Logo
Print this page
İki Mevlânâ'nın hikâyesi - Alimler ve Zalimler 4 İki Mevlânâ'nın hikâyesi - Alimler ve Zalimler 4

İKİ MEVLÂNÂ’NIN HİKÂYESİ

İki Mevlânâ... Biri, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî. 13. yüzyıldaki fetret döneminde zuhur etti; insanları sevgiye, umuda, diyaloğa davet etti. Casuslukla, dini tahrif etmekle vs. suçlandı. Diğeri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî. Osmanlı’nın yıkılış dönemine (19. asır) denk geldi, bozguna karşı ıslah hareketine öncülük etti. Ona da “devleti ele geçirme”, “isyan çıkarma” gibi yakışıksız suçlamalar yapıldı. Şimdi her iki Mevlânâ da rahmetle, saygıyla, sevgiyle yâd ediliyor. Ya onlar hakkında her türlü yalan, iftira ve karalama yapanlar!

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî:

Hoşgörüsü, sevgisi ve kucaklayıcı tavrıyla çağları aşan Mevlânâ’ya neler denmedi neler? Ajan dediler, casusluk yapmakla itham ettiler, olmadık iftiralar yaydılar dört bir yana. İstilâ ettiği her yeri çekirge sürüsü gibi talan eden Moğollara karşı neden sessiz kaldığını sorguladılar. Ve “Moğol casusu” yaftasını yapıştırdılar Mevlânâ’nın alnına. Oysa bilemiyorlardı ki Mevlânâ Hazretleri bugüne takılmıyor, çağı aşan bir nazarla yarınların bağrındaki oluşumları hesaplıyordu. Burnunun ucunu göremeyenler, ufukların sonsuzluğunu nasıl idrak edebilirdi ki!

Şöyle düşünmüştü Mevlânâ: Nasıl olsa bir gün bu kargaşa dönemi sona erer ve Moğol istilacıları Anadolu topraklarının müşfik bağrında kendi öz dönüşümlerini yaşar. Zaten fetret döneminin en ağır şartları yaşanıyordu o günlerde ve Moğol ordusunu durdurabilecek bir güç yoktu ortada. Mevlânâ, gönüllerin fethine odaklanmıştı; toprakların istilasına değil. Nitekim büyük Üstâd’ın ufuk ötesi duası kabul gördü ve Anadolu pek çok kavmi kendi potasında yoğurup şekillendirdiği gibi Moğolları da bambaşka bir kıvama getirdi. Bu sebeple tarih kitapları Moğol istilasının ayrıntılarını nakleder; ama Moğolların Anadolu’dan def ü ref edilişine dair bir savaştan bahsetmez. Öyle bir cenk yaşanmamıştır çünkü.

“Gel, kim olursan ol yine gel…” Araştırmacılar bu cümlenin lâfzen Mevlânâ’ya ait olmadığını; ancak mananın Mevlânâ’ya tastamam uyduğunu söylüyor. El hak doğrudur. O, “Hıristiyan, Yahudi, Mecûsi” demeksizin herkesle irtibat kurdu, onlarla konuşmayı tercih etti. Bu davet, başlı başına bir bedeli göze almaktı; “ham yobazlar”ın, “kaba softalar”ın ağır eleştirilerine maruz kalmaması mümkün değildi. Diğer dinlerin önde gelenleriyle, kimi zaman bir araya geldi. Nasıl gelmesin ki! Hazreti Muhammed Aleyhisselam onlarla defalarca bir araya gelmiş, konuşmuş, komşuluk yapmış, ticaret yapılmasında beis görmemişti. Hazreti Mevlânâ “kölesiyim” dediği Kitap’tan ve “ayağının tozuyum” dediği Rehber’den cüdâ düşebilir miydi? Başka din mensupları ile kurduğu diyalog nedeniyle çok ağır ithamlarla karşı karşıya geldi; ama o, karanlık bir dönemin ışık öncüsüydü ve herkesle iletişim kurmak zorundaydı.

Rivayet o ki, bir gün bir papazla karşı karşıya gelince ikisi de birbirine ta’zim etmek istedi. Mevlânâ daha atik davranarak papaza karşı saygısını ifade etti. Homurdananlar oldu; bugün bile o homurtu devam ediyor. Hazreti Mevlânâ, “Tevazu makamını rahip efendiye bırakmak istemedim; o yüzden ondan daha hızlı davranarak saygımı ifade ettim.” deme lüzumunu hissetti. Ne var ki dini, ana kaynaklarından bütün erkânıyla bilemeyenler Mevlânâ hakkında en ağır ithamlarda bulundu; halen de bulunuyor. O kadar ki casusluk iddiasının yanına başka din mensupları ile işbirliği gibi laflar eklendi. Hatta hızını alamayanlar, evlat katlinden Nasrettin Hoca’nın öldürülmesine kadar bir sürü yalan yanlış lafı boca ederek kara propagandaya devam etti. İşi yüz kızartıcı iftiralara kadar vardıranların unuttuğu bir nokta var: Müfterilerin oluşturduğu dalga kısa bir süreliğine etkisini gösterse bile güneşi balçıkla sıvamak imkânsızdır. Nitekim gıybetçi ve iftiracılardan geriye kin ve husumetten başka bir şey kalmamış, hoşgörü ve diyalog kahramanları ise arkalarında yaşanabilir bir medeniyet bırakmıştır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî:

Haset, fitne ve iftiranın devlet eliyle nasıl bir zulme dönüşebileceğine dair en çarpıcı örneklerden biri hiç kuşkusuz Mevlânâ Halid’dir. 19. asrın müceddidi sayılan büyük insan, payitahtta dergâhını açarken müritlerine çok sıkı tembihatta bulunmuş, devletten maaş almamaları, hiç kimseden yardım talep etmemeleri, dünya malından uzak durmaları konusunda hassasiyetini dile getirmişti. Vazifesi irşad ve tebliğ olan insanların menfaat ilişkilerinden uzak durmasını istiyordu. Ne var ki o konudaki teyakkuz bile bazı fettan kişileri durduramadı.

İstanbul’da talebelerinin hızla artması üzerine bazı çevrelerde rahatsızlık emareleri görüldü. Bunların başında gelen kişi Padişah II. Mahmud’un yakın ahbabı ve danışmanı Sait Halet Efendi’ydi. Kendisi Mevlevî olduğu ve padişahın da o meşrebe yakın bulunduğu söylenir. Araya kıskançlık girince, bir de devlet imkânları söz konusu olunca Halidîler için zor bir dönemin yaşanması kaçınılmaz hale geldi.

Mevlânâ Halid ve talebeleri, devlete karşı değildi; ama kıskançlık duygusuna mağlup olmuş kimi bürokratlar Halidîleri hedef tahtasına koymaya karar verdi. Halidîlerin hususî mahiyette okudukları özel virdlerine (hatm-i hacegan) dair keskin eleştiriler başlatıldı. Bu arada Saray’da da kara propaganda başlatılmış, Padişah’a gizli raporlar sunuluyordu. II. Mahmud’a bu akımın bir gün devletin başına bela olacağı telkin ediliyordu. O kadar ki resmî evraka yansıyacak şekilde bir belge düzenlendi ve ‘fesat tohumu’ olduğu söylenerek ‘fişleme’ işlemi yerine getirildi. O rapora göre Mevlânâ Halid kısa bir süre içinde mehdilik ilan edecekti. Tabii ki aslı faslı yoktu bu iddiaların; ama kimin umurunda!

Danışman öncülüğünde yapılan mâbeyn kuşatması meyvelerini verdi ve 1822’de Padişah, Bağdat Valiliği’ne emir vererek Mevlânâ Halid hakkında soruşturma yapılmasını emretti. O andan itibaren yoğun baskı dönemi resmen başlamış oldu. Baskınlar, sürgünler, hapisler... Neyse ki Bağdat Valisi Davut Paşa, insaflı bir adamdı ve olumlu bir rapor göndererek Mevlânâ Halid ve talebelerini himaye etti. Mabeynin goygoycuları boş durmadı, tahrike devam ettiler. Operasyonlar durmadı; ancak her insafsız müdahale Mevlânâ Halid Hazretleri’nin hizmetlerini daha da büyüttü.

O günkü İslam coğrafyasının büyük bir kısmına yayılan Halidîler için yeni bir imtihan baş gösterdi. Abdülvehhab Es-Susi İstanbul’a gönderilmiş, Trakya’nın büyük bir kısmında tanınır ve sevilir hale gelmişti. Bu pişkin müridin Mevlânâ Halid’in halifesi olmak gibi bir niyeti ve arzusu vardı. Bu emeline nail olamayınca tarikat içindeki itibarını sermaye yaparak kendisi yeni bir oluşum ortaya koymak istedi. Her ne kadar Mevlânâ Hazretleri şöhretperestlik ve hodgamlık ifade eden bu teşebbüse karşı Es-Susi’yi tarikattan uzaklaştırsa da mesele hızla yayıldı ve cemaat içinde bir ayrışmaya dönüştü. İhtilafa başkaları da müdahil oldu. Cemaati bölmek için harekete geçen Es-Susi, yanına birkaç adamı da alarak Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri’ni şikâyet etmeye karar verdi.

Elinde bazı belgeler olduğunu söyleyen Es-Susi, devlete başvurdu. Mevlânâ Halid Hazretleri’ni ve talebelerini bir suç örgütü imiş gibi takdim ediyordu. Zaten saraya bazı mektuplar gönderilmiş, cemaatin Sultan’a karşı olduğuna dair taşlar yeterince döşenmişti. Şimdi de Mevlânâ Halid’in en yakın adamlarından biri ihbarda bulunuyordu. II. Mahmud artık çileden çıkmış, çok sert tedbirler almaya karar vermişti. Allah’tan ki aşırı Frenk yanlısı olarak bilinen Padişah, Şeyhülislam’a sorma gereği hissetti. Bu da bir asalet olsa gerek! Şeyhülislam, aklıselimi tavsiye ederek hukukî bir yolun takip edilmesi gerektiğini, şikâyet edenin beyanı ile ceza verilemeyeceğini söyledi. Bu da ilmin izzetini korumak olsa gerek! Bunun üzerine Şam’a iki müfettiş gönderildi. Şam Valisi Salih Paşa, müfettişlerin yaptığı gizli soruşturmanın sonucunu Padişah’a yazdığı bir mektupla (1827) bildirdi. Abdülvehhab ve arkadaşının Mevlânâ Halid Hazretleri’ne iftira ettiği ortaya çıkmıştı. Ne acıdır ki bugün bile bazı kalbi bozuklar (üstelik kendilerine tarikat süsü vererek) o uyduruk belgeler üzerinden 19. asrın müceddidine “İngiliz ajanı” diyor. Haşa! Bu büyük zevata ajan diyenin ajanlığından şüphe duyulur.

Ortaya çıkan gerçek, baskıları bir zaman hafifletse bile Padişah II. Mahmud’u tekrar normalize etmek mümkün görünmüyordu. Halidîlere karşı sert hümayunlar neşreden Padişah, bu konuyu şahsî bir takıntı haline mi getirmişti, yoksa hâlâ goygoycular ve itirafçıların telkini mi söz konusuydu; bilemiyorum; ancak 1828 Ramazan ayına denk getirilen sürgünün yürekleri dağladığında şüphe yoktur. O dönemde çok çile çekildi. Halidîlerin müesseselerine el konuldu, dergâhları yasaklandı, önde gelen kişiler sürgüne yollandı.

Onca eza ve cefa yapıldı da Halidîler yok mu oldu? Hayır. Halk arasındaki sevgi ve bağlılık devam edip gitti. Zaten arkadan gelen padişahlar, yapılan hatayı kabul edip hem Hazreti Mevlânâ Halid’e hem talebelerine sahip çıktı. O kadar ki Abdülmecid Han, her cuma günü kabrinin başında bir Halidî şeyhinin ve on dervişin ‘hatm-i hacegan’ okumasını ve bunun kıyamete kadar sürmesini vasiyet etti. Tekke ve zaviyelerin kanunla kapatılacağı ana kadar (1925) o vasiyet yerine getirildi.

 

© 2015