Bediüzzaman Said Nursi - Genç Adam

II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1922)

Said Nursî'nin tutuklu olduğu o günlerde İstanbul kaynıyor, meşrutiyet ve hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilân edildi. Meşrutiyetin 3. gününde, Sultanahmet'te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti anlatan bir nutuk okudu.

Daha sonra İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selânik'e giderek, Selânik Meydanı'nda tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin yayınladığı “Hürriyete Hitap” adlı nutkunda, meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslâmiyete aykırı olmadığını anlattı.

Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul'da çok hareketli bir siyasî hayat yaşıyor, cemiyetlere üye oluyor, gazetelere makale yazıyor, konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu topluluklara nasihat ediyordu. Yine bir gün Şehzadebaşı'ndaki Ferah Tiyatrosu'nda Ahrardan Mizan gazetesi başyazarı Murat Bey'in bir konferansı sırasında İttihatçılar bir kargaşa çıkarmış ve Murat Bey'i vurmaya teşebbüs edecek kadar ileri gitmişlerdi. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını gören Said Nursî, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi ve hatibin dinlenmesi gerektiğini anlatıp, salondaki heyecanı yatıştırmış ve büyük bir kavgayı önlemişti.

O dönem İstanbul'u, birçok siyasî ve sosyal olaylarla kaynıyordu. Hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot da bu olaylardan biriydi. Böyle hareketli bir ortamda, İstanbul'da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin kandırılarak siyasî ve anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursî, hamalların yoğun olarak bulunduğu yerleri, özellikle kahvehaneleri gezerek onlara meşrutiyeti anlatıyor ve boykotu o sıralarda Bosna-Hersek'i ilhak eden Avusturya'nın mallarına karşı yapmalarını tavsiye ediyordu. Bu görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya mallarına karşı uygulamışlardı. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması beklenen muhtemel anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı Devleti'nin devletlerarası politikada Avusturya'ya karşı mesafe kazanmasına öncülük etmişti.

O sıralarda Meşrutiyetten ve İttihatçılardan rahatsız olanlar sadece hamallar değildi. Medrese çevresinde yer alan ulema ve talebeler de meşrutiyetin, anayasanın, hürriyet uygulamalarının İslâmiyete aykırı olduğuna inandıkları için içten içe rahatsızdı. Bu rahatsızlığın farkında olan Said Nursî, o devirde yayınlanan bütün gazetelere makaleler yazarak, İslâmiyet ve meşrutiyet arasındaki uygunluğu, dört hak mezhebin klasik kaynaklarına dayanan delillerle ispat ediyor, medrese mensuplarının toplandıkları yerlere giderek etkili hitap ve nutuklarıyla onları ikna etmeye çabalıyordu.

Bu arada meşrutiyetin ilânından dolayı doğuda meydana gelen gerilimin de farkındaydı. Hemen harekete geçerek “Bediüzzaman” imzasıyla telgraflar çekti. Hükümet adına çekilen bu telgraflarda yine meşrutiyet ve anayasal sistemin İslâmiyete aykırı olmadığı anlatılıyordu. Doğu illerindeki nüfuzlu kişilere ulaşan bu telgraflar oradaki gerilimi hayli yatıştırmıştı.

Askerler de yeni yönetimin kendilerine yönelik uygulamalarından rahatsız olunca kışla dışındaki havanın da tesiriyle üst ve amirlerine, özellikle de Harbiyeli subaylara karşı tepkilerini belirtmeye başlamışlar, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçıların aleyhine yapılan toplantı ve mitinglerde boy gösterir olmuşlardı.

Bu durumun askeriyedeki itaat ve disiplini bozarak giderilmesi mümkün olmayan tahribata sebebiyet vermekte olduğunu gören Bediüzzaman, İstanbul'un muhtelif yerlerindeki avcı taburlarını dolaşarak onlara nasihatlerde bulundu. Askerlere işlerin belli esaslar dahilinde danışma meclisleri eliyle yürütülmesinin, bunun kurallarının “anayasa” olarak tesbit edilmesinin İslâmî esaslara tam uyduğunu, İslâmiyetin de üstlere itaati emrettiğini ve siyasete karışmamaları gerektiğini anlattı.

13 Nisan 1909 tarihine gelindiğinde (Rumî: 31 Mart 1325) tarihlere “31 Mart Olayı” olarak geçen ayaklanma başlamış ve başkent İstanbul'un kargaşası had safhaya varmıştı. Bu karışıklığın 3. gününde Said Nursî, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınladı ve 4. gününde de Harbiye Nezaretine gidip isyan eden askerlere hitap ederek onları üstlerine itaate ve isyanı sona erdirmeye davet etti.

11 gün süren isyanı, Selanik’ten, Mahmut Şevket Paşa komutasında gelen Hareket Ordusu bastırdı ve sıkıyönetim ilân etti. İsyanın elebaşları Divan-ı Harb-i Örfî’de (Sıkı Yönetim Mahkemesi) yargılanarak, birçoğu idam edildi. Yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen Bediüzzaman, “olaya karıştığı” iddia edilerek tutuklandı ve Divan-ı Harb-i Örfî’de, idam talebiyle yargılandı. Duruşma sırasında ikna edici bir üslûpla yaptığı savunma sonunda beraat etti. Etkili savunması kendisiyle birlikte birçok kişinin de beraat etmesini sağladı. Bu savunması daha sonra “İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfî” adıyla yayınlandı.

Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul'dan ayrılan Said Nursî, deniz yoluyla İnebolu üzerinden Trabzon'a, oradan da Batum, Tiflis güzergâhını takip ederek, 1910 yılı baharında Van'a ulaştı.

Birkaç ay, Horhor Medresesi'ni yeniden düzenleme işleriyle meşgul olduktan sonra Hakkâri, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, bölgedeki aşiretleri ziyaret etti. Onların meşrutiyet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslâmî temellerini onlara anlatarak meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münazarat” adı altında yayınladı.

Kış mevsiminin girmesiyle birlikte Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam'a giden Said Nursî, âlimlerin daveti üzerine Emeviye Camii'nde bir hutbe okudu. İslâm dünyasının siyasî, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını anlattığı hutbesini “Hutbe-i Şamiye” adıyla neşretti.

Şam'dan yola çıkan Said Nursî, “Medresetüzzehra”2 adını verdiği üniversite projesini Sultan Reşat'a iletmek amacıyla İstanbul'a gitmeye karar verdi. Kara yoluyla Beyrut'a, oradan da deniz yoluyla İstanbul'a ulaştı.

İstanbul'da Sultan Reşat'ın tahta geçişinin ikinci yıl dönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, padişahın Rumeli seyahatine, Doğu İllerini temsil etmek üzere katıldı. İstanbul'dan Selanik limanına Barbaros zırhlısıyla giden kafile, daha sonra trenle, o yıllarda Kosova Sancağı'nın başkenti olan Üsküp'e geçti.

Seyahatin Üsküp'teki bölümünde orada kurulması plânlanan Üsküp Üniversitesinin temeli atıldı. Ancak bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları başladı. Böylece Üsküp Üniversitesinin yapımı, mecburen durdu. Said Nursî, Doğunun böyle bir üniversiteye daha çok ihtiyacı olduğunu anlatarak Sultan Reşat'a, Üsküp Üniversitesi için ayrılan tahsisatla Doğuda bir üniversite kurulmasını teklif etti. Bu teklif, hükümetçe kabul gördü. Böylece Medresetüzzehra için istediği kararı hükümetten çıkaran Bediüzzaman, İstanbul'dan ayrılarak Van'a döndü.

Medresetüzzehra'nın temeli 1913 yılının yaz aylarında Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmî görevlilerin katıldığı bir merasimle Van Gölü kıyısındaki Artemit'te atıldı. Ancak bu defa da I. Dünya Savaşının başlaması, projenin ertelenmesine sebep oldu. Said Nursî de talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilâtını kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermeniler ve Ruslara karşı savaştı.

Bu savaş esnasında, Rus birliklerinin açtıkları ateş sonucu birçok kere yaralanmasına rağmen hep ön saflarda çarpışıyordu. Etrafına şarapnel parçaları düşerken bile “Kur'ân'ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğu"nu ispat yolunda eser yazmaya devam ediyordu. Kur'ân'ın mu'cizeliğini çağın insanına göstermek için yazmaya başladığı İşaratü'l-İ'caz adındaki tefsirini, cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine yazdırıyordu.

Bitlis savunması sırasında birçok talebesi şehit olmuş, yanında yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece Rus saflarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak su arkının içinde 30 saat bekledikten sonra Ruslara teslim olmak zorunda kaldı. Said Nursî'yi önce Van'a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma'ya (Kostroma) sevk ettiler.

Bediüzzaman Kosturma'daki esir kampında subaylarla birlikte kalıyor, geçirilen esaret günlerini en verimli bir şekilde değerlendirmek üzere faaliyetler gösteriyordu. Esir kampı, önceki hayatları harp meydanında çatışmalarla ve cepheden cepheye intikalle geçen esir subaylar için bir ilim-irfan meclisi, imanlarını kuvvetlendirecekleri bir marifet okulu olmuştu.

Esaret günleri, Bediüzzaman'ın subaylara yaptığı derslerle geçerken, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, kampı teftişe geldi. Bediüzzaman, Grandük Nikolaviç önünden geçerken, kendisini tanıdığı hâlde ayağa kalkmadı. Bunu kendine hakaret kabul eden Nikolaviç, Bediüzzaman'ın idamını emretti. Fakat onun, “Ben bir İslâm âlimiyim, imanın ve İslâmiyetin izzetini muhafaza etmek için ayağa kalkmadım” şeklindeki açıklamasıyla, hata ettiğini anlayarak emrini geri aldı.

Kosturma'daki esir kampında cereyan eden bu olay, yıllar sonra bir subayın gazetede çıkan hatıralarında yer aldığında, Bediüzzaman tarafından da doğrulanmıştı.

Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar onun Kosturma'daki Tatar mahallesindeki bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler. Bediüzzaman Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor, hem de iman sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını da böylece yakalamış ve bütün duygularını, fikirlerini gözden geçirmeye başlamıştı. Bu tefekkür, kendi tabiriyle, onu “Eski Said'den Yeni Said'e” götüren yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.

7 Kasım 1917'de başlayan Rus İhtilâli, Rusya'yı altüst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilâlin sebep olduğu bu karışıklıktan yararlanan Said Nursî firar etti. Kosturma'dan Petersburg'a geçerek Varşova'ya ulaştı. Buradan Viyana'ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul'a geldi. Böylece, yaklaşık 2,5 yıl süren esareti sona ermiş oldu.

Bediüzzaman, 25 Haziran 1918'de İstanbul'a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul'a gelişini birinci sayfadan verdi. Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşında Kafkas cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmî vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul'da kurulma aşamasındaki “Dârülhikmeti'l-İslamiye"ye üye olarak tayin edilmesini hükümete teklif etti. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin teklifiyle de Sultan Vahidüddün tarafından kendisine ilmiye sınıfında “Mahreç” derecesi verildi. “Mahreç Mevleviyeti” olarak da anılan bu rütbe, Osmanlı ülkesindeki bütün “resmî ulema"nın başı olan “baş müderris"ten sonraki rütbe anlamına geliyordu. Ancak Bediüzzaman, doktorların tavsiyesi üzerine dinlenmek üzere Çamlıca'daki Yusuf İzzettin Paşa Köşkü'ne yerleşti. Burada hem istirahat ediyor, hem de eser yazmaya ve yayınlamaya devam ediyordu.

Kafkas cephesinde gönüllü birliklerin başında iken Arapça olarak yazdığı İşaratü'l-İ'caz adlı Kur'ân tefsiri, kâğıdı bizzat Enver Paşa tarafından sağlanarak neşredildi. Bundan sonra, iman esaslarının ispatına dair Nokta, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden Sünuhat, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden Şuaat, Kur'ân'ın mu'cizeliğini anlatan Rumuz, sosyal konularla ilgili bir eser olan Tulûat, tevhidin ispatı hakkında Katre, özgün vecizelerden meydana gelen Hakikat Çekirdekleri, ahlâk ve maneviyat derslerini ihtiva eden Habbe, Zerre ve Şemme adlı risalelerini ayrıca Lemeat'ı yazdı ve yayınladı.

Bediüzzaman, Dârülhikmet'ten kendisine ödenen maaştan, ancak gerekli ihtiyaçları için bir miktar ayırıyor, geri kalan parayla da eserlerini bastırarak ücretsiz dağıtıyordu. Bu arada, Dârülhikmet'teki görevinden izin talebinde bulunarak Çamlıca ve Yuşa Tepesi gibi İstanbul'un huzur verici yerlerinde istirahate çekildi.

Dinlenme süresinde, Kosturma'da filizlenen ve dünyanın fânî yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul'daki siyaset de onu bunaltmıştı. Yeni bir ruhî değişim ve tekâmülün sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık Beykoz'daki Yuşa Tepesi'ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünya ile olan bağlarını gözden geçiriyordu.

Bediüzzaman'ın Eski Said'den Yeni Said'e geçiş sancıları çektiği bu dönemde, Devlet-i Âliye de yıkılış sancılarıyla kıvranıyordu. Said Nursî'nin Dârülhikmeti'l-İslâmiye'ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Müttefik kuvvetler, Mütareke'nin sonucu olarak 13 Kasım 1918'de gemilerini Haydarpaşa Limanı'na demirlediler.

16 Mart 1920'de İstanbul'a asker çıkaran İngilizler, hızla payitahtı ele geçirmişlerdi. Müttefik kuvvetlerden İngiltere, İstanbul'u sadece işgal etmekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye'de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya da çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bir de, “İngiliz Muhipler Cemiyeti” adı altında resmî bir kuruluş oluşturmuşlardı. Fahrî başkan olarak da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendiyi seçmişlerdi. Böylece, İngiliz yanlısı kamuoyu ciddî bir kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyandırmak için; İngiliz siyasetinin iç yüzünü ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte adlı eserini yayınladı. Bu cesurane hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri olarak ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu. Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte'yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul'un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu.

Anadolu'da başlayan İstiklâl Savaşı ve Kuva-i Milliye'nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin baskısıyla çıkarılan şeyhülislâm fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklâl Savaşını cihad, Kuva-i Milliyecileri de mücahit ilân ederek Anadolu'daki istiklâl mücadelesini destekledi.

İstanbul'da bütün bunlar olurken, Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi hükümeti, Bediüzzaman'ın çalışmalarını ve mücadelesini yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, ayrı ayrı zamanlarda çektikleri üç şifreli telgrafla Bediüzzaman'ı ısrarla Ankara'ya davet etmişlerdi. Fakat o, bu davetlere “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diye cevap veriyordu. Sonunda, eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarları sonucu 1922 yılının Kasım ayında Ankara'ya gitti.

Dipnotlar

2. Bediüzzaman İslâm âleminin en önemli üniversitesi olan El-Ezher'e benzer ve Ortadoğu'da aynı işlevi görecek idealindeki üniversiteye, isim olarak da kardeşliği çağrıştıracak "Medresetüzzehra" ismini vermiştir. "Parlamak" anlamından "ezher"in dişi şekli "zehra"dır.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Önde olmak, önde görünmek değil, hep önde koşmaktır. Hakikat Damlaları

M. Fethullah Gülen

ARAMA

"Ey çağımızda insanlık mâyesinin özü ve hakikat ihtiyacıyla çırpınan gönüllerin rehberi! Şüphe ve tereddütler içinde kıvranan nesiller asırlarca seni bekleyip durdu. Senin imanına, irfanına muhtaç gönüller, daha sen gelmeden yollara dökülmüşlerdi! Henüz gök kubbede adın duyulmadan felek senin esrarına gebe kalmıştı. Doğduğun gün-o gün bizim için en kutlu günlerden biriydi-gölgen karanlık gönüllerin ziyası, ışığın da yedi iklimin ayı-güneşi oldu." Fethullah Gülen

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu