Logo
Print this page

Nice ağladığı, gözyaşlarından değil, gözlerinden belli

Sezai Karakoç'un "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" başlıklı abidevi şiirindeki o meşhur "nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil ayaklarımdan belli" dizelerinden hareketle yazdım başlığı.

Üstad'ı tanımayanlara ilk duyduklarında "imkânsız" dedirten; tanıyanların ise "hayır" diye karşılık verip gökyüzüne şapkalarını fırlattıkları ölümsüz sözlerden sadece biridir bu. Altı oğlunu Batı'ya vermiş bir babanın hüznünü, gamını, tasasını, kederini anlatan o meşhur "Masal" şiirindeki dizelere bakın isterseniz; bana hak vereceksiniz. 21 yaşında olduğu söylenir; evet, 21 yaşında iken kaleme aldığı Mona Rosa şiirine bakın, beni tasdik edeceksiniz. Hele orada "anlarsın ölüler niçin yaşarmış" mısrasına geldiğinizde heyecanı dorukta küheylanlar gibi havaya fırlarsınız.

Aynı hissiyatı "yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır; yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır" dizelerinde de yaşarsınız. Her neyse; Sezai Karakoç'u anlatmak bana düşmez. Had bilmek gerek. Haddini bilmeyene, hududunu tanımayana bir Molla Kasım gelir; haddini bildirir. Molla Kasım'lara muhatap olmadan çıkalım bu engin ve derin sulardan. Hele bir de yüzme bilmiyorsanız usulünce orada, Molla Kasım'a da gerek yok, kendiliğinizden boğulursunuz bir zaman sonra.

Yazının başlığında yaptığımız teşbih adına, ödünç aldığımız bir söz için girdik aslında bu kulvara. Hocaefendi'yi tavsif için aldım o sözü Üstad'dan. Uzun zamandan beri yorum sayfalarında sizlere Hocaefendi'yi, Hocaefendi'nin sohbet ortamlarını anlatarak, yapageldiği sohbetlerden bazı düşüncelerini, bazı tesbitlerini aktarmaya gayret ediyorum. 'Sebeb-i vürud'u bilmek mevzunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacağı düşüncesiyle yapıyorum bunu. Gözyaşlarından yüz işmizazlarına varıncaya kadar bazı ayrıntıların, bazı detayların, dile getirilen hakikatlerin çok daha iyi kavranmasına yardımcı olacağı kanaatini taşıdığım için yapıyorum bunu. Hocaefendi gibi daha yaşarken tarihe mal olmuş bir şahsiyetin, tarihe 'doğru' mal olmasına, bir taraftan tarih yapılırken diğer taraftan tarihin yazılmasına küçük bir katkıda bulunmak için yapıyorum bunu. Hele bazı sohbetler veya bazı mabeyn muhabbetleri var ki; kayda alınmıyor; işte o ortamlardaki lal-u güher gibi sözlerin zayi olmaması ve başkaları tarafından da istifade edilmesi için yapıyorum bunu.

Yalnız itiraf edeyim, bu yazı silsilesine başlarken düşünmedim bunları. Her şeye nigehban olan Rabb'im şahid, aslında böyle bir seriyi hiç düşünmedim. Eğer düşünseydim çok daha önceden başlardım buna. "Ahh Müslümanlık Ahh" ve "İnanmayacaklar" başlıkları ile çıkan iki yazım oldu başta. Bu yazıların yazılmasına vesile teşkil eden sohbet ortamlarında iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan vardı. Ne teyp ne video hiçbir şekilde kayıt altına alınmayan bu sohbetlerin, o sohbetlerde yapılan tesbitlerin umuma mal olması gerektiğini düşündüm. Hayır, düşünmedim; adeta iman ettim ve oturup kaleme aldım. Okuyucularımızdan gelen memnuniyet, gazete idaresinin "devam" teklifi ile iktiran edince biz de devam dedik ve bu günlere geldik. Hâlâ da devam ediyoruz.

Zihinde dolaşan 'Kurt'

Fakat, söz konusu sohbet ortamlarının tasviri ve tercihi bana ait bazı değerlendirmelerin anlatılması hususunda, yukarıda zikrettiğim müsbet manadaki şeylerin yanı sıra, o gün bugün içimi bir kurt gibi kemiren bir başka düşünce var benim zihnimde. Ne kadar uğraşsam da atamıyorum onu kafamdan. Bu yazının kaleme alınış sebebi de zaten bu 'kurt'u sizinle paylaşmak. Şöyle düşündürüyor içimdeki 'kurt'um bana: Ya ben bunları yazarken Hocaefendi'nin gerçekten daha doğru anlaşılmasına vesile değil de perde oluyorsam! Yayımlanmış onlarca kitabı, yüzlerce-binlerce sohbet kaseti, güncel manada Bamteli'ndeki görüntülü sohbeti, Kırık Testi'de editi yapılmış yazılı sohbet notları ve gazetemizde haftalık yayımlanan Kürsü sayfası ile direkt kendini kendi sesi ve kalemi ile anlatan 'zat'ın bu yazılarla anlaşılmasına değil de anlaşılmamasına sebebiyet veriyorsam! Sohbet ekseninde yapageldiğim yorumlar Hocaefendi gibi çok yönlü ve parçalı bir kimliğe sahip olan ve belki de Sezai Karakoç'un o meşhur dizeleriyle "Sevgili, Ey sevgili, En sevgili, uzatma dünya sürgünümü benim" diye Rabb'isine dua dua yalvaran devasa şahsiyete ve düşüncelerine fayda değil zarar veriyorsa!

Bir dilemma'nın içindeyim sizin anlayacağınız. Karmaşık duygular, "devam" ve "tamam" arasından gidip gelen düşünceler güvenin yünü, farenin peyniri kemirdiği gibi benim de beynimi kemiriyor nice zamandır. Yukarıda paylaştığım gibi bazen çok acımasızca ve insafsızca soruyorum kendime, kendi kendime yaptığım muhasebe ve murakabelerde; "Hocaefendi diyerek kendini mi anlatıyorsun?" diye. Cevap arıyorum bu soruya içimde. Önce ikna edici cevap bulmakta zorlanıyor ve "tamam" diyorum. Sonra cevap buluyorum ve diyenlerin dedikleri gibi; "parmak gökyüzündeki kameri gösterince, bakılacak olan yer parmak değil kamerdir. Sen bir parmaksın ve kamere işaret ediyorsun. Okuyucular biliyor nereye bakacağını, merak etme. Onlar parmağa değil, kamere hatta kamerin ötesinde kamerin sanatkârı olan Hz. Sani'ye bakıyor" diyor ve "devam" noktasında ikna oluyorum.

Bazen "bırak, perdesiz, hailsiz, vesilesiz konuşuyor zaten, araya girmeye ihtiyaç yok" deyip kestirip atıyorum. Sonra biraz ihatalı, biraz derin düşününce; Hocaefendi'yi hiç görmeden büyüyen, sohbet halkasında bir defa olsun yerini almayan/alamayan, sohbetin insibağından bir tek defa olsun istifade etme imkânı bulamayan yüzler, binler hatırıma geliyor ve "bütünüyle idrak olunamayan şey, bütün bütün terk edilmez ve edilmemeli" kaidesince "hiç olmazsa böyleleri için faydadan hali değil" diyorum; "çorbada tuz mesabesinde" diye de ilavede bulunuyorum.

Vefa mı? Lütfen kimse ağzına almasın vefa kelimesini bu konteks içinde. 15 günde bir yazılacak iki satır yazı ile vefamızı göstermiş olacaksak ne âlâ; ama bu, vefanın ne demek olduğunu bilmemenin yanı sıra, Hocaefendi'nin benim üzerimdeki hakkının cesametinden de haberdar olmama demektir. Şahsen ben vefalı olduğum kanaatinde değilim; değilim ama yerine göre değişen rolleriyle bir âlim, bir aydın, bir baba, bir ağabey, bir dost, bir nâsih, bir hoca ve bir lidere sahip olduğumun idraki içindeyim. Böylesi bir nimetin kadrini, kıymetini bilmediğinin farkında vefasız birisi olsam da, o nice ağladığı gözyaşlarından değil gözlerinden belli olan vefalılar vefalısı vefa abidesinin -yine Sezai Karakoç'tan mülhem- kalbinde taşıdığı "merhamet çınarında" taze bir yaprak gibi yer bulmayı, kuruyup da oradan sürgün olmamayı ümit ediyorum.

Dağınık oldu, biliyorum; çünkü dilemma içindeyim... Bu yazı ile yaptığım şey, sadece sizlerle bir hasbıhal...

 

Ahmet Kurucan - Zaman

© 2015