Logo
Print this page

Himmet: Teveccüh, İnfak ve Gayret

Soru: “Himmet” ne demektir? Halk arasında genellikle hak yolunda infakta bulunma ve gayret gösterme manasında kullanılan “himmet” tabirinin bir tasavvuf ıstılahı olarak anlamı nedir?

Cevap: Himmet kelimesi, lügat itibarıyla, kastetmek, arzulamak, kuvvetle istemek, bir noktaya yönelmek ve bir hususa konsantre olmak manalarına gelmektedir.

Tasavvuf erbâbına göre ise; himmet, maddî-manevî bütün alâkalardan sıyrılarak, hatta dünyevî zevkleri, manevî hazları ve Cennete ait lezzetleri bile hatırdan çıkararak, ihtiyaçlar üstü bir zaruret hissiyle Cenâb-ı Hakk'a teveccühte bulunmak demektir. Bir manada himmet, insanın bütün benliğiyle Allah'a yönelmesi, kalbini istila etmesi muhtemel olan her gaflet bulutu karşısında hemen Hakk'ın rahmetine, ilahî inâyete sığınması ve O'ndan başka her şeye karşı kapanmasıdır. Bu zaviyeden himmet, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her dav­ranış ve her düşünceden dolayı tevbe, inâbe ve evbe kurnalarına koşup pak hâle gelmek suretiyle neticede vuslata ulaşma cehd ve gayretidir.

Evet, iradesinin hakkını vererek bütün hareketlerini yaratılış gayesine bağlayıp sürekli Hak kapısında el pençe divan duran bir kulun teveccühüdür himmet. Ömrünün her anında iradesini Allah'ın rızasını kazanmaya hasrederek, her türlü maddî-manevî füyuzât hislerinden ve makam-mansıp mülahazalarından tecerrüd edip yalnız O'nu düşünen, O'nun marifeti peşine düşen ve hep O'na yönelen, dolayısıyla da, içini yalnızca O'na açan, sadece O'nu isteyen ve O'nun maiyyetinde geçen bir ân-ı seyyâleyi her türlü mazhariyete tercih edebilen bir hak yolcusunun tavrıdır himmet. Ancak tek mahbûba yetebilecek bir kalbe sahip olan insanın, gönül kapısını ağyâr düşüncesine tamamen kapaması ve Hazreti Mahbûb'a kavuşma iştiyakıyla, kendi de dahil hiçbir şeyi görmeyecek kadar O'na tahsîs-i nazar etmesidir himmet.

Himmet tabiri, aynı zamanda, lütufta bulunmak, yardım etmek, imdada yetişmek ve el uzatmak manalarını da ihtiva etmektedir. Bu açıdan da, kula nisbetle, teveccühte bulunmak, azmetmek ve mübarek bir işe hâlis niyetle yönelmek demek olan himmet; Allah'a nisbet edildiğinde ise, ortaya konan bu samimiyete ve teveccühe Hakk'ın mukabelesi manasına gelmektedir. Yani, kuldan inâbe, Cenâb-ı Hak'tan da ona mukabil bir teveccüh söz konusudur. Haddizatında, ilahî mevhibe ve inayetlerin kesintisiz devam etmesi, sürekli Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeye ve O'nun da bu aralıksız yönelişe karşı merhamet teveccühleriyle mukabelede bulunmasına bağlıdır.

Cemâlî Bir Tecellî

Allah Teâlâ bütün mahlukâtı merhametle görüp gözetir; ama var ettiklerinin bazılarına hususî teveccühte bulunup onları ekstra mevhibelerle serfiraz kılar. Umumî himâye, rahmet, şefkat ve inâyet... gibi celâlî ve vâhidî tecellileriyle her şeyi görüp gözetmesinin yanı sıra, bazı kimselere özel bir teveccüh, daha derin bir rahmet ve engin bir inâyetle muamele eder; onlara fevkalâdeden merhamet ve şefkat gibi.. cemâlî ve ehadî teveccühlerde de bulunur. O, bütün varlık ve hâdiselere kuşatan bir nazarla baktığı aynı anda fertlere de tek tek nazar eder; onların ferdî istek ve ihtiyaçlarına, şahsî dua ve niyazlarına da cevap verir; bazılarını ziyade nimetlerle şereflendirir. Dolayısıyla, bu manada bir himmete mazhariyet bütün kulların ilk hedefi olmalı ve mü'minler sürekli,

“Yollardayız Allah'ım, Sen'den ola bir himmet;

Lütfunla kullarına bir kez daha imdad et!

Olmalı bir mîâdı bu teklemenin elbet;

Kurtar bendelerini, gönüllerini şâd et...”

niyazıyla oturup kalkmalı, asıl himmeti Cenâb-ı Hak'tan beklemelidirler.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, her şeyde esbâbı izzet ve azametine perde yaptığı gibi, değişik konumdaki kullarına bir kısım iltifatlarında da bazen bir nebîyi ya da bir velîyi perde yapar ve hediyelerini onun eliyle sunar. İşte, Allah indinde makbul bir kulun mânevî yardımına ve bir hak dostunun, bir muhtacın imdadına koşmasına da himmet denegelmiştir. Aslında, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, velilerin himmetleri, imdatları ve feyiz vermeleri, hâlî veya fiilî bir duadır. Mutlak Hâdî, Mutlak Mugîs ve Mutlak Muîn ancak Allah'tır. Fakat, Cenâb-ı Hak bazen o salih kulları, ilahî hediyelerinin tevzi memuru gibi istihdam etmektedir.

Dolayısıyla, bir nebinin teşrîî ve tekvinî emirleri düzgün okuyup doğru yorumlaması, ilâhî mesajların ışığı altında ümmetini dünyayı imar etmeye ve ebedî saadete ehil hâle getirmesi, sıradan insanlara hakiki insan olma ufkunu göstermesi, Cennet yolunda arkasındakilere rehberlik yapması ve bir şekilde takılıp yolda kalanların ellerinden tutması da bir himmettir. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Enbiyâ-ı İzam'dan ( salâvatullahi alâ Nebiyyina ve aleyhim ecmaîn) gelen bu çeşit teveccüh, nazar ve insibağ esintilerinin hepsi himmet çerçevesine dahil edilebilir.

Ayrıca, hakikî evliyânın teveccühleri de ilâhî feyizleri alma adına birer nuranî vasıta mesâbesindedir. Bazen bir hak dostunun nazarına mazhar olmak, onun elini tutmak ya da sadece sohbetinde bulunup atmosferini paylaşmak bile hususi teveccühlerin sirâyeti için önemli bir vesiledir. Dolayısıyla, onlar sayesinde diğer kullara ulaşan yakin, mârifet, mevhibe gibi bütün nimet ve inâyetler de bir nevi himmettir. Bu itibarla da, dünden bugüne “Müridden hizmet, mürşidden nefes” denmiş; “Teveccüh et, teveccüh bul” ihtarında bulunulmuş; haklarında hüsn-ü zan edenlere ve kendilerine teveccühte bulunanlara hak dostları tarafından teveccühle mukabele edileceği ve bunun da ilahî inayetlere bir davetçi olacağı hatırlatılmıştır. Evet, “Kendi muhtâc-ı himmet bir dede / Bilmez ki gayra nasıl himmet ede.” sözünün mâsadakı olmayan hakiki mürşitler, ilâhî teveccühlerin birer aynasıdırlar; öyleyse, onlara saygıda kusur edilmemeli ve teveccühleri de hafife alınmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, ilâhî feyizler ve bereketler o aynalar sayesinde diğer insanların ruhlarına aksettirilmektedir ve onlar, kendilerine teveccüh edenlerin inkişaflarına vesile olmaktadırlar.

Himmet ve Gayret Münasebeti

Diğer taraftan, himmet kelimesinin gayret etmek, cehd göstermek, çalışıp didinmek, emek vermek ve bir işe dört elle sarılmak gibi manaları da vardır. “Dede himmet, oğul gayret” atasözü ancak fiilî bir duayla seslendirilen yardım isteğinin kabul göreceğini vurguladığı gibi, himmet bulmanın gayrete bağlı olduğunu da belirtmekte ve himmet ile gayret arasındaki alâkaya da dikkat çekmektedir. Bu zaviyeden himmet, kula nisbetle, çalışma ve gayret gösterme; Cenâb-ı Hakk'a nisbet edildiğinde ise, kulun ortaya koyduğu faaliyetlere rahmet ve inayetle mukabelede bulunma manasına gelmektedir.

İşte, bir yönüyle teveccüh etmek ve yönelmek, diğer bir açıdan yardıma koşmak ve el uzatmak, bir başka zaviyeden de gayret etmek ve çalışıp didinmek manalarına gelen himmetin, bugün halk arasında infakta bulunma ve hayır yollarında koşturup durma anlamında sıkça kullanılan himmetle ciddi bir münasebeti vardır. Belki, dün denecek kadar yakın bir geçmişe dek bu kelime bu ölçüde yaygınca kullanılmıyordu. Fakat son senelerde, âdetâ Cenâb-ı Hakk'a teveccühün bir unvanı sayılan ve O'nun rızasına ulaşmanın bir basamağı kabul edilen hayırlı faaliyetlerin bütününe “himmet” denir oldu. Çünkü, dine ve vatana hizmet, bir teveccüh, bir yardım eli ve bir cehd ü gayret bekliyordu. Önce bu milletin fertleri böyle bir iman ve Kur'an hizmetine teveccüh ettiler; çağrıya koştu, bir çeşit inâbede bulundu ve millet yolunda yapılması gereken işlere el uzattılar. Yönelinmesi, elinden tutulup kaldırılması ve uğrunda ter dökülmesi icap eden husus dine ve millete hizmetti. Dolayısıyla, herkes elindeki imkanlarıyla seferber oldu; herkes maddî–manevî himmette bulunmaya çalıştı. İlmi olan kimseler ilimleriyle himmet ettiler; beyan kabiliyetine sahip bulunanlar söz ve yazılarıyla imdada yetiştiler; malî imkanları geniş insanlar da cömertlik hisleriyle dolup Allah yolunda infak yarışına giriştiler. Yardımına koşulması ve elinden tutulması gerekli olan şey bir şahıs değildi; o iman ve Kur'an hizmetinin ta kendisiydi. Bu itibarla da, fedakar ruhlar, bir ya da birkaç şahsa değil, bir mefkureye yöneldiler; bir ya da birkaç şahsa değil bir davaya gönül verdiler ve yine bir ya da birkaç şahsa değil insanlığa hizmetin kendisine el uzattılar, himmet ettiler.

Himmetin İnfaka Bakan Yanı

Bugün himmet denince bazıları sadece maddî olarak yardımda bulunmayı (infak) anlasalar da, aslında infak, himmetin sadece bir yönünü teşkil ediyordu. Himmetin infak yönü de yine örneğini Allah Rasûlü'nün ve sahabe efendilerimizin hayat-ı seniyyelerinden alıyordu. Mudar kabilesinin fakir insanları huzuruna geldiğinde ya da Tebük Seferine çıkılacağı sırada, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları nasıl yardım ve infak etmeye çağırmışsa, daha sonraki dönemlerde de seferberlik anlarında maddî-manevî fedakârlıkta bulunma çağrıları sık sık yapılmıştı. Belki o zamanlar bu türlü hayır ve hasenâta himmet denmiyordu; fakat, ihtiyaç hissedildiği ve zaruret hasıl olduğu zamanlarda hep yardım, iâne ve infak çağrısında bulunuluyordu. Altından kalkılması gereken bir zorluk veya taşınması icap eden bir yük karşısında herkesin el uzatması isteniyordu. Peygamber Efendimiz'in (aleyhi ekmelü't-tehaya) mânen el uzatmasına ya da bir Hak dostunun imdada koşmasına benzer şekilde, o istimdadı işiten bütün mü'minler de sesin geldiği yere yöneliyor, ellerindeki imkanlarla seferber olup imdada koşuyor ve yapılması beklenen şeyleri yapma adına ciddi bir cehd ortaya koyuyorlardı.

İşte, bizim zamanımıza doğru gelinirken, yine ortada kaldırılması gerekli olan ağır bir yük vardı. Merhum Akif'in “Hâlık'ın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!” mısraıyla ifade ettiği gibi, samimi kullar, hakkı tutup kaldırma vazifesiyle karşı karşıyaydı ve herbiri o vazifenin kendi omuzlarına yüklendiğine inanıyordu. Hayır ve hasenât adına yapılacak her şey hakkı tutup kaldırma, dine el uzatıp onu sürüm sürüm olmaktan kurtarma, kendi kıymetine yükseltme ve gerçek konumuna ulaştırma demekti. Dolayısıyla, bu manaların hepsi birden mülahazaya alınarak hem yardım çağrısına hem de insanların bu çağrıya icabet edişine himmet dendi.

Bu açıdan, himmeti umumi manada el uzatma şeklinde anlayabilirsiniz. Meseleyi bu yönüyle değerlendirirseniz, Peygamber Efendimiz'in ümmetine el uzatması ya da velilerin bazı insanların imdadına koşması ile günümüzde bazı kimselerin iman ve Kur'an hizmetine el uzatmaları arasında ciddi bir münasebet görürsünüz. Sonra, bu el uzatma ve yardıma koşmanın sadece maddî imkanlarla olmadığını ve insanların, kendilerine lutfedilen nimetlerin herbirine karşı, o nimetlerin kendi cinsinden bir nevi şükür edasına giriştiklerini de müşahede edersiniz. Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin de İşaratü'l-İ'caz'da belirttiği gibi, “...ve mim mâ rezaknâhum yünfikûn - Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler.” (Bakara, 2/3) ayet-i kerimesindeki “mâ” umumî bir manayı ifade etmektedir. Yani, infak sadece mala ve paraya münhasır değildir; ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara infakta bulunulması gerekmektedir.

İşte, mal ya da para, ilim veya amel, sıhhat yahut zeka.. Cenâb-ı Allah'ın lütuf buyurduğu her türlü rızıktan infakta bulunmak ve bu şekilde dine ve millete hizmet etmektir himmet. Zaten, dünden bugüne bu kudsî vazifeye dilbeste olan fedakârlar, mukaddes mefkure adına bir işin ucundan tutmak için el uzatırken karşılarında kendilerine de bir el uzandığını düşünmüş, böylece hem himmet etmiş hem de himmet dilemişlerdir. Kendi kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve böyle bir yolda yürürken gerekirse canlarını feda etmeye bile razı oldukları gibi maddî-manevî her türlü füyûzat hislerinden feragatta bulunmayı da daha baştan kabul etmişlerdir. Bu adanmış ruhlar kelimenin tam manasıyla beklentisizlerdir. Evet, bu himmet kahramanları bütün bütün beklentisiz insanlardır; zira onlar, daha yolun başında

“Kadrim bilinmedi deyip darılma!

Bilinmeden göçüp gitti büyükler.

Darılıp yerinden sakın ayrılma!

Himmet bekler taşınacak bu yükler.”

nasihatını dinlemiş ve bu sözleri bir ahd ü peyman olarak kabul etmişlerdir.

Tek Başına Bir Millet

Bu meselenin önemli bir buudu da şudur ki; arz etmeye çalıştığım çerçevede iman ve Kur'an hizmetine himmette bulunmak insanı değerler üstü değerlere ulaştırır. Çünkü, Hazreti Üstad'ın da işaret ettiği gibi, “Bir insanın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” Aksine, hep “nefsî, nefsî" diyen, sürekli şahsî menfaatlerini düşünen ve milletin istikbaliyle alâkalı hiçbir planı, projesi ya da derdi olmayan bin adam, sadece bir adam hükmündedir. Evet, kimin himmeti yalnızca nefsi ise, o kimse insan bile sayılamayacak bir derekeye düşmüş demektir. Zira, insan fıtraten medenî olarak yaratılmıştır; o tabiatı itibarıyla, kendi cinsinden olanları da düşünüp onlarla beraber yaşamaya mecburdur.

Cenâb-ı Allah'a sonsuz hamd ü senalar olsun ki, günümüz de himmeti milleti olan insanlardan nasipsiz değildir. Bugün de, himmet çağlayanları, ilahi lütuflarla desteklene desteklene bir ummana doğru gürül gürül akmaktadır. Bu devrin himmet erleri de çeşit çeşit olumsuz hadiselere rağmen, kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu temsile çalışmaktadırlar.

Ne var ki, her dönemde olduğu gibi içinde yaşadığımız şu zaman diliminde de mesuliyet insanlarının himmet duygularını ve kuvve-i maneviyelerini kırabilecek unsurlar mevcuttur. Bediüzzaman Hazretleri hem himmetin belini kıran bu manileri bir bir saymış hem de onları defedebilmek için gereken tedbirlere işarette bulunmuştur. Bu manilerden ve tedbirlerden bazılarını –biraz tasarrufla- zikrederek bu bahsi bitirmek uygun olsa gerektir:

“Himmetiniz, şevke gelip meydana çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis (ümitsizlik) rast gelir, onun kuvve-i manevîyesini kırar. Siz o düşmana karşı “lâtaknetû” (ümidinizi kesmeyiniz) kılıcını istimal ediniz. Sonra meylü't-tefevvuk istibdâdı (üstün olma tutkusu) hücuma başlar. Siz “kûnû lillahi” (Allah'ın rızası dairesinde olunuz) hakikatini o düşmana gönderiniz. Sonra sebepler zincirindeki sırayı atlamakla her şeyi karıştıran acûliyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz ”ısbirû vesabirû verâbitû” (Sabırlı olun, birbirinize metanet tavsiye ederek sabırda yarışın, daima hazırlıklı ve uyanık bulunun ) kalkanını siper ediniz.. sonra tabiatı itibarıyla medeni olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infirâdi (bencillik) ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de “hayrunnâsi enfeuhum linnasi” (insanların en hayırlısı onlara en yararlı olanıdır) hakikatini onun karşısına çıkarınız. (...) Sonra da umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan “meylürrahat” (rahat etme arzusu) gelir; himmeti bağlayıp sefalet zindanına atar. Siz de “Leyse lilinsânî illâ mâ seâ” (İnsan için çalıştığından başkası yoktur) mücahidini ona gönderiniz. Evet, size meşakkatte büyük rahat vardır. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı sa'y ve cidâldedir.”

İnancım o ki, bütün bu manilere rağmen, adanmış ruhlar şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da “Himmetü'r-rical, taklau'l-cibal - Yiğitlerin himmeti dağları yerinden söker.” (Ubeydullah-ı Ahrâr) ‎ anlayışıyla hareket edecek ve bütün samimiyetleriyle Cenâb-ı Hakk'ın inâyetine sığınıp sorumlulukları istikametinde dönüp arkalarına bakmadan yürüyeceklerdir. Allah'ın rızasını “olmazsa olmaz” bir esas kabul ederek onun dışındaki bütün değerlere karşı kapanacak ve Hazreti Mahbûb'a kavuşma iştiyakıyla, O'na tahsîs-i nazar ederek yollarına devam edeceklerdir.. ve bileceklerdir ki, himmet ettikleri ölçüde himmet görecekler; başkalarına el uzatma gayreti içinde bulundukları nispette de kendilerine ötelerden bir el uzanacaktır.

Related items

© 2015