Logo
Print this page

Hocaefendi'nin hatırlatmalarına kulak verelim

FETHULLAH GÜLEN Hocaefendi’ye gönül vermiş kardeşlerimizden bazılarının, eleştirel değerlendirmelere mukabil benimsedikleri rencide edici üslûbu kimse genele teşmil etmemeli. Mezkûr gruba dâhil kardeşlerimiz içinde, akl-ı selimin sözcülüğünü yapan hakperest insanlar da var. Bana ulaşan bazı iletilerde, kendilerinin de, seviyeden yoksun bu tür mukabelelerden rahatsız olduklarını dile getiriyorlar.

Elbette bize katılmadıkları birçok nokta var ve bunları üslûbunca ifade etmekten de imtina etmiyorlar. Onların bize dönük eleştirel ama seviyeli değerlendirmelerini de biz dikkate alıyoruz. Zaten hakaret ve tahkire müracaat eden insanlara yapılacak en büyük iyilik onları yok saymak olsa gerek. Aksi takdirde iyice saldırganlaşabiliyor böyleleri.

Azınlığı teşkil etseler de, ana çizgiye göre hayli marjinal bir nokta ihraz etmiş olsalar da, hakareti bir yöntem olarak kabullenen bu kardeşlerimize, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin belli konulardaki istifadeye medar değerlendirmelerini hatırlatmak istiyorum. Aşağıdaki iktibaslar, hakarete varan mukabelelerin ve eleştiriyi kategorik olarak dışlayan yaklaşımların Hocaefendi nezdinde tasvip görmediğinin alâmeti olarak okunabilir. Bu satırların mazmunu üzerinde tefekkür etmeye hepimizin ihtiyacı var:

“Kardeş kardeşe müzâhir olur, muâvin olur. Sadece onun işlerini görme, ona üç beş kuruş kazandırma, ona dünyevî yönüyle destek olma şeklinde değil… Dünyamı önemlidir; ukbâ mı önemlidir? Cennete girmek mi önemlidir; dünya saadeti mi önemlidir? Yuva saadeti mi önemlidir; firdevs saadeti mi önemlidir? Çoluk çocukla beraber olma mutluluğu mu önemlidir; Resulullah ile beraber olma mutluluğu mu önemlidir? O zaman bir mü’min bir yönüyle kardeşine yardımcı olacaksa Resulullah ile beraber olması yönünde yardım gücünü ortaya koyması lazım. Birbirimize müzâhir ve muâvin olacağız. Herkes hayatını öyle götürecek. Rahatsızlık duymayacağız yani… Ortaya bir söz konuşuldu: ‘Vallahi ben bu çehrelerde Cenab-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şey hissetmiyorum.’ Alınmamalıyız bundan… ‘Neden gözleriniz kupkuru?’ Bu bana dendi (diye düşünmeliyiz)…

 


“Bu çok önemli bir meseledir. Darılmadan, alınmadan bu meseleyi kendine alma mevzuu… ‘Efendim ben öyle bir mâsuniyet içindeyim, hatta öyle bir mâsumiyet içindeyim ki, benim hiçbir şeyim sorgulanamaz.’ Bunu tekvinî mâsuniyet içinde günümüzün tiranları düşünüyor. Onlara hiçbir şey denemez! Burunlarından kıl alınmaz onların! Onların hiçbir günahı yoktur! Bir mü’minin böyle olmaması lazım. Ben kendim için hiçbir şey bilmiyorum fakat böyle bir şey dediklerinde, ‘Yahu demek benim bilmediğim, bu kardeşimin bildiği bir şey var; intâk-ı bil hak nev’inden Allah ona bunu söyletti’ demeli. Ben kendimi bir kez daha gözden geçirmeliyim, ne türlü bir levsiyat içinde bulunduğuma bakmalıyım ve ondan sıyrılmaya çalışmalıyım. Bu önemli bir meseledir ve gerçek muâvenet budur. Yine Hz. Pir diyor ki: ‘Koynumda olan akrebi söyleyene rahmet!’ Ayıplarını söyleyen insanlar karşısında onlara rahmet okuyor. Birbirimize arka çıkmak lazım bu mevzuda, nâsih olmak lazım; hayırhah olmak lazım.” (Bamteli / İbadet iştiyakı – 18.06.2007)

“Hakiki bir mümin, hakkında methiyeler dizildiği zaman sevinmediği gibi yerildiği zaman da üzülmemelidir. Aslında, insanın kendi kendisini sorgulayıp küçük göstermesi bir açıdan kolaydır; fakat kusurlarının başkası tarafından sayılıp dökülmesi şeklindeki bir zemm fırtınası karşısında ‘Koynumdaki akrebi haber verene rahmet!..’ diyebilmesi çok zordur. Belki insan o fırtına geçtikten belli bir süre sonra kendi kendine ‘İyi ki kusurlarımı söyledi; beni bitirmek üzere olan hatalarımı haber verdi’ diyerek memnuniyetini ifade edebilir; fakat yerildiği o ilk anda hazm-ı nefiste bulunarak, ‘Allah senden razı olsun; hatamı söylemekle bana yardımcı oldun’ diyebilmesi babayiğitçe bir tavırdır. Böyle biri, övülmenin gönül dünyası için zararlı bir fitne olduğunu bildiğinden dolayı methedenden hiç hazzetmez; gıybet, iftira ve bühtana girmeden, ‘müsbet tenkit’ diyebileceğimiz bir üslupla kendisini zemmedeni ise, kusurlarını hatırlatıp onlardan kurtuluş yolu gösterdiği ya da sabredip sevap kazanmasına vesile olduğu için memnuniyetle karşılar.” (Kırık Testi / Övülme tutkusu ve karakterist narsistler – 07.05.2007)


“Evet, bu mevzûda, Allah Resûlü’nün şu beyanı ne kadar mânidardır: ‘Öyle peygamberler gördüm ki arkalarında tek bir ümmet dahi yoktu.’ Bir peygamber düşünün ki, bir ömür boyu çalışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor. Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah'ın elçisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sözünü dinleyen çıkmıyor, üç-beş kişi bile onu takip etmiyor. Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne büyük bir vazife şuurudur ki, insanların teveccühünü kazanamamış olmadan dolayı ye'se düşmüyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el çekmiyor. Ötelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yürüyor ve görünüşte eli boş gidiyor; ama aslında Cenâb-ı Hakk'ı kazanmış ve O'nun rızasına ulaşmış olarak Cennete uçuyor. Bu açıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccühüne göre değerlendirmemeli. Unutmamalı ki, -Üstad'ın ifadesiyle- Cenâb-ı Hakk'ın rızası ihlâs ile kazanılır, kesret-i etbâ' ile ve fazla muvaffakiyetle değil.” (Kırık Testi / Makam sevdası ve iltifat tiryakileri – 13.03.2006)


“İkincisi ise bir cemaate mensup olmanın verdiği bir başka türlü enaniyet. Çok açık ve net bir ifade ile ‘kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız’a bedel, ‘Dünyanın dört bir yanında eğitim-öğretim faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet asrı hariç İslâm ve belki de insanlık tarihi boyunca eşi-menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal edilen ahlâkî temelleri atan bir hareketin gönüllü fertleriyiz’ şeklinde bir yaklaşım. Halbuki bizleri bu yola hidayet eden de, o yolları lütuf ve ihsan eden de sadece O. M. Akif’in deyişi ile bugün biz neye mâlik isek hepsi O’nun vergisi ve biz sadece O’na medyûnuz. Üstad Hazretleri ne güzel söyler; ‘Bilmeyerek bu yolda istihdam ediliyoruz.’

“Bu açıdan Kur’an dairesi içinde bulunan herkes ciddi bir tehlike sath-ı mâilinde bulunuyor. Onun için herkesin bir muhasebe ve murakabe ile nefsin oynadığı bu oyundan sıyrılması, bunun icin de başkaları ile konuşurken, kendi kendine düşünürken, yazarken, çizerken hâsılı sürekli O’nun kudretini, O’nun inayetini, O’nun riayetini, O’nun hıfzını, O’nun kelâetini, O’nun vekâletini öne çıkarması lazım.

“Evet, ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira, hepimizin sürekli rehabilitasyona, nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl ibni Iyâz'ın dizlerinin dibinde hıçkıra hıçkıra ağladığını biliyoruz biz. Selâhaddîn-i Eyyubi’nin İzz ibni Abdüsselâm'ın dizlerinin dibine kapanıp ağlaması da az değildir. Ya Zembilli’nin yanında hıçkırıklara boğulan koca sultan Yavuz Selim'e ne demeli.” (Kırık Testi / Enâniyet ve âidiyet hisleri – 07.01.2003)


Karakalem.net

© 2015