Kırık Testi - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Manâ Buudu ve Mevhbe-i İlahiyye

Peygamberlerin manâ buuduna açık olmaları bir mevhibe-i ilahiyedir. Bu mevzuda benim vicdanımda ağır basan görüş şudur ki; mevhibe-i ilahiye, Cenab-ı Hakk’ın onların iradelerinin hakkını vererek ortaya koyacakları yüksek bir performansa önceden bahşettiği bir avanstır. Zira Cenab-ı Hak onların ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelisi ile biliyor.

Fakat işin öte yanında şu gerçek de unutulmamalıdır: Allah, Mâlikü’l-mülktür, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bir peygamberi başkasına nisbetle çok daha önemli bir misyonla gönderir. Dolayısıyla donanımını ona göre ihsan eder. Bir başkasına bu ölçüde önemli bir misyon yüklemez ve onun donanımı da ona göre olur. Mesela İnsanlığın İftihar Tablosu’na bakıp şöyle diyebilirsiniz: Allah bu Zât’a diğer peygamberlere nisbetle çok daha büyük misyon yüklemiş ve donanımını da ona göre vermiştir. Ama yukarıdaki yaklaşımla aynı meseleyi tersine çevirip şöyle de diyebilirsiniz: O Zât, istikbalde üzerine alacağı misyona liyakatını göstermiş, Allah da ilm-i ezelisi ile bunu bildiğinden dolayı ona baştan o misyonu yerine getirecek donanımı lütfetmiştir.

SOSYAL ÇALKANTILAR VE ALTERNATİF DÜŞÜNCE

Sosyal çalkantılar insanlarda alternatif düşünme melekesini geliştirir, beyin fırtınalarına müsait zemin, fikrî bir dinamizmin ateşleyicisi olur. Bu dinamizm doğurgandır. Yani rönesansın gölgesi veya gerçek bir rönesans bu tip dönemlerde ortaya çıkar. Mesela bizim tedvin dönemimiz, asırlarca bizi ayakta tutacak -ki hâlâ geçerliliklerini sürdürüyorlar- Kelâm ve Fıkıh başta olmak üzere düşünce akımlarının doğduğu bir dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği toplumda sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel çalkantıların yaşanıyor oluşudur.

Tedvin devri adını verdiğimiz bu zaman diliminde, bir araya getirilmesi imkansız, aynı kaynakların esas alınarak istinbat edildiğine inanılması zor, birbiriyle kıyasıya savaşan yorumlar, düşünceler ortaya atılmıştır. Basra mektebi Kûfe mektebi ile; İmam Azam Ebu Hanife, devrindeki diğer imamlar ile hatta kendi rahle-i tedrisinde oturan talebeleri ile ciddî fikrî münakaşalar içine girmiştir. Ama bu vetirede hiç kimsenin başı yarılmamış, burnu kanamamıştır. Bu süreklilik arzeden ciddî fikir jimnastikleri sonucu girilen hicri üçüncü asırda -ki zamanın altın çağlarından biridir o- dünyanın en mükemmel insanları yetişmiştir. Kaynağını ilahî beyandan alan belki de dünyanın en uzun soluklu içtihatları ortaya konmuş, düşünceleri üretilmiştir.

Batının bizim tedvin dönemine benzer rönesansına baktığınızda şunu görürsünüz: Evet, bir rönesans yaşanıyordur ama Batı ve Batılı bunalım içindedir, barbardır, yobazdır. Haçlı seferlerinden bıkmış yorgun askerdir. Bu yorgunluk onu kendi içine döndürmüş, kendini yeniden gözden geçirme imkanı sağlamıştır. Grek felsefesine, Roma düşüncesine, Hıristiyanlık esaslarına yönelme bu dönemde olmuştur. Daha sonraları meydana gelen münferit ve müteferrid tecdid hareketlerinde de aynı sosyal ortamı görmek mümkündür.

Şu an içinde yaşadığımız zaman diliminde de bizdeki tedvin, Batıdaki rönesansa benzer bir zemin var. Fakat burada bir tehlikeye dikkatlerinizi çekmek istiyorum; bazen bu türlü dönemlerde bazıları gölge kurtuluş yolunu gerçek ve nihaî kurtuluş yolu zannedebilir. Bu zannın ve inancın gereği olarak o uğurda kavga ve mücadele verebilir. Bunlar bazen başarılı da olabilirler. Halbuki bu tam anlamıyla bir yanılmadan ibarettir. Aslında gerçek, sahih ve kalıcı viladetlerin önünü alan başarılardır bunlar.

Bu yüzden diyorum ki, Cenab-ı Hak bazı alanlarda bize geçici olan muvaffakiyetleri çok göstermesin. Ta ki biz sürekli metafizik gerilim içinde olalım, doğurgan olalım, sürekli beyin fırtınaları yaşayarak tedvin dönemine benzer, bizi bugünümüz ve geleceğimiz adına yıllarca, asırlarca idare edecek esasları üretelim. Evet, Müslümanlığın çok yeni şeyler doğurması lâzım. Aksi takdirde geleceğe yürüyemez, bu hâliyle de yaşayamaz. Bediüzzaman ne güzel der; “Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl.”

SOSYAL HAREKETLER VE TABİİ SÜREÇLER

Bütün bir toplumu ve belki de gelişme seyrine paralel olarak bütün insanlığı kucaklayan, onlara hizmet götüren hareketlerde birbirini izleyen, izlemesi gereken tabii süreçler vardır. Bu tabii süreçlerin başında hiç şüphesiz iman, ardından icmalî ve tafsilî ilim gelir. Herhangi bir düşüncede eğer ilim önemli bir konuma gelmiş ise bu demek değildir ki iman ihmal edilebilir. Hayır. Bu çok ciddi bir yanılmışlık ve aldanmışlık olur. Bu, o düşünceyi sosyal oluşumların tabii seyrine bırakmak anlamına gelir. Onun için toplum içinde fikrî önderlik yapanlar iman mevzuunda sürekli canlı tutacak esaslar bulmak, metodlar ve sistemler üretmek zorundadır. Bu yönlendirme olmazsa rehavet devreye girer; “Allah’a şükür yıllardır başarıdan başarıya koştuk, artık zaman rahata erme zamanıdır.” demeler söz konusu olur. Bu safhadan sonra o düşünce adına yaşama, hayatını onun gereklerine göre düzenleme bir tarafa, insan Rabbine karşı yapmakla mükellef olduğu ibadetleri bile kültürel bir aktivite olarak görmeye başlar. Artık bu tip kimseler için dün aşk, vecd ve heyecanla yapılan, göz yaşları ile süslenen ibadetler kültürel bir aktivitedir. Cuma da, bayram da, hac da bir kültürün dışa yansımasından ibarettir.

Fakat iman kendi kıvamında, kendi tazeliği içinde ve ilk dönemdeki orijiniyle korunabilse bu türlü vartalar içine girilmez. Onun için iman, hiç ara verilmeden sürekli insanlara telkin edilmeli, ısrarla onun üzerinde durulmalı. Onu insanların gönlünde, kalbinde, kafasında sürekli canlı tutacak sistemler icad edilmeli ve gerekirse insanlar bu mevzuda zorlanmalı. Aksi halde karbonlaşma başlar orada. Bediüzzaman Hazretleri bu sebeple iman üzerinde ısrarla durur.

Evet, aksiyonda süreklilik inancını, insanların gönlüne, kafasına, ruhuna ve vicdanına duyurmalıyız. Şahsen ben insanların kalblerinde sürekli ve hiç doyma bilmeyen oburlukla “Müslümanlığı âleme duyurma” his ve heyacanını uyarmak gerektiği kanaatındayım. Bunun havarilerini yetiştirmeliyiz. Her insanı bu ufkun potansiyel havarisi görmeliyiz. Kamil insan yetiştirme, milletine hizmeti gaye edinenlerin hareket yörüngesi olmalı. Bu arada yetiştirilmesi konusunda ihmal gösterilmiş ve yanlış yollara sapmış insanlarımızla da ciddî bir şekilde ilgilenilmeli. Onların aktif hale gelmesi için elden gelen her şey yapılmalı, her gayret ortaya konmalı. Öyle bir sistem ortaya konmalı ki tek ferdin bile zayi olmasına fırsat vermemeli. Şu anda toplumumuzda böyle bir sistemin ortaya konduğu söylenemez. “İşin tabiatı icabı” falan deyip işin içinden sıyrılmak isteyenler olabilir ama bence böyle düşünmek yanlış. Biz Allah’a gönülden inanmış insanların canlılığına süreklilik kazandıracak, herkesin işin başındaymış gibi ciddî bir gönül iştiyakıyla, havariler misali hareket etmesine müsait zemini hazırlayamıyoruz. Kafalarımız yetmiyor o işe veya o mevzuda bir araya geldiğimizde ciddî beyin fırtınaları meydana getiremiyoruz. Ben, Üstad o meselenin inkisarı içinde ölmüştür diye düşünüyorum. Benim inkisarım ise beni öldürecek kadar değil, çünkü o bir gönül meselesi.

Evet, zorlamayla dahi olsa insanları o mevzuda yönlendirebilecek bir sistem kurulmalı, tıpkı fabrikada çalışan işçilerin sistemi gibi. Hani işini yapmayan birine sistem hemen müdahale eder; ama şefi, ama arkadaşı, ama ustabaşı.. işte öyle... Herkes durduğu yerde, bulunduğu makamda mutlaka o sistemin genel işleyişinin hem bir parçası hem de kontrolcüsü olmalı. Anlatıldığı kadar kolay değil bu iş biliyorum. Çünkü her bir insan bu dünyada bambaşka bir âlem. Dolayısıyla her biri apayrı bir âlem olan insanların teker teker istihdamı göründüğü kadar kolay değil. Allah inayet ede.

İnayet dedim de, Cenab-ı Hakk’ın fevkalâde inayeti başımızın tacı. Biz O’nun nihayetsiz inayetinin her zaman beklentisi içindeyiz. Fakat irademiz de var ve Allah bizi irademiz sebebiyle muhatap almış. Öyleyse bizim de bu meseleyi o zaviyeden ele almamız gerekir. Bir başka ifade ile O’nun fevkalâde inayetleri, ihsanları, lütufları ve keremlerini vesile-i şükür yapar ve onları artırması için Allah’a teveccühte bulunuruz. Ama dünyada kaldığımız süre içinde plânlarımızı, bize ait gibi gördüğümüz ama aslında âriye olarak bize verilen benliğin, iradenin rükünlerini kullanarak yaparız, yapmaya çalışırız.
Evet, bir taraftan bilme, isabetli hareket etme, diğer taraftan heyecan ve helecanlarını sürekli koruyup azimli ve kararlı olma, küheylanlar gibi yerinde dururken bile sürekli hareket etme, yerinde oynayıp durma, bana çok önemli geliyor. Bunun çok kolay olduğunu zannetmiyorum. Fakat yapılmaz demek suretiyle de inkisar hasıl etmek istemiyorum.

Halihazırdaki şartlar ve mevcud durum, aşk u heyecan adına önemli ve elverişli bir ortam sayılabilir. Şahsî kanatim, bugün yaşayanlar gelecekteki nesillerden daha avantajlı sayılır. Kendi canlılıkları, başkalarına hayat üflemeleri, iç kokuşmalara karşı siyanet içinde bulunmaları gibi hususlar adına daha şanslı, daha avantajlı sayılır. Fakat şu da unutulmamalı ki günümüzün nesilleri kendilerini ayakta tutacak esaslardan, dinamiklerden uzaklaşıyor, onları ihmal ediyor. Farkına varmadan, yavaş yavaş, aheste aheste gelen ve ruhunun içine yerleşen öldürücü faktörlerin farkına varmıyor. Hepsinden kötüsü bunları tabii gelişmenin bir neticesi olarak kabulleniyor. “Bu bir vetire, dün öyleydi, bugün böyle, yarın başka türlü olacak.” diyor. Tabii görüyor manâ adına, ruh adına çürümeyi, solmayı. Ve bu hepimiz için söz konusu. Gerçi Cenab-ı Hakk’ın kendilerine büyüklük bahşettiği insanlar hayatlarının her karesinde aşmışlar bu vartaları ve değişmemişler hiçbir zaman. Bakın o tabakat kitaplarına: Niceleri bütün bir ömür boyu bir yere çardağını kurmuş, atını bir kenara bağlamış, zaman gelmiş sağda, solda Hadis-i Şerif toplamış; zaman gelmiş “Savaş var” denildiğinde savaşa koşmuş; zaman gelmiş devlet “Sana şurada ihtiyaç var” deyince, çardağını söküp bineğinin sırtına bağlamış ve oraya gitmiş. İşte bir ömür boyu değişmeden bunu aynı çizgide devam ettirme çok önemli bir mesele, Allah’ın bir lütfu bu. Fakat bu aynı zamanda o hareketin ani’l-merkez gücünü de gösteriyor. Hatta o Havâric ve Nevâsıb hareketinde bile ben çok önemli bir dinamizm görüyorum. Sadece orada basiretli dimağlar meseleyi yönlendirmede kusur ettiklerinden dolayı, o çağlayanı zararlı hâle getiriyorlar. Aslında orada coşkun bir iman, müthiş bir heyecan, bir şeyler yapma azmi ve bâtıla baş kaldırma var. Ama dinlemeleri gerekli olan insanı veya insanları dinlememe kusuru onlara ait. Hazreti Ali’yi dinleselerdi bir çok ciğersûz hadise olmayabilirdi.

Bugün de olabilir bunlar. Doğruluk, iyilik, güzellik adına iyi şeyler yapmak için bir araya gelenler, gelecekte birbirini yiyebilirler. Siz bunları bugün sarmaş-dolaş görebilirsiniz, fakat ferasetiniz varsa, o tipleri dişlerinin yapısından, tırnaklarının uzunluğundan, pençelerinin vahşice durmasından anlayabilirsiniz. Bu olumsuz dalgaları kırabilir miyiz? Elbette... Bu bizim yerimizde sağlam durmamıza bağlı.

Hâsılı; zor şeylerden bahsettik. Benim ciddî endişelerim var. Başarının ve zaferin öldürücülüğü beni, yolda yürümeye devam ederken başarılı olacak mıyız-olmayacak mıyız düşüncesinden daha çok korkutuyor.

More in this category: « Geçim Standardı Karizma »

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Allah'ın inâyetine en büyük davetiye o inâyete tam inanmaktır. Hakikat Damlaları

M. Fethullah Gülen

ARAMA

SIZINTILAR...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu