasiyete verin ve beni mazur görün!

* Tavzih: İnsanî normların çok çok üstünde, peygamberâne aşk, ümit, arzu, azim ve kararlılıkla hayatını sürdüren bir dava insanının hayal dünyasına girebilirseniz giriniz. Şunları göreceksiniz; bu tür insanların ufku çok engindir.. himmetleri çok âlidir.. hedefleri çok yüksektir.. ve bunlar aynı düşünce çizgisi, aynı hayat felsefesini paylaştıkları, arkadaşlarını hep ideallerindeki gibi görmek isterler. Hele kaderin yollarına su serpip kendilerine yakın kıldığı, kurbetin ve vuslatın şarabını her dem içenlerin, bu dünyanın dışına çıkmalarına asla tahammül edemezler.İşte bu sohbet, kurbet ve vuslatın, ülfet ve ünsiyet sebebiyle işe yaramaz hâle geldiği bir zaman dilimi ve o yüce kamete “Bitsin bu hayat ölümün kollarında.” temennisi yaptıran bir ruh hâleti içinde ve tamamıyla dar bir daire içinde gerçekleştirilmiştir. (A. Kurucan)
[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/216.
[2] Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhid 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5.
[3] Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 15; Müslim, zühd 12.
[4] Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, menâkıbü’l-ensar 29, ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihad 97.
[5] el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
[6] Bkz.: Buhârî, zekât 1, istitâbe 3, i’tisam 2; Müslim, îmân 32.
[7] Nesâî, cenâiz 61; Abdurrezzak, el-Musannef 7/271; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/271.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu