Genç Adam Analiz
Tarih tekerrür ediyor, Vehhabi ve Şii İslam’ı ile savaşan Gülen dışlanıyor! Tarih tekerrür ediyor, Vehhabi ve Şii İslam’ı ile savaşan Gülen dışlanıyor!

Gülen’e Niyâzî-i Mısrî zulmü!

17. yüzyılda Halvetiye tarikatının Niyâziyye veya Mısriyye kolunun kurucusu Niyâzî-i Mısrî ile eskiden beri yobazlık yapan softa “Medrese Kadızâdeleri” arasında bir fıkıh ve tasavvuf savaşı yaşanır. Kadızâdelerin fitnesi devleti ele geçirmiş ve Hak ereni üstadı ahir ömründe yaşına başına bakmadan Sultan fermanıyla 15 yıl Limni adasına sürdürmüştür. Bugün Gülen’e yapılan zulüm, bana Mısri’yi hatırlattı.  Büyük bir sûfî ve tasavvuf edebiyatı ustası şairdir, Nesimî ve Fuzulî’yi aşmış, 2. Yunus Emre olarak adını edebiyatımıza yazdırmıştır. Gülen’e ve cemaatına yapılanlarla 19. yüzyıl mücedditi Mevlana Halidi Bağdadi’ye Vezir Said Haleti ile II. Mahmud’un yaptığı devlet zulmü arasında olan benzerlikleri yazmıştım. 17. yüzyılda Mısri’nin başına gelenlerle bugün Gülen’e layık görülenler arasında inanılmaz paralellikler bulunuyor.

“Yobaz Kadılar”dan çektiği kadar kimseden çekmeyen Mısri, padişah ve halk tarafından çok sevilmesine rağmen aynen devleti kutsayan Said Nursi ve Fethullah Gülen Hocaefendiler gibi zulme, gadre uğrar. Çünkü Mısri, her yüzyılda bir geldiği bilinen devrin kutbu azamı, mücedditidir, asrın mürşidi, ruh yapıcısı, dine sokulan fitneleri temizleyip özüne kavuşturandır. Devletin din adamları bunu kaldıramazlar. Mısri, Bursa’da iken “kutbiyyet makamı”na ulaşır. Kadızâdeler kıskanırlar ve fitne kazanının ateşini yakarlar, Sultan IV Mehmed’ten 1666’da, “Sofiyenin devaranı ve dedegânın semâ’ları yasaktır!” fermanını verdikleri fetvayla alırlar. Bugün Hayrettin Karaman’ın verdiği fetvaya benzer biçimde,  devlete yaslanıp, siyasetin emrine girmeyen İslam alimi Sufi Niyazi ve Halveti cemaatinin yok edilmesi, devlete nüfuz ve etki etme kabiliyetinden dolayı caiz hale getirilir. Halvetiliğin yaygın hale gelmesi bu zulmün neticesidir.

Halk halkalarında zikirler durdurulur, neyler susar, semalar semağlar ortadan kaldırılır ve tekkeler kapatılır. 1674’de Ayasofya Câmisi’nde bir Cuma günü Niyazi Mısrî Hazretleri irticâlen ve coşkulu bir vaazla İlâhî Aşkın yaşayışa geçişi olan Aşk ü cezbe zikrini anlatınca halk hıçkırıklara boğulur. Sultan mahfelinden olanları izleyen Sultan IV Mehmed tekkeleri kapatma yasağını derhal kaldırır. 1675’de Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, Mısri’yi tuzağa düşürür, Edirne’ye dâvet eder ve ne yazık ki Niyazi’nin açık eleştirilerini kullanan kadızâde fitnecileri Rodos adasına kalebend olarak sürülmesini sağlarlar. Kendisini adaya götüren Azbî çavuş, sâdık bir müridi olacak ve ölünceye kadar hizmet görecektir.

Rodos sürgününden sevenlerinin duasıyla kurtulup Bursa’ya döner. Ancak azılı düşmanı Vanî Efendi denilen kimse ve yandaşları, akıl almaz iftira ve tuzaklarla 15 yıl kalacağı Limni Adası sürgününü tezgâhlayıp gerçekleştirirler. 1691’de Sultan II Ahmed sürgünü kaldırır ve Bursa’ya döner. Ancak fitneci kadızâdeler durmak usanmak bilmez, Mısri’nin 78 yaşında bir Piri Fani olmasına bakmazlar. Ölümünden bir yıl kadar önce affedilmesini umursamazlar ve Bursa Kadısı‘nın şikayeti üzerine Mısri tekrar Limni’ye gönderilir. Böylece 1693’de yılında tekrar Limni Adası sürgünü başlar ve burada aynı yıl vefat eder. Celvetiyye Tarikatı Selâmiyye kolunu kuran Selami Ali Efendiden tutun da Vanlı Vanî efendiye kadar taş yağmuruna tutulan bu eşi bulunmaz Gönül Dostu Kâmil Âşık, son seferinde Limni Adasına götüren gemi Anadolu kıyılarından açılınca göz yaşları içinde şu beyti okur: “Osmanlı sülâlesinin inkirazı için dördüncü semâya bir kazık çaktım! Bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz!”

Asıl adı Mehmet olup, 12 Rebiülevvel 1027 / 8 Şubat 1618′de Malatya‘nın şimdiki adı Soğanlı köyü olan İşpozi kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, yöresinin önde gelenlerinden Nakşbendiyye tarikatı mensubu Soğancızâde Ali Çelebi’dir. Niyâzî ve Mısrî ise mahlaslarıdır. Mısrî mahlası tahsilini Mısır’da yaptığından dolayıdır. Çeşitli medreselerde eğitim görmüş ve farklı yerlerde tasavvuf bilgisini geliştirmiştir. 1655 yılında Halveti şeyhi Ümmi Sinan’dan hilafet alarak irşada mezun kılınmış, memleketin pek çok yerinde vaazlar vererek halkı irşad etmeye çalışmıştır. Şöhreti her yana yayılan Niyazî Mısrî, ordunun maneviyâtını yükseltmek için Sultan IV. Mehmet tarafından Lehistan seferine götürülür. Hakkında ileri sürülen iftiralardan sonra Limni adasına sürülür ve burada onbeş yıl çileli bir hayat yaşar. Türkçe ve Arapça manzum ve mensuron ciltten fazla eseri bulunmaktadır. Aruz ölçüsü ile yazdığı şiirlerinde genellikle Nesimî ve Fuzulî’nin, heceyle yazdığı şiirlerinde ise Yunus Emre’nin etkisinde kaldığı görülür. Divanı’nın yanı sıra, “Risaletü’t-Tevhid, Şerh-i Esma-i Hüsnâ, Sûre-i Yusuf Tefsiri, Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre, Risale-i Eşrât-ı Saat, Tahir-nâme, Fatihâ Tefsiri, Sûre-i Nûr Tefsiri” eserlerinden bazılarıdır.

Bugün fitnecileri, Gülen’e “ABD ve İsrail ajanı”, “vatan haini” gibi iftiralar atarak, kültürler ve dinlerarası diyaloğ girişimlerini çarpıtarak fitneci kadızâdeler oldular. Ülkemizin 160 ülkede alnın akı olan ve İslam’ın bayraktarlığını yapan tertemiz insanlara şer atanlar cami duvarına işiyorlar ve Hak erenlerinden ahitleşme bedduası alıyorlar! İftiracı iftirasını ispatlıyamıyor.  O devrin kadızâdeleri Mısri’yi gözden düşürmek için ‘ilmi cifri’ kullanmasını bahane ederler. Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen bir ilimdir. Ebced : Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle gösterilmektedir.  (Ebced) (Hevvez) (Hutti) (Kelemen) (Sa’fes) (Kareşet) (Sehaz) (Dazig) Bu sekiz kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine kadar, birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim: 3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn: 70, Fe: 80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900, Gayn: 1000. Şimdiki Arabcada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu sırada dizilmiştir. Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıkları biliniyor. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Yayınlarında Doç. Dr. Ferhat Koca’nın 2002’de yayımlanan makalesinden uzun bir alıntı yaparak, konuya açıklık getirelim:

“Osmanlılar dönemi fıkıh – tasavvuf ilişkileri arasında mücadele uzun dönemli tarih  perspektifinden bakıldığı zaman, iş hep ilhad ve tekfir denen dışlamalara kadar varmıştır. Bu iki disiplin arasındaki çeşitli  gerginliklerin teorik temellerini vahdet-i vücut, hulûl, ilham, vesîle ve vâsıta, istimdâd, râbıta, Mehdî ve Mehdîlik, Hızır, hatmü’n-nübüvve, zikir, raks, semâ, deverân; kahve ve tütün vb. çeşitli keyif verici maddelerin kullanılması ve bazı giysilerin giyilmesi gibi konulardaki ihtilaf ve tartışmaların oluşturduğu görülür. Sorumluluk sahibi bu kişiler arasında; fıkıhçılardan Molla Fenârî, Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemâl ve Ebüssuûd Efendi gibi şeyhülislâmlar; mutasavvıflar arasında ise her biri aynı zamanda zâhirî ilimlerde de büyük bir derinlik ve nüfuza sahip olan Dâvûd-i Kayserî, Bedreddin İbn Kadı Simavna, Abdurrahman b. Ahmed el-Câmî, Nûreddinzâde Muhyiddin Muhammed b. Mustafa, Aziz Mahmud el-Hüdâyî ve Bursalı İsmail Hakkı ve Niyazi Mısri gibi meşhur mutasavvıflar bulunmaktadır. Bu iki zümre arasındaki ilişkilerde sürekli olarak tek bir renk hâkim olmayıp karşılıklı geçiş ve uzlaşmalar yanında, bazı gerginliklere her zaman rastlanabilir. Bazı Şeyhülislâmlarımız sağlam sufidir.

Osmanlı devletinin kuruluş döneminde, Orhan Gazi tarafından, 1336 yılında inşaatı biten İznik’teki ilk Osmanlı medresesinin müderrisliğine atanan, medresede hadis ve fıkıh gibi dinî ilimler yanında, felsefe ve mantık gibi aklî ilimler de okutan ve Osmanlı devletinin dinî siyasetinin oluşmasında önemli etkileri bulunan Dâvûd-i Kayserî, aynı zamanda İbnü’l-Fârız (ö. 632/1234), Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ve Abdürrezzâk Kâşânî (ö 730/1329) gibi sûfîlerin geliştirip sistemleştirdikleri vahdet-i vücut nazariyesini benimsemiş ve yazdığı eserlerin hemen hemen tamamını tasavvuf ve felsefeye tahsis etmiştir.

Yine, ilk Osmanlı şeyhülislâmlarından Molla Fenârî (ö. 834/1431) tasavvufa karşı olumlu bakmış ve bu konuda Risâle fi’t-tasavvuf, Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî, Misbâhu’l-üns beyne’l-ma’kûl ve’l-meşhûd fî Şerh-i Miftâhi’l-gayb el-Cem’ ve’l-vücûd ve Sûfiyye’nin Libas ve Etvar ve Meslekine Dair İtirazlara Reddiye gibi çeşitli eserler yazmıştır. Geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olan Şeyhülislâm Hoca Sa’deddin  Efendi (ö. 1008/1599) Risâletü’l-Kuşeyrî ile Abdülkâdir-i Geylânî’nin menkıbelerine ait bir kitabı Türkçe’ye tercüme etmiştir.

Öte yandan, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmîn Mustafa Efendi (ö. 1013/1604), Melâmî – Hamzavî şeyhlerinden İdrîs-i Muhtefî’nin (ö. 1024/1615)müritlerinden biri olduğu gibi, Şeyhülislâm Bahâî Mehmed Efendi (ö. 1064/1654) Nakşibendiyye veya Mevlevî tarikatına intisap etmiştir.  Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi (ö. 1103/1692) tarikata mensup bir aile ortamında yetişmiş, babası Mehmed Efendi önce Nakşibendî şeyhi olmuş, daha sonra da Halvetiyye şeyhi Ömer Efendi’ye intisap ederek onun zâviyesinde uzun yıllar halife olarak bulunmuş, Şeyhülislâm Ali Efendi de tarikata ilgisi sebebiyle “Mecmau’l-Bahreyn” (İki Denizin Birleştiği Yer) lakabıyla anılmıştır. Şeyhülislâm Sadreddinzâde Sâdık Mehmed Efendi ise (ö. 1121/1709) Cihangir Şeyhî Efendi’den inâbet almış ve tasavvufla ilgili olarak Risâle fi’t-tasliye ve’t-tarzıye, Risâle fî beyâni fazîleti zikri’l-hafî ale’l-cehrî adlı eserlerini yazmıştır. Diğer taraftan, şeyhülislâmlardan Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703) Halvetîlik yanında, Nakşibendiyye tarikatına da intisap, Vassaf Efendizâde Mehmed Es’ad Efendi (ö. 1192/1778) sûfî meşrep bir şeyhülislâm iken, Feyzullah Efendizâde Mustafa Efendi (ö. 1158/1745), Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi (ö. 1262/1846), Refik Efend (ö. 1288/1871) ve Musa Kâzım Efendi (ö. 1920) ise Nakşibendî tarikatına bağlanmışlardır. Bunlardan  Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ı ile Mehmed Cemâleddin Nûri Efendi’nin yazdığı vahdet-i vücûdun tahkîkine dair bir risalesini Türkçe’ye tercüme etmiştir.

XVII. Yüzyıl tasavvuf – fıkıh ilişkileri bakımından önemli olaylardan bir kısmı da asıl adı Mehmed Niyazî olan Niyazî-i Mısrî etrafında cereyan etmiştir. Devletin, başından beri başarıyla sürdürdüğü fıkıh – tasavvuf ve fukahâ – meşâyih arasındaki denge politikasının, çeşitli dönemlerde bozulmuş olmasının da bu olayların artmasında etkili olduğu söylenebilir. Mesela, güçlü bir padişah olan IV. Murad (ö. 1049/1640) bir yandan toplumsal hayatın düzenlenmesi hususunda Kadızâdelilerin katı görüşlerinden ilham alırken, diğer yandan da Sivâsîlere karşı saygı ve hürmette kusur etmemiştir. Ancak, bu denge politikasının devam ettirilemediği veya dengenin taraflardan biri lehine bozulduğu dönemlerde, fukahâ ile meşâyih arasındaki kamplaşmalar ve gerginlikler artmıştır. (Bugün Ak Parti, bu sağlam dengeyi bozmuştur. FA)

XVII. asırda, IV. Murad devrinin (1623-1640) başlarından IV. Mehmed’in saltanatının (1648-1687) sekizinci yılına kadar yaklaşık otuz küsur yıl süren ve “dinde tasfiyecilik (puritanizm)” adı verilebilecek bir hareket başlatan Kadızâde Mehmed Efendi adlı vaiz etrafında gelişen olaylar, bu dönemin fukahâ – meşâyih ilişkilerini en çok gerginleştiren etkenlerden biri olmuştur. Birgivî Mehmed Efendi’nin sûfîler aleyhindeki görüşlerini benimseyen Kadızâde Mehmed Efendi, bilhassa Halvetî şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî (ö. 1049//1639)174 ile tarihe “fakılar ile sofular mücadelesi” olarak geçen sert tartışmalara girişmiş ve bu mücadele, adı geçen iki şahsın ölümünden sonra da Kadızâde taraftarı Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1066/1655’den sonra) ile bazı tarikat şeyhleri arasında giderek şiddetini artıran bir biçimde devam etmiştir.

İki liderin ölümünden sonra ise, bilhassa Kadızâdelilerin bayraktarlığını yapan Arap asıllı Ayasofya vâizi ve “sultânü’l-vâizîn”, “padişah şeyhi” gibi sıfatlarla ünlenen Üstüvânî Mehmed Efendi ile Fatih vâizi Şeyh Veli, Yeniçerilerin Orta Camii vâizi Hüseyin Efendi, Hurşid Çavuşoğlu, Türk Ahmed, Uşşâkî oğlu Macuncu Hamza ve Köse Mehmed gibi bazı vâizler büyük bir kampanya başlatarak, devrin şeyhülislâmı Zekeriyazâde Yahya Efendi (ö. 1053/1644) başta olmak üzere vezirleri suçlamaya, şeyh ve dervişlerin dinsiz olduklarını yaymaya başlamışlardır. Bu arada, 24 Eylül 1656’da, Fatih Camii’nde müezzinler makamla nat-ı şerif okurken bir grup Kadızâdeli onlara saldırmış, camide kavga çıkmış, kendilerine engel olmak isteyenlere karşı silahla mukâbeleye karar vererek, Fatih Camii’nde toplanmak üzere taraftarlarına haber göndermişler ve ertesi gün kalabalık gruplar halinde camiye gelmeye başlayan Kadızâdeliler sokaklarda rastladıkları Mevlevî, Halvetî, Celvetî ve Şemsî şeyh ve müritlerine, “Tahta tepenler, düdük çalanlar” şeklinde çeşitli tahkir edici sözler söyleyerek, onları tecdid-i imana davete ve direnenleri de “kafir” olarak ilan etmeye başlamışlardır.

Olayı haber alan yeni sadrazam Köprülü Mehmed Paşa (ö. 1072/1661) onlara nasihatte bulunmuş ise de söz dinletememiş, bunun üzerine ulemâyı toplayarak konuyu görüşmüş ve âlimler Kadızâdelilerin iddialarının geçersiz (bâtıl) olduğunu ve “İkâz-ı fitneye bâis olanların cezaları tertib olunmak lazım idüğü”ne dair fetva vermişlerdir. Köprülü, durumu sultan IV. Mehmed’e arz ederek olay çıkaranların katilleri hususunda ferman almış, ancak yeni olaylara yol açmamak için Kadızâdelileri öldürmeyip, Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1066/1655’den sonra) ile Türk Ahmed ve Divâne Mustafa’yı Kıbrıs’a sürmüş ve böylece Kadızâdeliler hareketi fiilen sona erdirilmiştir.”

Özetle, tarih tekerrür ediyor, Vehhabi ve Şii İslam’ı ile savaşan Gülen dışlanıyor!

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu