Logo
Print this page

Bu Ne Acele!

Soru: “Zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” düsturu açısından, acelecilik gerektiren hususlar ve teennî ile hareket etmeyi lüzumlu kılan meseleler nelerdir? Çoğu zaman, insanı ümitsizliğe ve atâlete sürükleyen acelecilik duygusu nasıl dengelenebilir?

Cevap: Sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; iba­detlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir.

Dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında duygu ve fikir değişikliğine düşmeme, düşünce kaymaları yaşamama ve hep Kur'ânî çizgide yol alma da farklı bir sabır türüdür. Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ise ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. Bunlara ilaveten bir de zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” söz konusudur.

Beklemek, Ateşten Gömlek

Cenâb-ı Allah, kâinâttaki her şeyi “Ol!” deyivermekle en mükemmel şekilde varlığa erdirebileceği halde, bütün mekânı ve eşyayı tedricîliğe bağlamış; mahlukâtın yavaş yavaş ve adım adım varlık sahasına çıkıp belli bir zaman içinde olgunlaşmasını sağlamıştır. Evet, varlık âleminde her şey takdîr-i ilahî ile belirlenen bir süreye bağlı olarak şekilden şekle, tavırdan tavra intikâl ettikten sonra belli bir vaziyete ulaşmaktadır. Zaman, eşyanın üzerinde tesirini icra etmekte ve hadiseler, zamanın keskin dişleri arasında öğütüle öğütüle meydana gelmektedir.

Mesela, bir çocuk, ana rahminde “rüşeym” haline geldikten sonra şekillerin ve kalıpların her çeşidine gire gire geçirdiği tam dokuz ayın ardından dünyaya gözlerini açmaktadır. Bazen yedi aylık doğumlar da sağlıklı olsa bile, genellikle normal bir doğum için dokuz ay beklemek gerekmektedir. Şayet, siz bu süreyi kısaltmak ister ve çocuğun vaktinden önce doğması için değişik mualecelerde bulunursanız, büyük bir ihtimalle maksadınızın aksiyle tokat yer ve o masum yavruya kıymış olursunuz. Hatta bu konudaki aceleciliğinizden dolayı annenin canına da kastetmiş sayılırsınız.

Evet, birinin ya da bir şeyin yolunu gözlemek ve ümit edilen bir neticeye ulaşabilmek için zamanın çabucak geçmesini beklemek çok zor olsa da, hatta bu zorluğu ifade sadedinde “El-intizar eşeddü min'en-nar” dense ve beklemek ateşe benzetilse de, her şeyin bir vakt-i merhûnu (belirlenmiş bir zamanı) vardır; herkes tayin edilen zaman gelip o şeyin miâdı doluncaya kadar beklemek zorundadır. “Beklemek” bazen insanı çıldırtacak kadar ruha ağır gelse bile, insan, takdîr-i ilahî ile karara bağlanan bir süreyi daraltamaz, varlığın bağrına konan tedricîlik esasıyla oynayamaz. Öyleyse o, çevresinde bir nizam dahilinde meydana gelen hâdiselerden ders almalı, sebep ve netice münasebetini gözetmeli ve eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmelidir. Fıtratta carî kanunları görmezlikten gelmemeli; sebepleri gözetmeden netice beklememeli; zamana ve mesafelere karşı tahammülsüz davranarak birkaç merdiveni birden atlamaya yeltenmemelidir.

Pek Acelecidir İnsan

Ne var ki, insanın tabiatına konan acûliyet (acelecilik) hissini aşmak herkes için müyesser değildir. Ümitsizlik, üstünlük tutkusu, bencillik ve rahata düşkünlük gibi, acelecilik de insan tabiatında şeytanî tuzaklara açık bir boşluktur. Şayet insan, nefis tezkiyesi ve kalb tasfiyesi ameliyelerinden geçirilmezse, bu acelecilik ve sabırsızlık duygusu onun bütün tavır ve davranışlarına hükmedebilir.

Kur'an-ı Kerim'de, “İnsan aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır.” (Enbiyâ, 21/37) buyurularak beşerin acûliyet yanına dikkat çekilmiştir. Söz konusu ayette, Arapça'daki “faûl” vezninden ism-i fail olan “acûl” kelimesi kullanılmıştır ki, bu kelime yapısı, dil bilgisi açısından mübalağa ifade etmektedir; yani, insanın mahiyetinde potansiyel olarak acûliyetin var olduğunu, onun çok sabırsız ve pek aceleci bir tabiatla dünyaya gönderildiğini belirtmektedir. Evet, insan peşin ücretleri arzular, zaman ve mekan bakımından yakın olanı tercih eder. Bundan dolayıdır ki, henüz vakti gelmeyen nimete çarçabuk ulaşmayı ve hatta âhiret nimetlerini de daha dünyadayken tatmayı diler. Bir başka ayet-i kerimede, “İnsan, bazen şerri, tıpkı hayrı istercesine ister. Pek acelecidir bu insan!” (İsra, 17/11) denilmekte ve bazen onun iyiyi-kötüyü birbirinden ayıramayacak kadar sabırsız davrandığı; bu acûliyetinden dolayı da kimi zaman dünyayı âhirete tercih ettiği vurgulanmaktadır.

Haddizatında, insan mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi boşlukların yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe döndürülürse, bunların hepsi insanın önemli birer derinliği haline de gelebilir. Bu duyguları kontrol altına alma kahramanlığını ortaya koyanlar, nefislerine köle olma ve şeytana amelelik yapma zilletinden kurtulurlar. Zaten din, bizdeki iyiliğe açık nüveleri besleyip geliştirmek ve kötülük temayülleri taşıyan fena çekirdekleri de kurutup bodurlaştırmak için nazil olmuştur.. mahiyetimizde mündemiç bulunan şer meyillerinin önünü kesmek suretiyle kötü hasletlerin boy atıp karaktere dönüşmesine fırsat vermemek ve iyi yanlarımızı inkişaf ettirip bizi hakiki insanlığa ulaştırarak Cennet'e ehil hale getirmek için vaz' edilmiştir. Dolayısıyla, acelecilik bir yönüyle şeytanın rahatlıkla girip çıktığı nefsanî bir boşluk olsa bile, dinin rehberliğindeki iyi bir terbiye neticesinde, diğer kötü görünümlü hasletler gibi, onun yönünü de hayırlı işlere çevirmek ve onu da dengeli kullanmak her zaman mümkündür. Bu açıdan, mutlaka yavaş ve ihtiyatlı davranılması icap eden yerler ve durumlar olduğu gibi, acele edilmesi gereken meseleler ve şartlar da vardır.

İman Hizmeti Teennî İster

İman ve Kur'an hizmetinin asla acûliyete tahammülü yoktur. Çünkü bu vazife, insan tabiatına bağlı bir iştir; potansiyel olarak tekamül ve terakkiye istidadlı şekilde yaratılan insanı hakiki insanlığa yönlendirmeye ve onu insan-ı kâmil ufkuna ulaştırmaya mâtuf bir harekettir. Dolayısıyla, hizmet-i imaniyeden beklenen netice birden bire hasıl olmaz; vatan, millet, din ve iman adına ortaya konan böyle bir hizmetin semere vermesi ancak birkaç neslin ömrüne vâbestedir. Cenâb-ı Allah, bir yumurtanın civcive dönüşmesini bile haftalara yaymış ve bize bu konudaki ilâhî ahlâkı talim etmiştir. Şayet bu tedricîliği ve zaman faktörünü hesaba katmaz, kuluçkaya yatmış tavuğu yumurtaların üzerinden vakitsiz kaldırırsanız sağlıklı civcivler elde edemezsiniz; dahası, yumurtaların da cılkını çıkartmış olursunuz. Aynen öyle de, bir milletin özüne dönmesi, yığınların insanî değerlere yönelmesi, ideal insanın, ideal neslin ve ideal toplumun yetişmesi birkaç ayda, birkaç senede olabilecek şey değildir. Beşerin En Mükemmeli'nin (aleyhi ekmelü't-tehaya) elinde ve Kur'an'ın mucizesi olan ısmarlama bir cemaatle bile yeni tip bir insanlığın oluşması ve huzur toplumunun olgunlaşması ancak yirmiüç senede gerçekleşebilmiştir. Eğer böyle bir meselenin doğumu bile yirmiüç senede olmuşsa, onun “ba'sü ba'de'l-mevt”i de bu zaviyeden değerlendirilmeli ve bu mevzuda kat'iyen acûliyete girilmemelidir.

Evet, iman hizmeti vesilesiyle insanlığın imdadına yetişmek, asırlardan beri rahnedâr olmuş, bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış bir kaleyi tamir etmek gibi de değildir; ondan daha zordur. Çünkü, bugün Allah'a iman meselesinde pek çok insanın problemi vardır; Peygamberlere iman ve saygı temelden sarsılmıştır. Haşr u neşre inananların sayısı azlardan az; inananlar arasında da haşr ü neşre göre hayatını tanzim eden insanların adedi çok daha azdır.. ahirete inandığını söyleyen kimseler bile, yapıp ettiklerinin hesabını verecek gibi davranmamakta; rahatlıkla yalan söylemekte, hırsızlık yapmakta, haram yemekte ve daha bir sürü ahlaksızlık sergilemektedirler. Bu durumdaki insanları vicdanlarındaki güzellik nüvelerine uyarma, onları yeniden özlerine ulaştırma, kalblerini imanla nurlandırıp imanda derinlik kazandırma, hayatlarını dini ihyaya vakfetmelerini sağlama ve hepsini birer hakikat eri, birer adanmış insan haline getirme... zorlardan zor bir meseledir. Zordur; zira, bu mesele kalble alâkalı bir mevzudur. Kalbe müteallik konularda delillerin ve aklî-mantıkî argümanların tesiri bir yere kadardır. Siz bütün delilleri bir bir serdetseniz ve akılları hayrette bırakacak mucizeler sergileseniz dahi, muhataplarınızın onları birer “göz bağcılık” ve “illüzyon” olarak algılamaları söz konusudur; nitekim tarih, Peygamberlere –hâşâ– “büyücü” diyen, onların mucizelerini sihir olarak gören ve bu bakış inhirafından dolayı da inanmaya hiç yanaşmayan insanlarla doludur. Ayrıca, Sa'd-ı Taftazanî'nin anlayışıyla konuya yaklaşacak olursak; iman, Cenâb-ı Hakk'ın, istediği bir kulunun kalbine, onun cüz'î irade ve ihtiyarının hakkını vermesinden sonra, ilka ettiği bir nurdur. Kul, bazı delilleri görse, aklını işletse, enfüsî ve afakî tefekkür neticesinde bir kısım neticelere ulaşsa bile, iman denen hakikatin vicdanda duyulması Allah'ın kalbe atacağı nura bağlıdır. Demek ki, bir insanın gönlünde iman nurunu yaratan ve o büyük nimetin vaktini tayin eden Allah'tır; dolayısıyla, böyle bir hususun asla acûliyete tahammülü yoktur.

İman ve Kur'an hizmetinde fiîlen acûliyete yer olmadığı gibi, bu vazifeyi eda edenlerin mülahaza ve söz açısından aceleciliğe düşmeleri de çok mahzurludur. Bir gün bütün insanlık sizinle aynı çizgide birleşebilir; herkes Allah'a inanabilir ve Peygamber Efendimiz'e saygı duymaya başlayabilir; siz de bu neticeyi gönülden isteyebilirsiniz. Fakat, şayet, el-âlem sizin böyle masum bir dileği seslendirmenizi bile başka türlü yorumlayacaksa, o zaman sözlerinize çok dikkat etmelisiniz. Mesela, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Habbâb b. Eret'e hitaben, “Allah'a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz. Bir gün gelecek, bir kadın Hîre'den Hadramût'a kadar tek başına yolculuk yapacak da, yolda vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden endişe etmeyecek.” dediğini nakledecek olsanız, eğer muhataplarınız, mü'minleri sabra davet eden bu sözleri, dinin hâkim olacağı günleri intizar şeklinde anlayacaksa, hiç konuşmamalı, yarınlara ait mülahazaları dillendirmemeli ve hatta o türlü düşüncelere hiç girmemelisiniz. Yarınların nelere gebe olduğu sizi alâkadar etmez. Bugün vefat etseniz Allah Teâlâ size elli sene sonra nasıl bir dünya düzeninin olacağını sormaz. Hayatta olduğunuz sürece rıza-yı ilahî için ne yaptığınızı, i'lâ-yı kelimetullah yolunda nasıl bir hizmette bulunduğunuzu, ne kadar samimi ve ne ölçüde ihlaslı olduğunuzu sorar. Siz, hesaba çekileceğiniz meselelerle ve sorumlu bulunduğunuz alanla meşgul olmalısınız. Sorumluluğunuz dışında kalan hususların dedikodusunu yapmamalısınız. Hele hele kat'iyen istikbale ait ahkam kesip durmamalısınız. Gelecek nesiller kendi dönemlerinin gereklerini yaparlar; siz de bu zamanın gereklerini yapma durumundasınız. Size düşen vazife: Allah'ın rızasına tâlib olmak, onu elde etmek için gaye ölçüsünde bir vesile olan i'lâ-yı kelimetullaha sarılmak ve bunu yaparken de fikrî, kavlî ve fiilî acelecilikten fersah fersah uzak durmaktır.

Acele Edilmesi Gereken Meseleler

Diğer taraftan, acele edilmesi icap eden yerler ve şartlar da vardır: Rasûl-u Ekrem Efendimiz, “tesvîf” yapan, yani hayırlı işleri sürekli erteleyen ve bugünün işini yarına bırakan kimselerin kendilerini büyük bir tehlikeye attıklarını belirtmiş; ölüm gelip çatmadan tevbe etmekte, ahiret için azık toplamakta, zekat ve sadaka vermekte ve namazı vaktinde kılmakta acele edilmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Bu konuda, Hazreti Ömer ve koşarak camiye giden bir çocuk arasında geçen konuşma pek ibretâmizdir: Hazreti Ömer Efendimiz, her zamanki gibi namaza giderken koşarak yanından geçen bir çocuk görür. Ona seslenir; “A be evlat, bu ne acele?” der. Çocuk, “Namaza gidiyorum, cemaate yetişmek istiyorum” cevabını verir. Mü'minlerin emiri, “Sen daha küçüksün..” mukabelesinde bulununca; çocuk, “Efendim, dün komşumuzun oğlu vefat etti; o benden de küçüktü.” der ve hızlı adımlarla caminin yoluna koyulur. İşte, ecel kapıyı çalmadan evvel kulluk vazifelerini yerine getirmek konusunda o salih çocuk gibi acele etmek makbul bir acûliyettir.

İslam alimleri, Peygamber Efendimiz'in söz ve uygulamalarına bakarak özellikle beş hususta ağır ve yavaş davranmamak gerektiğini söylemiş; bu meselelerde “acele” denecek kadar seri hareket etmenin lüzumuna dikkat çekmişlerdir: Misâfir gelir gelmez ona yemek ikram etme, bir günahın ardından hemen tevbe kurnasına koşup af dilenme, özellikle farz namazları vaktinde ikâme etme, çocuklara dinî bilgileri güzelce öğretme, zamanı gelince de onları geciktirmeden evlendirme ve bir de cenaze namazını çabucak kılarak vefat eden insanı bir an önce defnetme konularında acele etmenin makbul ve daha faziletli olduğunu bildirmişlerdir.

İstidradî olarak şu hususu da arz etmek istiyorum: Aslında, bir müstehabı (sünnet seviyesinde olmamakla beraber yapan kimseye sevap kazandıran bir ameli) işlemek için bir sünnet terk edilemez; fakat, maalesef pek çok yerde, cenaze namazını acele kılmanın müstehap olduğu düşüncesiyle vakit namazından sonraki Âyetü'l-kürsî ve tesbihler okunmadan cenaze namazına geçilmekte ve böylece bir sünnet terk edilmektedir. Ne tuhaftır ki, vefat edenin yakınlarının gelmesi ve cemaatın çok olması için cenaze saatlerce, hatta bir kaç gün bekletilmekte ama sıra Âyetü'l-kürsîye ve tesbihlere gelince cenazenin defninde acele davranmak gerektiği hatırlanmaktadır.

Karanlıklara Işık Tutmada Acele Edin!..

Acele edilmesi gereken ameller cümlesinden olarak, Allah'ın yüce adının ve Rasûlü Ekrem'in davasının dünyanın her yanına yayılmasını düşünüyorsanız, elde ettiğiniz fırsatları o istikamette değerlendirme hususunda da âhesterevlik etmemelisiniz. Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiği imkanlarla yeryüzünün dört bir yanında eğitim müesseseleri açabilecekseniz, daha çok yere giderek daha çok beldeyi diyalog ve dünya barışı adına bir sulh adacığı haline getirebilecekseniz, bu meselede de kat'iyen yavaş davranmamalı, bilakis acele hareket etmelisiniz.

Şayet, bugün Anadolu'nun bağrından çıkıp cihana yayılan samimi insanların yurtdışında açtığı birkaç yüz okul varsa, keşke bu sayı birkaç bin olsaydı. Olsaydı da, dünyanın dört bir bucağında, bu okullar vesilesiyle aynı eğitimi alan, aynı duyguları paylaşan, aynı düşünceleri taşıyan ve bir araya geldiği zaman aynı dili konuşan on binlerce talebe bulunsaydı.. bulunsaydı ve bu münevver insanların herbiri kendi ülkesinde dostluğun, diyaloğun ve evrensel barışın temsilciliğini yapsaydı. İşte, keşke bu mevzuda asla âhesterevlik edilmeseydi.. keşke eğitim gönüllüleri az yese, az uyusa ve az dinlenselerdi ama günde birkaç yere derse gitse, bir sonraki yere yetişmek için acele etse ve ocak tüttürmedikleri hiçbir diyar kalmaması için dur-durak bilmeden koştursalardı.

Evet, diyalog çalışmaları vesilesiyle herkesle münasebete geçmeli ve bazıları sizi çok yanlış bir şekilde anlatmadan insanlara kendinizi tanıtmalısınız. Şimdiye kadar diyalog sahasında yalnız at oynatan ve çoğu zaman bu mülahazayı istismar eden bir kısım teşkilatlar, bazı organizasyonlar onu bütün bütün kendi inhisarları altına almadan kendi değerlerinizi herkese anlatmalısınız. Bu zamana kadar bazıları diyaloğu kendi güdümlerinde görüyor ve onu kendi emellerine ulaşmaya vasıta olarak kullanıyorlardı. Onlar, samimi diyalog taraftarı değillerdi; fakat, şimdi değişik felsefe ve inançların müntesipleri arasından bunun samimi taraftarları da çıktı. Bir yönüyle, herkes diyalog ortamını kendi inandığı değerler ve beğendiği kültür birikimi adına serbest dolaşım için önemli bir fırsat saymaya başladı. Dolayısıyla, hemen her düşüncenin temsilcileri belde belde, ülke ülke geziyor ve gezdikleri her yerde kendi güzelliklerini neşrediyorlar. Şayet, sizin de hakikaten kadirşinas olan insan vicdanı tarafından beğenilecek bazı değerleriniz ve hatırı sayılır bir kültür mirasınız varsa, siz de aynı yolu izlemeli; daha çok yere gitmeli, daha çok insanla bir araya gelmeli ve dilbeste olduğunuz hakikatleri daha yaygınca anlatmalısınız.

Mesela; yeryüzünde bizim uluhiyet telakkimiz kadar sağlam ve arızasız bir uluhiyet anlayışı yoktur. Koca bir dünya Yüce Yaratıcı'yı yanlış biliyor; isimsiz, sıfatsız ve şe'n-i Rubûbiyetsiz bir ilah telakkisi peşinde gidiyor; “God” kelimesinin darlığı içinde ve “Diyo” yakıştırmasının sığlığına bağlı bir ilah ve mabud anlayışı takip ediyor. Bu gidişle uluhiyet hakikatini gerçek mahiyetiyle ve kendi enginliğiyle duyabilecek gibi de görünmüyor. Öyleyse, onu biz duyurmalı ve hakikatler hakikatini biz ilan etmeliyiz. Şayet, bu vazifenin gereğini yerine getiremez ve mefkuremiz hesabına bizi bekleyen böyle bir takdim görevinde âhesterevlik edersek vefasızlık yapmış ve çok büyük bir kusur işlemiş sayılırız. Aynı zamanda, bizim vesilemizle hidayete eren bahtiyar kimselerin “Şimdiye kadar neredeydiniz? Keşke birkaç sene önce gelseydiniz! Gelseydiniz de hayatı boyunca hep bir arayış içinde bulunan ama Allah'ı, Hazreti Muhammed'i ve Kur'an'ı hiç duyamadan altı ay önce aramızdan ayrılan babama da bu yüce dîni öğretseydiniz!..” çığlıklarına verecek bir cevap bulamayız. Bu itibarla da, bu meselede acûliyete ihtiyaç vardır.

Ne var ki, böyle bir meseledeki acelecilik de şahsî tavırlara ve hissî davranışlara terk edilemez; şahısların kendi idrak ve anlayışlarına bırakılamaz. Bu konu, şahs-ı manevîye havale edilir; bütün fertler tarafından düşünülür taşınılır, istişarenin hakkı verilir ve mevzu kollektif şuurun takdirine sunulur. Neyin nasıl anlatılacağı, nerede ne yapılacağı, hangi hususta ne şekilde davranılacağı gibi konular ortak akılla belirlenir. Önce, hep kolaylaştırma ve asla zorlaştırmama, sürekli bişarette bulunma ve kat'iyen tenfir etmeme düsturu çerçevesinde genel esaslar tesbit edilir. Sonra da, teennî ile hareket etmeyi, yani, ilerisini düşünerek, yavaş ve ihtiyatlı davranmayı gerektiren hususlar ya da daha seri, daha hızlı ve biraz daha acele olunması icap eden mevzular ortaya konur.

Acelecilik Hastalığının Şifası

Bediüzzaman Hazretleri, cehd u gayret iştiyakını söndüren sebeplerden biri olarak aceleciliği de saymış; “İlel-i müteselsiledeki tertibi (sebepler zincirindeki sırayı) atlamakla müşevveş eden acûliyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır.” dedikten sonra, “Siz ‘ısbirû vesâbirû verâbitû'yu siper ediniz.” sözüyle acelecilik hastalığının şifasını işaret etmiştir. Evet, yalnızca hizmetle mükellef bulunan insan, vazifesi olmadığı halde neticeyi de düşünmeye başlarsa, bir an önce bir yere ulaşması gerekiyormuş gibi sabırsız davranır, acele hareket eder.. basamakları çifter çifter tırmanmaya kalkışır; esbabı tam olarak yerine getirmez ama hayali beklentilerinin hemen gerçekleşmesini ister. Şayet, bir süre geçtikten sonra kendince beklediği semereyi elde edemezse, yavaş yavaş ye'se düşer, zamanla vazifeden el çeker ve himmet duygusunu bütünüyle kaybeder. Oysa, netice ve muvaffakiyet, Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanına bağlı bir iştir; kulların o işe karışmaları asla doğru değildir.

Bu türlü bir aceleciliğe karşı ikazda bulunan Bediüzzaman Hazretleri, acûliyet hastalığının dermanı olarak Âl-i İmran sûresinin 200. ayetini gösterir. Bu ayet-i kerimede mealen, “Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınız karşısında sebat etmek için birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun, mücahedeye de daima hazırlıklı olun.. ve Allah'a karşı gelmekten sakınıp takva dairesine girin ki felah bulup başarıya eresiniz.” denmektedir. İlahî beyan, önce tek tek fertleri muhatap almakta ve “ısbirû” diyerek ferden ferdâ şahısları sabırlı olmaya çağırmaktadır. Daha sonra ise, “sâbirû” sözüyle düşman karşısında sağlam durmaya, yılgınlık göstermemeye ve onlardan daha sabırlı olmaya davet etmektedir. Ayrıca, “sâbirû” tabirini, Arapça'da müştereklik ifade eden ve iki ya da daha fazla insanın bir işi beraberce yaptığını gösteren “mufâale” babında kullanmak suretiyle, iman edenleri bir araya gelip sabır müzakeresi yapmaya, sabır üzerinde derinleşmeye ve bir yönüyle sabırda bütünleşip birbirine destek olmaya teşvik etmektedir.

Nitekim, Allah Teâla Asr sûresinde de “Yemin olsun zamana; insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar.. bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” buyurmuştur. Bu sûrede yer alan “ve tevâsav bi'l-hakkı ve tevâsav bi's-sabr” ifadesi de, yine aynı müşarekete vurguda bulunmakta; mü'minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri kurtuluşlarına bir vesile olarak gösterilmekte; dolayısıyla sürekli kafa kafaya vererek kollektif şuuru harekete geçirmeleri, beyin fırtınaları yaparak ortak kararlar alıp onları uygulamaları ve her zaman birbirlerine hayır ve sabır tavsiyesinde bulunmaları istenmektedir. Onun içindir ki, değişik vesilelerle bir araya gelen Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin Asr sûresini okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmektedir. Merhum M. Akif bu rivayeti şöyle şiirleştirmiştir:

    “Hani, Ashâb-ı Kirâm ayrılalım derlerken,
    Mutlaka “Sûre-i ve'l-Asr”ı okurmuş, bu neden?
    Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,
    Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
    Sonra hak, sonra sebât: İşte kuzum insanlık
    Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.”

Söz konusu ayet-i kerimede mü'minlere emredilen diğer husus, “râbitû” kelimesiyle ifade edilmektedir. “Ribât” tabiri, bir yönüyle, irtibat manasına gelmekte ve yine mü'minleri bir hey'et teşkil etmeye, kollektif şuuru işletmeye ve yakın alâka ile birbirine destek olmaya çağırmaktadır. Diğer taraftan, bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, kendini tamamen namaza veren, gönlünü camiye rabteden; sabah namazını kıldıktan sonra “Elhamdulillah bu vazifemi de eda ettim!” deyip hem onun sevincini yaşayan hem de “Öğle vakti gelse de Ruh-u Revân-ı Muhammedî minarelerden bir kere daha yükselse, ben de yine mescide koşup manevî duygularla dolsam!..” düşüncesiyle evinin yolunu tutan, kalbi mescide bağlı gencin bu tavır ve davranışıdır ribât. Ayrıca, dinin ve milletin başına gelmesi muhtemel tehlikelere karşı hudut boylarında nöbet beklemenin ve hasım güçlerin toplum yapısında açtığı gedikleri tıkamak için gayret göstermenin adıdır ribât. İşte, ribâtın bütün bu manaları da yine birliği, beraberliği, birbiri için olmayı ve yaşatmak için yaşamayı imâ etmektedir.

Öyleyse, Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte “Acele şeytandandır; teennî ise Rahmân'dan!” buyurduğu; bir başka defa da, sabırlı, ağırbaşlı, yumuşak ve olgun davranışın Hak katında makbul bir tavır ve bir kul için büyük bir ihsan olduğunu vurguladığı daima hatırda tutulmalıdır. Zamanın çıldırtıcılığına ve sebepler zincirindeki sıraya uymanın zorluğuna karşı sabırlı olmak için, Hazret-i Üstad'ın işaret ettiği ayet-i kerimede nazara verilen bütün argümanlar kullanılmalı ve himmet-i ricâlin ayağını kaydırabilecek bir tehlike olan acûliyetin üstesinden gelebilmek için mutlaka vifak ve ittifak esası işletilmelidir. Ayrıca, acele edeceğimiz ya da teennî ile yaklaşacağımız konuların tefrik ve tesbiti kat'iyen kollektif şuura havale edilmelidir. Bu bahsi de, mevzuyla alâkalı olması açısından Kırık Mızrap'taki “Sabır” şiiri ile bitirelim:

    Sabır bir büyülü derman, arkasında iman,
    Sabretmeyenin hâli hicran üstüne hicran!

    Her şeyde var bir usûl, sabır da zafere yol,
    Sık dişini azıcık, dolabildiğince dol!

    Sabırla pişen insan, kemâle erer inan!
    Tez canlının her işi harmanda sapsız saman.

    Teennî eden erer, acele etme sakın!
    Vurulup dövünsen de ıraklar olmaz yakın...

    Örümcek bekleyerek, ağa ağ ekleyerek,
    Gider hedefe varır nice emekleyerek.

    Sırattan ince bir iş, koş geçenlere yetiş,
    Geçen sabırla geçti, aksi bir sürü teşviş...

© 2015