Kararlı İftira Faaliyetleri Üzerine Sosyo-Psikolojik Bazı Tespitler-2
- Written by Hamdi İşcan
- font size decrease font size increase font size
- Add new comment
Bir önceki yazıda gerek bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi ve gerekse eğitim gönüllülerinin aksiyon anlayışının 'karanlığa sövüp sayma, kötülükleri konuşup durma, yangına destan kesme' tarzı yerine, 'küçük de olsa bir mum ışığı yakma, mini de olsa bir fidan dikme' anlayışı üzerine kurulduğunu; kimseyle takışmadan, hiç kimseyi gücendirmeden sadece güzellikleri ikame etme anlayışının temel bir disiplin halinde kabul edildiğini, bu sebeple böyle bir üslub ve metodun insafı bulunan hiç kimseyi rahatsız etmediği/etmemesi gerektiği üzerinde durmuş,
ama bütün bunlara rağmen marjinal bazı grupların da sanki yapacak başka hiçbir iş yokmuş gibi dur-durak dinlemeden, gece-gündüz Hocaefendi ve hareket hakkında topluma iftira pompalayıp durduğuna dikkatleri çekmiş, daha sonra da bu anlaşılmaz iftira mantığının arkasındaki sosyo-psikolojik bazı saikleri maddeler halinde sıralamıştık. Bu yazımızda da, psiko-sosyal açıdan önemli gördüğümüz bir-iki faktörü daha ele almaya çalışacağız.
1-Bilmediğinden Korkma Psikolojisi
Tabiî ve beşerî bir vakıadır: İnsanlar bilmediğinden korkarlar. Yaygınlaşan iletişim ve haberleşme vasıtalarıyla, bilgiye çok çabuk ulaşma imkanları ile bu ölçüdeki bir hareketin kolayca bilinebileceği, tanınabileceği düşünülür. Ancak hareketin doğru bir şekilde, "ne ise o" olarak, objektif bir tarzda tanınıp bilinmesi de sanıldığı gibi öyle kolay değildir. Çünkü bu mevzuda bazı kesimlerin önüne ciddi barikatlar kurulmuş, manialar dikilmiştir.
Peki nedir bu barikat ve manialar? Hareketin yakından ve sıhhatli bir şekilde tanınıp analiz edilmesi için ortaya konan engel ve barikatları şöyle anlamaya çalışabiliriz:
İçinde bulunduğumuz yüzyıl, daha önceki asırlara nisbeten, kaos, kargaşa ve kitlesel herc ü merclerin yoğun olarak yaşandığı bir yüzyıl olarak tarihe geçti. Gençlik hareketleri, işçi hareketleri, faşist hareketler, sokak hareketleri… toplumların hafızasında kan, gözyaşı, onulmaz yürek acılarıyla birlikte esefli birer hülya, yıkık birer rüya halinde iz bırakıp öyle gitti. Bu sebeple kitleler, olumlu-olumsuz toplumsal ivme kazanan bütün hareketlere karşı şüphe, endişe, korku dolu bir yaklaşım içinde bulunmaktadır.
İşte kitleleri rahat bir şekilde yönetme, yönlendirme, evirip çevirme arzusunda bulunan bazı odaklar, bu hassasiyet ve duyarlılıkları kendi hesaplarına çok iyi kullanarak, yıllardır, hareket felsefesi, üslubu, tarzı, hedef ve gayesi, devlet ve toplumla ilişkisi tamamen birbirine zıt komünist, faşist, anarşist hareketlerle; tamamen Anadolu insanının, Türk toplumunun ahlak ve değerlerinden yoğrulmuş ilim, irfan, eğitim hareketlerini aynı kefe içinde halka sunmaya, birbirine katıp karıştırmaya, meseleyi içinden çıkılmaz bir hale getirmeye çalışmıştır/çalışmaktadır.
Mesela; birkaç üniversite öğrencisinin bir araya gelerek temiz, nezih bir şekilde kaldıkları, kalıp tahsil hayatlarını devam ettirdikleri evi, anarşist sol örgütlerin hücre evi gibi sunmaya; eğitim seviyesinin daha bir yükseltilmesi, böylece ülke ve insanlığa daha faydalı olunabilmesi için yaz tatilinden fedakarlıkta bulunularak bir tatil beldesinde gerçekleştirilen ilmî ve bilimsel çalışmaları, aşırı sol örgütlerin dağ başındaki gerilla eğitimi olarak kamuoyuna servis yapmaya çalışmışlardır. Bu iğfal, aldatma ve yalanlar bazı medya organları vasıtasıyla o kadar sıkça tekrar edilmiş, toplum öyle manipülasyonlara maruz bırakılmıştır ki, bizzat eğitim gönüllüleriyle birebir karşılaşmadıktan, onları yakından tanıyıp, içlerinde bulunup, beraber oturup yüzyüze konuşmadıktan sonra insanların kendi zihinlerinde oluşturdukları/oluşturulan vehim ve şartlanmışlıkları aşmaları çok zordur. Hatta diyebilirim, yalan olduğunu bile bile bu tür haber yapan, yazı yazan insanlar bile, zamanla kendi uydurdukları yalanlara inanmaya başlamış, onların yılmaz birer savunucusu haline gelmişlerdir.
Bu sebeple; bu tür konumda bulunan insanlar için, hareketin hakiki çehresiyle, gerçek muhtevasıyla, kendi dinamik ve hususiyetleriyle tanınıp bilinebilmesinin öyle zannedildiği gibi kolayca gerçekleştirilebilecek bir iş olmadığı kanaatindeyim.
Peki bu şartlanmışlık barikatları, önyargı duvarları aşılamaz mı? Elbette ki, aşılır ve aşılıyor. Ama henüz bütünüyle aşılması mümkün görünmüyor. Çünkü manipülasyonlarla etrafı çepeçevre kuşatılmış bu tür insanlar içinde, bir şekilde eğitim gönüllüleriyle münasebet içerisine girip, gerçeği ayan-beyan görüp, önyargı duvarlarını yıkanlar bulunsa da, böyle bir münasebete hiç girmemiş, girme imkanını bulamamış kimselerin ve bir de sadece karalama ve çamur atma sevdası üzerine kurgulanmış yazı ve kitapları okuyarak hareket hakkında malumat sahibi olmaya çalışanların, vehim ve kuruntuların ağında, hareket ve onun ilham kaynağı zat hakkında recmen bilgayb, ileri-geri, ezberden konuşmaya devam etmesi, böyle bir tanıma (!) sürecinin tabii neticesidir. O zatı bizzat kendi eserlerinden, kendi sohbet ve konuşmalarından, objektif bir tarzda tanıyıp öğrenmeye çalışmadıkça da bu şekilde atıp tutmaya devam edeceklerdir zannediyorum. Ve böylece bilmediğinden korkan bu insanlar, tek taraflı, baştan kara propagandaya kilitlenmiş ısmarlama yazı, kitap ve cd'leri okuyup seyrettikçe korkuları daha bir derinleşecek, sonra da farkına varmaksızın, gönüllü bir iftira taşıyıcısı olarak sağda-solda ulu-orta konuşup duracaklardır. Dolayısıyla, toplumda oluşturulmaya çalışılan böyle bir içtimai fobi dalgasını göz önünde bulundurmadan, bu meselenin doğru ve sıhhatli bir şekilde analiz edilmesi mümkün görünmemektedir.
2-İnat
Sistemli iftira faaliyetlerini organize edenlerin başında bulunan insanları yakın planda ele alıp incelediğimizde, onların çocukluk ve gençlik dönemlerini; inkarcılık düşüncesinin gemi azıya aldığı, kaba ve sathî pozitivist telakkilerin ayyuka çıktığı, dine karşı ciddi manada nefret duygularının körüklendiği bir devirde geçirmiş olduklarını görürüz: Onların döneminde hakim olan "izm"lere göre; din insanların afyonu, toplumun ayaklarına vurulan bir pranga, ilmî gelişme ve icadların önündeki en büyük bir maniaydı. Zaten pozitif ilimlerdeki gelişmeler kainatta herşeyi ayan-beyan ortaya koyacağından dine ihtiyaç da kalmayacaktı. A. Comte'un "üç hal kanunu" ve benzeri kehanetleri henüz gerçekleşmese de bir gün bütün yeryüzünde din tamamen silinip gidecek, sadece arkeolojik bir araştırma mevzuu olarak kalacaktı.
Evet, iftira organizatörü diyebileceğimiz kişilerin şuuraltıları bu tür telkin ve şartlanmışlıklarla doldurulmuş, gençlikleri bu şartlanmışlıkların mücadele ve kavgasıyla geçmişti. Ama çok geçmeden yalancı mumlar bir bir söndü, aldatıcı hülyaların dibi göründü. Daha sonra bütün dünyada "kutsalın dönüşü" konuşulmaya, umum insanlık yeniden dine yönelmeye, inkarcılık düşüncesinin kaynağı olarak gösterilen müsbet bilimler, fiziğiyle, kimyasıyla, astronomisiyle Yüce Yaratacı'nın varlık ve birliğini kabul ve ilan etmeye, iki büyük dünya savaşı yaşayıp çeşit çeşit bulanımlarla ızdıraplar içerisinde kıvranan insanlık hakiki saadet ve huzuru elde edebilmek için vahyin aydınlatıcı rehberliğine koşmaya başladı.
Şu an bu tür insanların iç dünyaları daha yakından müşahede edilebilse heva ve heves baskısı altında şöyle bir temerrüd mantığı geliştirdikleri görülecektir: Biz şimdiye kadar 20 yıl-30 yıl boyunca yazıp konuştuğumuz bu iddialarla adeta bütünleştik. İnsanlara "tek gerçek bu" dedik. Din, ilerlemenin önünde en büyük bir engel, dindar insanlar geri kalışımızın yegane sebebidir; din de, dindar da bu ülkeden tamamen kovulmadıkça modern, çağdaş toplumlar seviyesine ulaşabilmemiz mümkün değildir, diye savunduk. Şimdi, kalkıp da "Ey ahali! Biz yanıldık! Biz sizi aldattık. Gençliğimizi-gençliğinizi, hayatımızı-hayatınızı bir yalancı sevda uğruna heba ettik. Bir serap uğruna nice cinayetler işledik" mi diyeceğiz?! Böyle bir itiraf kendi kariyerimizi, itibarımızı yerle bir edeceği gibi, elimizdeki maddi imkan ve toplumsal statümüzü de kaybetmemize yol açacaktır.
Şimdi, anlaşılacağı üzere, o dönemde apak olan nurdan hakikatlere "kara" deyip duran bu insanlar, bir inat uğruna, dün "kara" dediğine bugün "ak" dememek için anlaşılmaz bir temerrüd gösteriyor, kendilerince bunu bir tür "döneklik" kabul ediyor ve bile bile yanlışta ısrar ediyorlar.
İşte zannediyorum Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'ye karşı oluşturulan iftira korosunun büyük çoğunluğunu bu halet-i ruhiyeyi paylaşan kişiler teşkil ediyor. Esasında onlar, sırf Korucuk köyündeki Ramiz Efendi'nin oğlu Fethullah Gülen olduğu için kendisine karalamalarda, saldırılarda bulunuyor değiller. Bundan öte dini duygu ve düşüncenin olumlu, imrendici bir seviyede toplumda görünür bir halde tezahüründen ciddi manada rahatsızlık duyuyor ve neticede Hocaefendi ve benzeri dindar insanlar üzerinden dinle yaka-paça oluyor, diyanetle kavgalarını sürdürüyorlar.
Hasılı öfke ve gazapta olduğu gibi inatta da zehirli bir bal tadı vardır, insana nefsani bir haz ve lezzet verir. Ve inad; aklı, mantığı kör eder. İnadın olduğu yerde akl-ı selimden ve salim bir bakış açısından söz etmek mümkün değildir. Evet, hakta, hakikatte sebat en büyük bir fazilet olsa da, yanlışta bile bile ısrar, körü körüne ayak direme yobazlıktan başka bir şey değildir. İşte kanaatimce hiçbir insaf ölçüsü tanımaksızın gerçekleştirilen bu iftira faaliyetlerinin arkasında böyle yobazca bir inad duygusu önemli bir yer tutmaktadır.
Teşrih masasına yatırıp tahlil etmeye çalıştığımız, ancak iki yazı çerçevesine sıkıştıramadığımız müfteri psikanalizi ile ilgili tesbitlerimize, kısmetse, bir sonraki yazımızda da devam etmek istiyoruz.