Hikmet-Hizmet Münasebeti

Soru: Kur'an-ı Kerim'de, pek çok hayrın vesilesi olduğu vurgulanan “hikmet” kavramı hangi manaları ifade etmektedir? Hikmet açısından iman ve Kur'an hizmetini değerlendirir misiniz?

Cevap: Hikmet; faydalı ilim, irfan, herkesin bilmediği gizli sebep, fıkıh, felsefe, yaratılıştaki ilâhî gaye, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, ibret almayı gerektiren herhangi bir söz, güzel huy, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir iş, sünnet-i seniyye, din, Kitap gibi... pek çok manalara gelmektedir.

Hikmetin Tarifleri

Kâinat kitabını iyi okuma, fizikle beraber metafiziği ve maverâ-i tabiatı hesaba katma, teşriî hükümlere riâyetin yanı başında tekvinî emirleri de göz önünde bulundurma, bir yandan Cenâb-ı Hakk'ın mâhiyet-i eşyaya yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin özündeki gayeleri kavramaya çalışma... gibi hususlar da hikmetin farklı yanlarını ifade etmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de, hikmet kelimesiyle genel olarak, nasihat ve öğüt, ilim ve irfan, vahiy ve peygamberlik, Kur'an'ın incelikleri ve ilâhî sırlar kastedilmiştir.

Hayatı, Sünnet programlı götürmeye çalışmak.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa kaçmayıp dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesine uygun davranmak.. ifrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali korumak.. da hikmetin çerçevesine dahildir.

Nitekim, akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesi, hikmet tabiriyle ifade edilegelmiştir. Kuvve-i akliye'nin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme manasında “cerbeze”; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında “gabâvet” ve “hamâkat”; mûtedil olanına da, eşya ve hadiseleri güzelce değerlendirip, lehte ve aleyhte olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırabilme keyfiyetinin unvanı olarak “hikmet” denmektedir.

Ayrıca, meselenin hem nazarî hem de amelî yanlarını ihtiva edecek şekilde hikmeti “hayırhahlık” olarak tarif etmek de mümkündür. “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev'ize-i hasene ile davet et!..” (Nahl, 16/125) meâlindeki âyet de bu anlamdaki hikmeti hatırlatır. Evet, gönlünden diline hikmet akan bir insan, kimsenin dikkatini çekmeyen incelikleri görür, başkalarının sezemediği hakikatleri dile getirir ve kimsenin söylemediği sözleri söyler. Söyler ve dudaklarından dökülen herbir cümle bir muhtacın derdine derman olur.

İslâm âlimleri, hikmetle alakalı çok farklı tarifler yapmışlar ve onun onlarca değişik manasını nazara vermişlerdir. Aslında, bu tariflerin herbiriyle hikmetin bir yanını dile getirmişlerdir. Fakat, çoğunluk itibarıyla, hikmeti “faydalı ilim ve salih amel beraberliği” şeklinde yorumlamışlardır.

Ehl-i Hikmet ve Mertebeleri

Varlık ve hâdiseleri iyi okuyup isabetli yorumlayarak insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati arasındaki dengeyi koruyan, ileri görüşlü, derin düşünceli ve basiret sahibi kimselere “hakîm” denilegelmiştir. Hakîm, meselelerin iç yüzlerini bilen, ledünniyâta vâkıf bulunan, hemen her hadiseyi metafizik buuduyla kavrayan, stratejik olan ve hep planlı-programlı hareket eden demektir. Hikmetin kaynağı, büyük ölçüde vahiy ve ilhamdır. Bu açıdan da, peygamberlerin ve derecesine göre diğer mürşitlerin birer hakîm oldukları söylenebilir. Bu ismin aynı zamanda tabib, hekim ve doktor manasına gelmesi de manidârdır; zira, Hak dostları, kendilerine sığınan kalb hastalarını ve iç içe buhranlarla kıvranan kimseleri ruhânî devalarla, ilahî ilaçlarla tedavi eder ve ellerinden geldiğince onların gönül hayatlarını çirkin ahlakın virüslerinden temiz tutmağa çalışırlar.

Şu kadar var ki, hikmete mazhariyetin de kendine göre derinlikleri söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'a karşı saygı hisleriyle dopdolu olarak her zaman ümit televvünlü bir korku içinde bulunmak demek olan haşyet, her türlü hikmetin temelidir. Çünkü, Allah haşyetiyle dolu olan bir kul, her adımını Allah'ı görüyor olma mülahazasıyla ya da en azında her zaman O'nun tarafından görüldüğü şuuruyla atacaktır ki, böyle bir çizgi faydalı ilim ve salih amel beraberliği dediğimiz hikmetin esasını teşkil eder. Fakat, yine de bu seviyedeki bir hikmet anlayışına ancak tek buudlu, “müfret hikmet” denebilir. Bunun bir adım ötesinde, kâinat kitabını dikkatlice okuyarak haşyet duygusunu daha da derinleştirme, sebeplerin ruhunu idrak etme ve fizikle beraber metafiziği de değerlendirme gibi hususları içeren “muzaaf (katlanmış) hikmet” diyebileceğimiz mertebe gelir.

Bir de “mük'ab hikmet” sözüyle ifade edebileceğimiz çok buudlu bir hikmete mazhariyet vardır ki, bu seviyenin eri olan bir insan, ifrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip her zaman itidali korur, sürekli hem teşriî hem de tekvinî emirleri gözetir. Eşya ve hadiseleri Yaratıcı Kudret'in vaz'ettiği çerçevede değerlendirir; neyin ne olduğunu, onun hakikat-ı nefsü'l-emriyesi (her nesnenin hakikati) açısından ele alır; cüz-küll bütün varlığı, her şeyin birbiriyle muvazenesi ve Hâlık'la münasebeti zaviyesinden yorumlar. Sebeplere asla te'sir-i hakikî vermez ama esbab dairesinde yaşadığı için de bir Peygamber sünneti olarak kabul ettiği sebeplere tevessülde de kusur etmez. O, her şeye daha bütüncül bir nazarla bakar. Dünle beraber bugünü, bugünle beraber yarını görür, planlarını ona göre yapar. Kafasında her zaman en az bir yirmi beş sene döner durur. Ortaya koyduğu/koyacağı faaliyetleri sosyal bilimlerin süzgecinden de geçirir; yerine göre, sosyolojinin, psikolojinin, ekonominin kaidelerini de kullanır. Kendi milletinin imkanlarını nazar-ı itibara alır, hasım cephelerin güç ve kuvvetlerini, kin ve nefretlerini de hesaba katar ve bu hesap istikametinde projeler geliştirir; böylece, –Allah'ın inayetiyle– ne yapıp eder, bir muhalif rüzgarla arkadan gelenlerin kuvve-i maneviyelerinin yıkılıp gitmesine, millet ruhunun hüsran ve hizlan yaşamasına fırsat vermez.

Evet, hikmete mazhariyetin de kendine göre bazı derinlikleri vardır. Dolayısıyla, bütün mü'minler bir ölçüde hikmetten nasipdâr olmuşlardır, ama bazı Hak dostları hep Hakîm ism-i şerifinin şuaları altında yaşayarak hikmet burcunun zirvesini tutmuşlardır.

Hizmetin İlkleri ve Hakîm İsminin Tecellisi

Bediüzzaman hazretleri, iman ve Kur'an hizmetinin yörüngelerinden birisi olarak hikmet üzerinde durmuştur. Kendisi de Hakîm ismine mazhar insanlardan biri olmuştur. Her şeyin hakikatini bilen, her şeyi yerli yerinde vaz'eden, her zaman ve her yerde kulların yararına olacak şeyleri yaratan Hakîm-i Mutlak'ın hikmet tecellileri sayesinde, Nur Müellifi de, Kur'an-ı Kerim'i selef-i sâlihînin usullerine uygunluk içinde ve çağın idrakine göre yeniden yorumlamış, imanî meseleleri günümüzün üslubuyla ele almıştır. Hem engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsali olan hem de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü davranan ve büyük projeler üretebilen Hazreti Üstad, ibadet ü taat ve muamelâttan irşad ve nasihat adına ortaya koyduğu yepyeni metodlara, hizmetle münasebeti ölçüsünde siyasi umurla alakadan idarecilere rehberliğe kadar çok geniş alanda düşünmüş, yazmış, mücadele vermiş ve hayatın bütün üniteleriyle meşgul olmuş, toplumun bütün fakültelerinde umûmî bir dirilişin planını yapmıştır.

Baştan bu yana arz ettiğim konular açısından, Bediüzzaman'ın ve onun etrafında hâlelenip “hizmetin ilkleri” olma şerefine ermişlerin i'la-yı kelimetullah adına ortaya koyduklarına bakılırsa, onların hakikaten hikmet verilmiş ve pek çok hayra erdirilmiş müstesnâ insanlar oldukları görülecektir. İlk günden bu yana iman ve Kur'an hizmetinin seyri dikkatlice takip edilirse, hep binlerce hikmeti bağrında saklayan bir şehrahta yol alındığı müşahede edilecektir. Kısaca değinmeye çalıştığım üzere, hikmetin tariflerini birer birer ele alarak, bu iman yolunun hikmet televvünlü hususiyetlerini tek tek saymak da mümkündür; ne var ki, böyle bir çalışmanın ancak mustakil bir kitapla yapılabileceği de aşikârdır. Bu itibarla, şimdilik meseleyi genişçe ele almayacak olsam da, bir fikir vermesi için çok önemli gördüğüm üç hususu hatırlatmak istiyorum:

1) Kötülükleri gidermenin ve iyilikleri elde etmenin söz konusu olduğu her işte hikmet manası vardır. İnsanlık için fayda getirecek faaliyetlerde bulunmak, bozulanı onarmak, yıkılanı tutup kaldırmak, hep ıslahçı olmak ve her şeyin yaratılış gayesine uygun şekilde devamını sağlamak hikmetin önemli bir derinliğini teşkil eder. İşte, iman hizmeti ilk günden itibaren hep bu çizgide götürülmüştür.

Evet, Nur Müellifi ve etrafındaki yüce kâmetler, milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı, içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ve dünya çapında ifritten hadiselerin cereyan ettiği bir dönemde, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan ve sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan birer hekim olmuşlardır.

Çağı İyi Okumak

2) Islahçı olmak, Kur'an talebesinin şiarı ve vazifesidir; fakat, en az bu vazife kadar onu eda ederken uygulanacak metodların ve öncelikli olarak ele alınacak meselelerin tesbiti de ehemmiyetlidir. İşte, bu noktada işin içine çağı çok iyi okuma mevzuu girer. Çağı iyi okumak, tekvinî emirleri okumaktan daha farklı bir konudur. Bu konu, değişik toplumları yeterince tanımakla, yeryüzüne hâkim milletlerin planlarını gayet iyi bilmekle, dönemin fen ve tekniğini hayır istikametinde kullanabilme istidadına sahip olmakla ve asrın hastalıklarını tam olarak teşhis edip onlara uygun tedavi çareleri geliştirmekle alakalı bir husustur.

Bugünü değerlendirmek ve aydınlık yarınlara ulaşmak isteyenler, mutlaka zamanın gerçekleri ve hayatın çağlayanları ile kendi irade, sa'y ve gayretleri arasındaki âhengi yakalamak mecburiyetindedirler. Aksine, kâinattaki umûmî cereyana karşı direnmeleri, onların mahvolup gitmelerini netice verir. Dünya başını almış bir yerlere giderken, bir toplumun kendi dar kabuğuna çekilip inzivâya dalması kendi idam fermanını imzalaması demektir. Bu açıdan da, hayatını iman hizmetine adamış insanlar, içinde bulundukları çağın şartlarını çok iyi bilmeli; bu asrın vâridat, mana ve yorumlarıyla mutlaka tanışmalı, barışmalı ve uzlaşmalıdırlar.

Evet, mesela 11. ya da 12. asırda yaşayan bir müceddidin, Hazreti Alîm ü Hakîm'in eczahane-i kübrâsından alıp insanların dertlerine deva olarak sunduğu hakikatler de çok önemlidir. Öz ve esas itibarıyla, o devirde ortaya konan bir reçetenin daha sonraki dönemlerde de istifadeye medar olması her zaman muhtemeldir. Ne var ki, her döneme has bazı hastalıkların ve çözüm bekleyen bir kısım yeni problemlerin mevcudiyeti de şüphe götürmez bir gerçektir. Ayrıca, çeşitli ilim sahalarında katedilen mesafelerin her geçen gün daha zengin yorumlar ortaya koyma fırsatı verdiği de bir hakikattir.

İşte, Bedîüzzaman'ın hemen bütün eserleri ve faaliyetleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden ve yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddî bir gayretin sonucudur. O, içinde yaşadığı toplumun dertlerini teşhis ederek onlara karşı reçeteler sunmuştur. Bunu yaparken, tabii ki seleflerinin tecrübe ve müktesebâtından istifade etmiştir; fakat, sadece kuru taklide takılıp kalmamış, bütün meseleleri bir de kendi dönemi zaviyesinden değerlendirmiştir. Seleflerinin esrâr-ı Uluhiyet ve esrâr-ı Rububiyet adına gösterdikleri ufuklara bakıp şahlanmış, kanatlanmış; meselelere kendi zamanının idrak seviyesinin çok üstünde bir bakış açısıyla yaklaşmış; fizik, kimya, biyoloji, zooloji ve antropoloji gibi müsbet ilimleri de yine kendi davasını isbat istikametinde kullanmış ve her gün biraz daha gelişen bu ilimler zaviyesinden meselelere bakıp şimdilerde çok daha yeni şeyler söyleme adına arkadan gelenlere bambaşka kapılar aralamıştır.

Bu itibarla da, dünden bugüne iman ve Kur'an hizmeti çağın çok iyi okunmasına bağlı ve zamanın şartlarına uygun bir yolda devam edegelmiştir ki, bu husus da hikmete mazhariyetin mühim bir yanıdır.

“Bende Bu Ümit Oldukça...”

3) Hikmete mazhariyetin bir neticesi olarak, ıslah azmi içinde bulunmak ve bu gayeye matuf çağı iyi okumak şeklinde serdettiğimiz iki esas meseleyi, teşhisi yapılan hastalıkları tedavi ederken şartları ve konjonktürü nazar-ı itibara alma, hizmet üslubunu güzelce belirleme, mebde ve müntehâya bütüncül bir nazarla bakma ve asla acelecilik yapmama gibi hususlar takip eder.

Her şeyden önce hep hatırda tutulmalıdır ki, iman hizmeti insana yapılan bir yatırımdır ve böyle bir yatırımın geriye dönmesi belki bir asır alır. Şayet, yapacağınız bir işi insana bağlı götürecekseniz, mesela özüne, asıl kimliğine, dinî ve millî kültür mirasına ve evrensel insanî değerlere bağlı bir nesil yetiştirmek istiyorsanız, gerekirse bir yüz seneyi nazar-ı itibara almalı, plan ve programlarınızı ona göre yapmalı, mukavemetinizi ve metafizik geriliminizi gözden geçirmeli ve hâlâ Süleyman Nazif gibi, “Bu ümit benimle olduğu müddetçe üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene beklerim!” diyebilecek kadar kendinizi azimli ve kararlı hissediyorsanız, işte o zaman ilk adımı atmalısınız.

Evet, iman hizmetinin mebdeinde böyle bir ümit ve azim, o denli bir inanmışlık, derin bir mesuliyet duygusu, takdire şâyân bir vazife şuuru ve harikulâde bir sabır vardır. Öyle ki, Bediüzzaman hazretleri, büyük bir karamsarlık içinde bulunan ve kendisinin ümitle alakalı sözlerine kulak vermeyen bazı muasırlarına, “İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım: Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz.” sözleriyle seslenmiş ve belki elli-altmış sene sonra gelmesini beklediği Kur'an talebelerinin toprağın bağrına atılan tohumlar gibi bir gün mutlaka sümbül vereceğini dile getirmiştir.

Onun etrafındaki altın zincirin herbir halkası da, Üstad'ın sözlerine, verdiği müjdelere, hizmetlerinin istikbalde hendesî olarak genişleyeceğine ve emeklerinin kat'iyen zayi olmayacağına cân u gönülden inanmışlardır. İnanmış ve evlerini matbaa haline getirmiş, kadın-erkek, genç-ihtiyar ellerine birer kalem alıp nur katipleri haline gelmişlerdir. Ciddi bir hesapla ve hizmet matematiğine çok vakıf bir sabır ve tennî ile, satır satır, sayfa sayfa mektuplar yazıp dört bir yana neşretmişlerdir. Sürgünde, hapishanede ve hatta savaş meydanında bile hiç durmamış; yazmış, çoğaltmış, mümkünse elden ele dağıtmış ve sürekli iman hakikatlerinin tercümanlığını yapmışlardır. İşte, onların bu fedakarlıkları ve vesile oldukları hayırlı hizmetler dikkatle ele alınınca açıkça görülüyor ki, onlar Cenâb-ı Hak nezdinden hikmete ve dolayısıyla da pek çok hayra mazhar olmuşlardır.

“Nerede hikmet, nerede ben?”

Zaten, soruda îmâ ettiğiniz ayet-i kerimede, Hakîm-i Mutlak, mealen, “Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri düşünür ve anlarlar.” (Bakara, 2/269) buyurmuştur. Sebepler planında, hikmete ermenin başlangıcı tefekkürdür. Kur'an talebeleri için mühim bir esas olan tefekkür ise, selim akıl ve selim kalb ile olur. Aklını ve kalbini heva ve heveslerine kaptıranlar kendi vicdanlarının sesini duyamaz, dış dünyada olup biten ibretli hadiseleri düşünüp anlayamazlar. Zira, gerçekleri anlamak için “ulü'l-elbâb” denilen tam akıllılardan, akl-ı selime sahip bulunanlardan olmak lazımdır. Esasen, söz konusu ayette de basiret sahipleri ya da akıl sahipleri denilmemiş, “Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı) olanlardan başkası anlayamaz.” şeklinde “lüb” tabiri kullanılmıştır. Bu ifadeyle selim akla, aklın özüne, latife-i Rabbaniyeye, belki onun daha derin bir buudu olan sır ufkuna veya onun da ötesinde sayılan hafî ve ahfâ latifelerine işaret edilmiştir.

Diğer taraftan, “hizmetin ilkleri”ni muzaaf ya da mük'ab hikmet mertebelerinin kahramanları olarak zikrettikten sonra, bugün iman ve Kur'an hizmetine gönül veren insanların da, değişik seviyelerde de olsa, hikmete ve çok hayra mazhar oldukları söylenebilir. Evet, günümüzün kendini beşerin ebedî saadetine adamış bahtiyar ruhları da bir ölçüde Hakîm isminin tecellilerine mazhardırlar. Senelerden beri hiç tavır değişikliğine girmeyen ve aktif sabırla daire içindeki yerini hep muhafaza eden gönül erleri de hemen her adımlarını pek çok hikmete mebnî atmaktadırlar. Şahs-ı manevî hakkında böyle düşünmek, hem mü'minin şiarı olan hüsn-ü zannın gereğidir hem de cemaatin yanılmazlığına bağlı bir mülahazadır.

Bu açıdan, şahs-ı manevî hakkında hüsn-ü zan etmek bir esastır ama her ferdin kendi hakkında “Nerede hikmet, nerede ben?” demesi de yine Kur'an hizmetinin bir düsturu olan “kendini nefy” hakikatine bağlı bir düşüncenin terennümüdür. Evet, insan kendisine sorgulayıcı ve muhasebe ağırlıklı bir nazarla bakmalıdır; en güzel işlerini bile bulandırdığı, pek çok hata ve günaha girdiği endişesini taşımalıdır. Duygu ve düşünce istikametini koruyamadığı için, bazen hak ve hakikatleri anlatırken hiç farkına varmadan kendisini anlatmış, kimi zaman Kur'an okurken esas kendi canına okumuş ve hatta namaz kılarken kendi cenaze namazını kılmış olabileceğini düşünmeli ve müflis bir insan olarak ötelere gitmekten çok korkmalıdır. İşin içine nefsini ve beklentilerini karıştırdığı için cihad meydanından cehenneme yuvarlanan, Allah yolunda verdiğini iddia ettiği malı “görsünler” ve “desinler” düşüncesiyle boş yere tüketen ve aslında Cenâb-ı Hakk'a yaklaştıran ilmi kibir ve gurur sâikiyle bir uzaklık sebebine çeviren kimselerin çirkin akıbetlerinin bizzat Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz tarafından anlatıldığını hep hatırda tutup nefis ve şeytanın tuzaklarına karşı teyakkuzda bulunmalıdır. Bulunmalı ve ortaya konan hizmetlerin hiçbirinde nefsine en ufak bir hisse ayırma duygusuna girmemelidir.

Vakıa, bir insan hakikaten kendisine hikmet ve çok hayır verilmiş biriyse, o nimeti görmezlikten gelmesi nankörlüktür; kendinden bilip nefsine mal etmesi ise, gurur, kibir ve fahr olur. Bu iki tehlikeden de kurtulmanın yegane çaresi, Üstad'ın ifadesiyle, “Evet, bu libas bana yakıştı, güzel oldum ama güzellik cübbeye ve onu giydirene ait.” demek suretiyle nimetin çehresinde Nimeti Veren'i görmek ve şükür hisleriyle Mün'im-i Hakiki'ye yönelmektir.

Sözün özü; biz, her dönemde dine ve imana hizmet edenlerin hikmete ve büyük hayra mazhar olduklarına inanır ve şahs-ı manevî hakkında hep bu hüsn-ü zannımızı seslendiririz. Ne var ki, kendi şahsımız hakkındaki mülahazalarımızın şu çizgide kalmasına da dikkat ederiz: “Bana hikmet verilmiş olduğunu zannetmiyorum; ara sıra isabetli işler yapıyor gibi olsam da onların birer istidrac olmasından endişe ederim. Fakat, Allah'a hamd ü senâ olsun ki, mücrim olsam bile, Cenâb-ı Hak beni de hikmetli insanların meclisine dahil eylemiş, böyle nuranî bir kafilede bana da yer vermiş. Belki hâlâ koridoru geçemedim, harem dairesine giremedim; ama hikmetli bir heyetin bulunduğu binanın dışında da değilim; dahası salondakilerin seslerini duyuyor ve müteselli oluyorum. Burada, bu ölçüde de olsa ehl-i hikmetle beraberim; ihtimal Hazret-i Rahîm ötede onlara “Girin selametle Cennete!” derken, bana da “Layeşkâ celisühüm – Kur'an talebeleri öyle salih kullardır ki, onlarla oturup kalkanlar asla tali'siz olmaz ve ebedî hüsrana uğramazlar” fermanıyla teveccühte bulunur. Burada ayırmadığı gibi, ötede de arkadaşlarımdan ayırmaz ve onların önünde beni mahcup etmez.”

Add comment


Security code


Refresh

back to top

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu