Logo
Print this page

Diktatörlük kurumsallaştığında demokrasi paralel olur

Adamlar doğru söylüyor. Gücü halktan aldığımıza göre devlet ve doğru biziz. Bize rağmen hukuk, yargı, soruşturma ve hak peşinde koşamazsınız. Bu, demokrasi bile olsa sizi paralel yapar.

Paralel demokratlar

Buna göre diktatörlük ve demokrasi, kaçınılmaz olarak paraleldir. Ancak sorun şu ki, demokrasi kurumsallaştığında diktatörlük, diktatörlük kurumsallaştığında demokrasi paralel olmaktadır. Bu nedenle diktatörlüğün kurumsallaştığı yerde diktatörün adamlarının demokratik unsurlara paralellik atfetmesinde şaşılacak bir şey yok. Hatta içerdiği çarpıklık nedeniyle bu türden paralellik atfının olumsuz bir anlamı olmadığı gibi gerçek doğrunun da kendisi olduğunu söylemek mümkün. Bu durumda paralel olmaktan ziyade, hangi sistemde paralel olduğunuz önemlidir. Aksi durum ise en azından riya barındırıyor. Diktatörün adamları, seçimle geldikleri için demokrasiyi kutsuyor, ama aynı demokrasinin diğer kurumları; hukuksuzluk, yolsuzluk ve keyfî iktidar karşısında işletilmeye çalışıldığında paralellik oluyor. Demokrasinin işleyişine gösterilen tahammülsüzlük ve saygısızlık neticesinde kendilerinin anlayacağı dilden konuşanlara karşı da yine demokrasinin diliyle tepki verme riyakârlığına giriyorlar. Densizliği kanıksadık, belli ki değişmeyecek. Nedeni oldukları sarmalın açmazı olarak, gittikçe de sertleşecekler. O bildik sona varmak için kararabildiği kadar kararacaklar.

Kategorik diktacılar

Olanları bunun dışında yorumlayan 3 farklı grupla karşı karşıyayız. İlki, bu işlerin zaten böyle olduğunu düşünen ve ne olursa olsun, durumu veri kabul ederek çıkarları gereği susmaya devam eden eyyamcılar. İslami kesimden Kemalistlere, sosyal demokratlardan liberallere kadar farklılaşsalar da, fiilî durum karşısındaki sükutları hepsini aynı koalisyon ve günahın ortağı yapıyor. Çünkü bu grup, refah düzeyi olumsuz etkilenmedikçe pozisyonunu değiştirmeyecek, etkilendiğinde değiştirse bile bir anlam ifade etmeyecek unsurlardan oluşuyor. İkincisi, doğrudan iktidarın güdümüne girmiş ve iktidarın ‘sözde başarısı’ dışındaki her eksikliğini bu başarıya feda etmeye değer gören ve bu nedenle, yapılanlar diktatörlük ve zulüm anlamına gelse bile ehemmiyet atfetmeyen grup. Bu grup kendi içinde ikiye ayrılabilir. İlki, algısını ve pozisyonunu, havuzdan aldığı rant nispetinde şekillendiren çıkarcılar; ikincisi, iktidarın başına gelenleri, yaptıklarından daha kayda değer sorunlar olarak görüp, elde ettiği seçmen desteği ile kendine ilişkin olumsuz algıyı süpürdüğünü savunanlar. Üçüncü grup, gerçekten durumun bir diktatörlük olamayacağını, güvendikleri siyasi figürlerin asla diktatörlük peşinde koşmayacağını, politikacılar böyle hevesler içine girse bile memleketin kurumları ve münevverlerinin yanılmayacağını ve buna dur diyeceğini zannedenlerden oluşuyor.

Ancak maalesef karşı karşıya kaldığınız sorun, devlet kudretini kendi menfaatine olacak şekilde kullanmak olduğunda böyle olmuyor. Öncelikle farkına varmak gerekir ki, Türkiye’de siyasi iktidarın yapıp ettikleri, modern toplumlar için diktatörlüğü andıran bir zulümdür ve diktatörlüğün kötü yanı, bir kez başladığında nerede sonlanacağının bilinmemesidir. Bunun örneğini Türkiye’de de, yakın çevremizde de defalarca gördük. Maalesef tekrar edebilir bir durum olduğu gibi belli bir noktaya geldikten sonra, zulmün en ileri noktasına varacak şekle bürünmesi de mümkün. Çünkü söz konusu olan diktatörlük olduğunda, öncelerin masum ve zararsız görünen destekleri, görmezden gelmeleri ve çıkar işbirlikleri, sonraki dönemin zulmüne ortak olmak anlamına gelir. Ve diktatörlük, bir kez kendi sarmalını inşa etmeye başladığında, yukarıda zikredilen ve her biri kendi içinde bir rasyonel barındıran gruplarda yer alanlar bunun ortağı olurlar. Zulüm, zulümdür. Kitleleri, kurumları, aydınları ve varlıklı iş çevrelerini arkasına almak, onu meşru kılmaz.

Tarihten dersler

Bunu anlamak için Hitler’in, tarihte eşine az rastlanır zulmüne ve felaketine karşın kitleleri nasıl olup da kendine inandırabildiğine bakmak gerek. Hitler, fikirlerinin ve politikalarının hastalıklı ve sakat tarafları bir yana, kendi içinde sistematiği güçlü bir ideal ve bu ideale uygun tonda bir politika yapma biçimi gütmüştü. Bunun için de işini iyi yapan politika uzmanlarından, deha mesabesinde aydın desteğine uzanan güçlü bir ekibi vardı. Bu ekip içinde en önemli ismin, Propaganda Bakanı Goebbels olduğu iyi bilinir. Goebbels, kitleleri kolay etkilemekteydi. Rusya’daki ağır yenilgiden sonra bile taraftarlarının desteğini sürdürebilmeyi başarmıştı. Hitler Almanya’sının çöküşüyle, değil Avrupa veya dünyanın, evrenin yok olacağına inanmakta ve Hitler’i desteklemeye devam etmekteydiler. Hitler, faşizan diktatörlüğünün gücünü, kitleleri, bu tür yalanlarına inandırabilme kabiliyetinden almaktaydı. Kitlelerin inanışı o kadar yaygın hale gelmişti ki, bildik düşünürler bile bundan nasibini almıştı.

En belirgin ve dramatik örnek, Martin Heidegger’dir. Heidegger, neredeyse herkes tarafından ittifak edildiği üzere, 20. yüzyılın gerçek anlamda en büyük filozofu ve birkaç alanda birden çığır açma becerisine sahip gerçek bir deha idi. Buna rağmen, hem de Freiburg Üniversitesi rektörü iken Nazi Partisi’ne resmî kayıtlı bir üye olarak, Hitler’in hastalıklı fikirlerini, kısa süreli de olsa destekleme bahtsızlığını, kariyerine bir leke olarak yazdırmayı başarmıştı. Neden böyle yaptığı konusunda spekülasyonlar olsa ve destekçileri tarafından; üniversitesini, Hitler’in zulmünden korumak için üye olmak zorunda kaldığı şeklinde yorumlansa da, gerçekte Almanya ve Avrupa’nın ‘metafizik’ kurtuluşunun Hitler’in Nazi Partisi ile olacağına inanmaktaydı. Pek çok kişi gibi Heidegger’e göre de Hitler, bir tür halife-i rûy-i zemindi.

En tesirsiz olduğu dönemlerinde bile güçlü idealleri vardı. Oldukça karizmatikti. Güçlü ekibi ve propaganda kabiliyeti ile kitleleri coşturabilmekteydi. Dikkat edin ki, tüm bunları hastalıklı fikirleri ve uygulamalarına rağmen yapabilmekteydi. Bu kutlu davada, bazı insanların ölümünün hiçbir önemi yoktu. Almanya, Avrupa ve hatta evrenin düze çıkabilmesi için ‘insanlığı sorgulanır grupların’ yeryüzünden tamamen yok edilmesi, insanlığa hizmet gibi algılanmaktaydı. Bu uğurda büyük gövde gösterileri yapılabilmekte ve insanlar, zulmüne rağmen Hitler’i desteklemekteydiler. Nihayet, tarih, neyin doğru neyin yanlış olduğunu göstererek, sonraki yüzyıllara acı bir ders olarak kaydını düştüğünde, bu zulme ortak olanlara ölüm ve intihar; yanlılarına da, duydukları utançla sonlarını beklemek düştü.

Bu sonuç, diktatörlük olduğunda mukadder oluyor. Yani bazıları zulmedecek, bazıları da zulme maruz kalacak. Sorun, kimin tarihe hangi safta yer alarak geçeceğinde yatıyor. Biliyoruz ki diktatörlük bir şarlatanlar, dalkavuklar, paralı, ama ucuz kalemşorlar ve zulme karşı dilsiz şeytanlardan müteşekkil bir koalisyondur. Haysiyet ise diktatörlükle örtüşmeyen bir duruşta yatıyor. Bu nedenle diktatörün gözlerinin içine bakarak, yaptıkların seni diktatör yapıyor ve bu kabul edilemez diyebilenler, son paraleller de olsa aslında zulme karşı ayakta kalabilen demokratlar oluyor.

© 2015