Logo
Print this page
Mazlumun Âhı, Titretir Arşı!..

Mazlumun Âhı, Titretir Arşı!..

Birisi itibarınızı bitirmek ve sizi yokluğa mahkûm etmek için karar vermiş; sürekli hakkınızda komplo kuruyor, hiç durmadan gıybetinizi yapıyor, utanmadan size iftira atıyor. Siz mü’minsiniz; kötülüğe kötülükle karşılık vermek istemiyor ve yumuşak bir üslupla doğruları anlatıyorsunuz. Fakat sizi hasım belleyen kimse vazgeçmiyor, bühtanlarına devam ediyor. Olmadık suçlamalarda bulunuyor, “yapmadım” diyorsunuz, “yaptın” diye tutturuyor; “İşin aslı bu!” cevabını veriyorsunuz; “Hayır, şöyle..” diye inat ediyor. “Delil” istiyorsunuz, dedi-kodulardan dem vuruyor. Anlıyorsunuz ki yalın açıklama problemi çözmüyor. Bu defa yemin billah ediyorsunuz; Allah adı veriyorsunuz. Hayret, o da muhatabınızı yumuşatmıyor. Son çare diyor ve onu ahitleşmeye/yeminleşmeye çağırıyorsunuz; “İnsafı ve vicdanı olan artık saldırganlıktan uzaklaşır!” zannediyorsunuz. Ne tuhaf, bu defa da “Bana beddua ettin; lânette bulundun!” bağırtılarına maruz kalıyorsunuz.

İşte böyle bir çirkinlik yaşanıyor ülkemizde. Hayatını insanlığa adamış, dünya zevki namına hiçbir şey tatmamış ve İnsaniyet-i Kübra’nın yücelmesinden gayrı muradı olmamış bir insan işaret ettiğim tuhaflığın çok ötesinde bir zulümle karşı karşıya bulunuyor.

Hocaefendi’ye Şefkat Dersi mi?

Dinden diyanetten behresi olmayan bazı zavallı kimseler muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ders vermeye, hem de şefkat öğretmeye kalkışıyorlar.

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in beddua etmekten kaçındığını, kendisinin lânet edici değil rahmet vesilesi olarak gönderildiğine vurguda bulunduğunu; mübarek ayaklarını kanlar içerisinde bırakan, başını yaran, dişini kıran ve yüzünü yaralayan düşmanları için dahi lanet etmeyip “Allahım, kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar beni bilmiyorlar.” dediğini tekrar edip duruyorlar.

Amennâ ve saddaknâ!.. İnsanlığın İftihar Tablosu ne buyurmuş ve nasıl yaşamışsa başımızın tâcı!. Fakat, acaba mesele öyle dendiği kadar basit mi?!.

Bu şefkat, rahmet ve mülâyemet dersleri bir ilk ya da orta okul çocuğuna belki anlatılabilir ama hele Hocaefendi’ye hitaben bunlar ifade ediliyorsa önce “Edep yahu!..” demek ve müderrisleri insafa davet etmek gerekir. Zira, Hocaefendi’nin şefkati, hoşgörüsü ve üslubu dünyaca malumdur; onun nasıl bir hilm u silm âbidesi olduğuna yetmiş küsur senelik hayatı şâhid-i sâdıktır.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, hiç kimse için kötü bir akıbet dilemeyen, kırk-elli sene aleyhinde yazı yazan birisi hakkında bile “cehennem” denilince, “Hayır ya Rabbi, ateşe atma; hidayet buyur, cennetine koy!” deyip gözyaşlarına boğulan ve bütün hayatını insanlığın ebedi saadeti yolunda ağlamakla geçiren bir insandır.

Kıymetli Hocamız her zaman “Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur bizim. Başkaları bin türlü husumet gösterseler ve husumetin bin türlüsünü bir anda çektirseler de düşmanca tavrın tekiyle bile olsa mukabelede bulunmayı düşünmeyiz. Geçeceğimiz yollara diken atan, önümüze çukurlar kazan insanlardan birini bir yerde kuyuya düşmüş görsek, yine ellerinden tutar, kaldırırız. Biz en zor günlerde, en amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile tel’ine ve bedduaya ‘âmin’ demedik, kimseye lânet ve kahriye okumadık. Belki onlar hakkında en acı tercihimiz, onları Allah’a havale etme şeklinde oldu.” demiş ve hep bu çizgide hareket etmiştir.

Allah’a Havale Ederken Bile Şarta Bağlamalı!..

Hocaefendi, zâlimleri Allah’a havale edişini bile hep belli şartlara bağlamış, onlara karşı ilahi korunma talep edeceği zaman bile bu isteğini şartlı dile getirmiş; “Allahım, rezil rüsvâ ve perişan olmamızı arzu edenleri, bu istikamette komplolar düzenleyenleri de ıslah eyle. Akıllarını ve kalblerini sıhhate kavuştur. Şayet muradın bu yönde değilse ve onlar bütün bütün nasipsiz kimselerse, hiç olmazsa bizi onların zulümlerinden muhafaza buyur; zâlimleri gaye-i hayallerine ulaştırma ve onlara karşı bize yardımcı ol!..” muhtevasıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmiştir.

Öyleyse, temel düşünce yapısı ve karakteri itibarıyla, şahsî haklarından hep fedakarlıkta bulunan, toplumu ilgilendiren meselelerde ise tel’ine ve bedduaya uzak durup Allah’a havale yolunu tercih eden Hocaefendi’nin yürekler yakan, tüyler ürperten ve içlere işleyen o duası, uzun uzun düşünmeyi, dikkatli tahlili ve derin muhasebeyi hak etmiyor mu?

Yolsuzluk Sohbetindeki Sözlerin Arka Planı

Herkul.org’da 20 Aralık 2013 tarihinde “Yolsuzluk” başlığıyla yayınlanan sohbetinde Hocaefendi, önce bir kere daha adanmış ruhlar için şefkatin önemini anlattı. Daha sonra, hizmet gönüllülerinin maruz kaldığı saldırılara değindi; akabinde sözü güncel hadiselere getirdi.

Özellikle son iki ayda neler denmedi ve neler yazılıp çizilmedi ki?!.

En büyük sermayesi adanmışlığı ve beklentisizliği olan insanlar hakkında “iktidarı ele geçirme”, “devlete sızma”, “vesayet kurma”, “paralel yapı oluşturma”, “kirli ittifak”, “oy pazarlığı” ve “uluslararası çirkin bir oyunda rol alma” gibi birbirinden iğrenç iftiralar atıldı; bunlar sadece ahbab meclislerine münhasır da kalmadı, genel ve sosyal medya aracılığıyla yayıldı ha yayıldı. Mesele şahsî olsaydı, Hocaefendi yine sükut eder, en fazla Cenab-ı Hakk’a havale ile yetinirdi. Nitekim “Gizli Kardinal Operasyonu” deyip alçakça imalarda bulunanlara biz “Dilin kopsun!” diyecek olduk ama o sadece acı acı gülümsemekle iktifa etti. Evet, hadise yalnızca şahsını alakadar etseydi, o Hak dostu duygularını yine “sükutun çığlığı”na bırakırdı. Fakat, asimetrik saldırılarla umumun hukukuna tecavüz söz konusuydu, amme hakkı vardı işin içinde. İşte orada insafsız hücumlara göz yumulamaz ve sessiz kalınamazdı.

Meselenin o raddeye gelmemesi için çok çırpınıldı. Defalarca açıklama yapıldı, yazıldı çizildi; gizliden de söylendi, açıktan da ilan edildi. Gece de anlatıldı, gündüz aydınlığında da tavzih yapıldı. Fakat bazıları iftiralarından vazgeçmediler. Mektuplar yazıp sorular sordular; yemin ettik, “iftira” dedik. Heyhat inanmadılar. İsnad ve iddialarını kanıtlayan deliller ortaya koyamadılar ama “Müminin kasemi hüccettir!” hakikatiyle kanaat etmeye de yanaşmadılar. Hasılı, muhterem Hocamıza ahitleşme/yeminleşme şıkkından başka tercih bırakmadılar.

İşte öyle bir atmosferde Hocaefendi son çare olarak dua üslubuyla bir çağrıda bulundu. Katiyen şahısları hedef almadı, şu taraf bu taraf da demedi, hele bir siyasi hareketin bütününü hiçbir zaman ama hiçbir zaman müfterilerle, komplocularla bir tutmadı. Dahası, beddua diye algılanan sözlerine kendisini işin içine katarak başladı ve şöyle dedi:

“Fakat eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar.. kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum.. bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip (arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermeme adına) bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.”

Öncelikle, bu cümlelerdeki şu ifadelere dikkat etmek gerekir: “…arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermeme adına…” Şefkat insanı, yine muhataplarının âhiretini düşünmektedir ve hadiselerin kötülüklerle öteye gidilmemesi noktasında değerlendirilmesini istemektedir.

Mülâane, Mübâhale ve Ahitleşmeden Maksat Nedir?

Saniyen, bu bir beddua değil olsa olsa bir mülâane, mübâhale ya da delilsiz itham edilen bir insanın ahitleşme/yeminleşme davetidir. Nitekim bazı yazar ve mütefekkirler bu duayı “mülâane” (kocanın eşini zina ile suçlaması ve bunu dört şahitle ispat edememesi halinde, hâkim önünde özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşme) veya “mübâhale” (suçlama ve iddialaşmalarda, doğrunun ve haklı olanların ortaya çıkması ile hangi taraf yalancı ise, Allah’ın onu cezalandırmasını gönülden isteme) çerçevesinde ele alan yazılar yazdılar. Evet, zikredilen sözler, Hocafendi’nin, asılsız iddia ve isnatlarla sürekli saldıranları o türden bir ibtihale (yalvarış ve yakarışa) çağırması olarak yorumlanabilir.

Bununla beraber, sanki ortada bir yanlış varmış da özür dilenmesi lazımmış gibi bir algı oluşturulması en hafif ifadesiyle insafsızlıktır. Açıklamaları dinlemeye ve hakikatleri duymaya karşı isteksiz davranan, zira (iddia edilen) haramîliği örtbas için gürültüye ihtiyaç duyan bazı kimselerin çarpıtmalarla hakikati gizleme derdinde oldukları hatırdan dûr edilmemelidir.

Nitekim, hemen bir koro oluşturulduğu ve aynı manşetlerin, tıpa tıp haberlerin yaptırıldığı âşikârdır. Dört bir yandan dinimizde beddua olmadığı, Peygamber Efendimiz’in hiçkimseyi lanetlemediği ve Hazreti Üstad gibi büyüklerin asla kahriye okumadıkları yazılıp çizilmekte, gürültüyle seslendirilmektedir. Hatta bu konuda Diyanet’in bir fetvasından bahsedilmekte ve maalesef o da sağından solundan kırpılıp neşredilmektedir.

Öyle mi gerçekten? Bunlar sadece birer ezberden ibaret olmasın?!.

Peygamber Efendimiz Hiç Beddua Etti mi?

Lânet, Allah’ın merhametinden uzak olmayı ifade eder; lânet okuma ahireti de kuşattığı için en şiddetli, bed (kötü) duadır. Doğru, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Ben lânet edici değil, rahmet peygamberi olarak gönderildim” buyurmuş ve en zor şartlarda dahi lanet etmemeyi yeğlemiştir.

Bununla beraber, Allah Rasûlü’nün hiç lânet etmediği ve bedduada bulunmadığı bilgisi doğru değildir. İnsanlığın İftihar Tablosu, bazı çirkinliklerden sakınılması ve günahlara karşı daha dikkatli olunması için zaman zaman “lânet” ifadesini kullanmıştır. Sâdık u Masdûk Efendimiz’in Buhari, Müslim, Tirmizi, Müsned gibi en muteber hadis kitaplarında yer alan lal ü güher beyanlarına bakıldığında zecr (sakındırma) maksatlı pek çok sözü görülecektir:

“Allahın laneti hırsızın üzerindedir!”

“Allah’ın lâneti rüşvet alan ve verenedir!”

“Faiz yiyen ve yedirene Allah lânet etsin!”

“Anne ve babasına söven kimse lânetlenmiştir!”

“Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah lânet etsin!”

“Altın ve gümüşün kuluna, paraya tapana lânet olsun!”

“Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana lânet olsun!”

“Zalim âmirlere, fasıklara, sünnetimi yıkan bid’atçilere Allah lânet etsin!”

“Arazi işaretlerini bozana (sınır taşlarını kaldırıp daha fazla yer tutma peşinde olana) Allah lânet etsin!”

gibi hadîs-i şerifler bahsini ettiğim incilerden sadece birkaçıdır.

Ayrıca, Sonsuz Nur Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine reva görülen pek çok haksızlık ve zulüm karşısında bedduaya tevessül etmediği hâlde, toplum yapısını tehdit eden cürümler karşısında lânet ifadesini bile kullanmış; Bi’r-i Maûne hâdisesi gibi masum insanların zulmen öldürüldüğü birkaç mevzuda bedduada bulunarak, başka hikmetlerinin yanı sıra hayatını Kur’ân hizmetine verenlerin Allah indindeki ve Rasûlü yanındaki kıymetini de göstermiştir.

Hamdi Yazır Hazretleri: “Zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir!”

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

لاَ يُحِبُّ اللهُ الْجَهْرَ بِالسُّوءِ مِنَ الْقَوْلِ إِلاَّ مَنْ ظُلِمَ وَكَانَ اللهُ سَمِيعًا عَلِيمًا

“Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” (Nisâ, 4/148)

Bu ilahî beyan münasebetiyle merhum şehid Seyyid Kutup, tefsirinde şunları söylemektedir:

“Kuşkusuz İslâm, -zulmetmedikleri sürece- insanların namına ve şanına saygı gösterir. Ancak zulmettikleri zaman bu saygıyı hak etmezler. İşte o zaman zulme uğrayana, zulmedenin kötülüğünü açıklama izni verir. Dillerin kötü söz söylemesine ilişkin yasağın tek istisnası budur. Böylece İslâm’ın, zulme imkan tanımayan adaleti koruması için, ferd ya da toplumun utanma duygusunun yırtılmasına izin vermeyen ahlakı koruması birbirine uygun düşmektedir.”

Elmalılı Hamdi Yazır hazretlerinin aynı ayeti tefsir ederken dile getirdiği hususlar ise, gerçekten çok dikkat çekicidir:

“Allah, kötü sözün açıklanmasını sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabîlinden olarak bile meydana konulmasını istemez, buğzeder. Gerçi Allah, ne fiil olarak, ne söz olarak, ne gizli, ne âşikâr kötülüğün hiçbirini sevmez. Fakat ister sözle olsun, ilan edildiği ve açıklandığı zamandır ki, bilhassa gazab ve azab eder. Ve işte ilâhî azabın sır ve hikmeti bu noktada, yani Allah’ın kötülüğü sevmemesindedir. Ancak mazlum (zulme uğrayan) hariç. Zulmedilmiş, hakkına tecavüz olunmuş olan kimse feryad edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir veyahut ondan yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine aynen karşılıkta bulunabilir. Ve Allah zulme uğrayanın feryadını dinler, halini bilir.”

Hele işlenen zulüm bütün müslümanların bellerini bükecek ve yüzlerini kara edecek cinsten ise…

Diyanet’in Sitesinde Beddua Tarifi

Peki, Diyanet İşleri Başkanlığı ne diyor bu konuda?

Başkanlığın sitesinde “beddua”nın tarifi yapılıp sevimsizliği anlatıldıktan sonra (maalesef bazı medya organlarının kasden kırpıp yayınlamadıkları bölümde) şöyle deniliyor:

“… (Hazreti Peygamber) ayrıca mü’minleri uyarmak amacıyla, paraya taparcasına düşkün olanlara (Buhârî, Cihad, 70; Rikâk, 10); ana-babaya karşı gelenlere (Müslim, Birr, 8; Müsned, II/346) ve benzerlerine ad vermeksizin beddua etmiştir. Mazlumun duasının mutlaka kabul olunacağını beyan etmiş (Buhârî, Mezalim, 9), bizzat kendisi de mazlumun bedduasına uğramaktan Allah’a sığınmıştır (İbn Mâce, Dua, 20; Müsned, V/82-83).”

Hak Dostları Beddua Etmiş mi?

Bütün anlatılanların yanı sıra bir de “Hak dostları beddua etmezler!” diyen çok bilmişler var ki, bu da sadece ezberden ibaret yanlış bir bilgi kırıntısıdır.

Herbiri bir şefkat âbidesi olan Hak dostları söz konusu zulüm olduğunda bedduadan geri durmamışlar ve âciz/çaresiz kaldıkları zamanlarda zâlimleri Allah’a şikayet etmişlerdir. Selef-i salihînin hepsi inkarcılar aleyhine değişik niyazları seslendirmişlerdir ve onlar saded haricidir. Onlara ilaveten, Evliyaullah’ın müslüman olmakla beraber zulümden geri durmayanlar hakkındaki duaları da az değildir. Nitekim, sadece Merhum A. Ziyaeddin Gümüşhanevî hazretlerinin derlediği üç ciltlik “Mecmûatü’l-Ahzâb” adıyla maruf dua külliyâtına bakılırsa, bunun pek çok misalini bulmak mümkün olacaktır. Abdülkâdir Geylânî, Muhyiddîn İbn Arabî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, İmam Gazzâlî, Şihâbeddin es-Sühreverdî, Ahmed el-Bedevî, İbrahîm ed-Desûkî ve Ahmed er-Rifâî gibi Hak âşıklarının zulme maruz kaldıklarında nasıl tazarruda bulundukları görülecektir.

Mesela; “Virdü Cemîi’l-evliyâ ve Cünnetühüm” (Bütün Allah Dostlarının Virdi ve Sığınağı) başlıklı “Evliyaların Kalkanı” adıyla da meşhur dua meâlen şöyledir:

“Rabbimiz hep kötülük planlayıp tuzak peşinde koşan kendini bilmez nâdanlara fırsat verme. Sen onların birliklerini dağıt.. cemiyetlerini darmadağın et.. menfi emellerini uygulamak için kullanacakları her türlü malzemeyi asla kullanamayacakları bir hale getir.. plan ve projelerini boz.. binalarını başlarına yık.. hallerini değiştir.. ecellerini yakınlaştır.. hiç kimse hakkında hiçbir kötülük düşünmeye fırsat bulamamaları için onları kendi dertleriyle uğraştır ve nihayet onları, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah” ve “Bismillahirrahmanirrahîm” hakkı için güç ve kudretinin şanına yaraşır şekilde cezalandır!.”

Zulüm karşısında çaresizliğin sesi soluğu olan bu duanın benzerini ya da daha şiddetlisini merak edenler özellikle Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin “Hüzbü’t-Tevhid” başlıklı münacaatına, Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin “Hizbü’n-Nasr” isimli tazarruuna, İmam Şâzilî Hazretleri’nin “Hizbü’t-Tams” ve “Hizbü’l-Hıfz” unvanlı yakarışlarına, Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin istiâzelerine, İmam Gazzâlî Hazretleri’nin hizblerine, Şeyh Seyyid Buharî Hazretleri’nin “Hizbu’l-Kahr”ına ve Şihabuddin Ahmed İbn Musa el-Yemenî’nin “Hizbü’l-Hucub” namlı niyazına bakabilirler. Yalnızca bir atf-ı nazar dahi velilerin hep ıslah peşinde olduklarını, şahıslarla hiç uğraşmadıklarını; fakat, zulüm ve gadre uğradıklarında kötü fiil ve sıfatları nazar-ı itibara alarak bedduada ve hatta lânette bulunduklarını görmeye yeterli olacaktır.

Dahası, Yezid (646-683) Emevilerin ikinci halifesidir. Halifeliğin onun şahsında saltanata dönüştüğü kabul edilir. Hazreti Hüseyin’in (radiyallahu anh) şehit edilmesi ve Kerbela faciasından sorumlu tutulduğu için Üstad’ın ifadesiyle, ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani, “Yezid’e lanet caizdir.” demiştir. Evet, “Lanet vaciptir ve sevabı vardır!” dememiştir. Bununla beraber, bilhassa Ehl-i Beyt’in torunları aldıkları bu cevazla ona hep lânet ederler.

Neden müslümanlara halifelik de yapmış olan Yezid’e lânet ederler? Çünkü, o zalimdir. Âhir ömründe tevbe etmiş olması ihtimali, ihtiyatlı müminleri sükuta mecbur etse de ona lanet okuyanlara da kimse bir şey demez. Hâşâ ve kellâ!.. Kimseyi Yezid’e benzetmiyorum. Bizim şahıslarla işimiz olamaz. Atlanan bir hususu hatırlatmak için bu misali naklettim, hepsi o.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Bedduası ve Yanan Bina

Bir mesele daha var ki, o da bazı Nur talebelerinin de muhterem Hocaefendi’ye Hazreti Üstad’ın şefkatini anlatmaya kalkışmaları. Bu insanların “Risale’yi sadeleştirenlerin elleri kırılsın!” deyip beddua halkaları oluşturduklarını söyleyenler arasından çıkması da manidar. Evet, Üstad’ın şefkatini öğretmeye kalkıyorlar. Bir kere daha “Birazcık edep yahu!..” diyeceğim. İnsan Allah’tan korkar. Bana, ona, öbürüne “merhamet” deyin ama “mücessem şefkat” haline gelmiş bir insana karşı ukalalık yapmaya hiç kimsenin hakkı olmasa gerektir!..

Halbuki Risale mektebinin ilkokul sırasındaki çocuklar bile duymuştur: Zamanının kudretli valilerinden biri, sürgün edilen Bediüzzaman hazretlerinin görüşme talebini kabul eder. Vali, Hazreti Üstad’a zorla sarığını çıkarttırıp şapka giydirmeye uğraşır. Üstad, “Bu sarık ancak bu kelle ile beraber çıkar!” der, gider; valilik binasını terkederken de “Başından bul!” diyerek ona beddua eder. Üç yıl sonra, zulümlerle anılan ve bir cinayet hadisesine de adı karışan vali kafasına kurşun sıkarak intihar eder.

Hayır, Bediüzzaman Hazretleri’nden aktaracaklarım bu kadar değil. Bakınız bir mektubunda Hazreti Üstad ne diyor:

“Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar artık yeter. Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. ‘Mazlumun âhı,. tâ arşa kadar gider.’ diye bir kuvvetli hakikattır.”

Nitekim, o sabır kahramanı kendi haklarından vazgeçse de hukukullah söz konusu olunca beddua da ettiğini yine kendisi anlatıyor:

“Meşihat (İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi, diyanet) ve adliyenin yanması münasebetiyle, bir sözüme yanlış mânâ verilmiş. Şöyle ki: Bundan on dokuz sene evvel, haksız bir surette İstanbul’a menfî (sürgün) olarak perişan bir surette gönderildiğim vakit, bir zaman Meşihat’taki Dârü’l-Hikmet’te bulunduğumdan, Meşihat’ı sordum: “Ne haldedir?” Dediler: “Büyük kızların lisesi olmuş.” Ben de hiddet ettim. Bir beddua ettim. Hem dedim: “Ya Rab! Meşihat’ı kurtar.” O gece Meşihat kısmen yandı. Ben de o münasebetle dedim: “Bazen ateş temizlik yapar. Bu fakir millete beş milyon zarar veren adliyenin yanması da belki inşaallah bir temizliktir; o zarar telafi edilir!”

Hazreti Üstad, bir başka risalesinde o bedduasını şöyle açıyor:

“Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur’âniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde, “Meşihat dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki, ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envâr-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok; kemal-i me’yusiyetle âh vah diyerek dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalbleri yanan çok zatların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes “Vâ esefâ” dedi; ben ve benim gibi yananlar, “Elhamdü lillâh” dedik. Zannederim ki, bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren Adliye dairesindeki yangında böyle bir mânâ var. İnşaallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.”

Görüyorsunuz değil mi, kendi şahsî haklarının hesabını hiç yapmayan mefkure insanları söz konusu milletin hukuku olunca nasıl düşünüyor ve ne suretle davranıyorlar?!.

Arakan, Filistin, Mısır, Suriye ve Irak İçin Dua Edildi mi?

Bu yazı gibi şeyi çok uzattığımın farkındayım; fakat bir husus daha kaldı: “Dünyada o kadar hadise oluyor, onlara niçin böyle dua etmediniz?” diyorlar.

Allah insaf ve izan versin!.. Hadi biz talebeleri saymayın ama acaba yeryüzünde muhterem Hocaefendi kadar dua eden kaç tane insan vardır? Acaba yeryüzünün kaç binasında sadece üç-beş yıl değil, senelerdir her gün en az kırk dakika ümmet-i Muhammed için toplu dua yapılıyordur? Kaç kişi her gece bir iki saatini ümmete, millete ve insanlığa duaya ayırmaktadır? Kaç babayiğit gecenin karanlıklarını iniltilerle, hıçkırıklarla, hatta figanlarla yırtmaktadır? Müslümanların başına yağan bombalardan/kurşunlardan dolayı yatağa düşecek kadar üzülen, hatta kalb ritmi bozulup hastahaneye kaldırılan kaç dertli mümin gösterilebilir? Arakan, Filistin, Mısır, Suriye, Irak… Nerede dert varsa kalbi orada olan Hocamızın safların en ardından bile duyulan iç çekişlerine Allah da şahittir buranın taşı toprağı da!.. Ahh o odanın duvarları, pencereleri, çatısı bir dile gelse.. bir dile gelse de hıçkırık nasıl olur; ümmet için nasıl ağlanır; millet için nasıl yakarılır bir anlatsa!.. Hamaset yapmıyorum; senelerdir o gözyaşlarının ve o hıçkırıkların şahidi olarak yazıyorum bunları.

Hâsılı, Hocamızın ifadesiyle, o kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “twit”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, o ibtihal olmasa olmazdı. O mübahele “Bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete kapsamına sokarız, bitiririz” gibi karanlık niyetlileri, “Cemaat’e had bildirme” sevdalılarını ve oraya buraya nisbet edilerek bir kısım vatan evladına kıyım yapanları insafa davet çağrısıydı. Şahıs olarak kimse hedeflenmemişti; sen, ben ve o.. hepimiz muhataptık o sözlere.

Yemin ederim ki, Hocamızın o sözlerini duyduktan sonra yirmi dört saat titredim. Kendi muhasebemi yaptım. Zira, Allah’ın gazabıyla oyun oynanmaz. Heyhat ki, bazıları hala meseleyi şaka zannediyor ve hatada diretiyorlar.

O sözler söylenmeliydi ve söylendi. Nasibi olan ibretini ve dersini alır. Nasipsize hiçbir beyan kâr etmez. Genel üslubumuz yine ıslah duasıdır; virdimiz, “Allahım, bizi de ıslah eyle, diğer inananları da ıslah eyle!” niyazıdır.

© 2015