Ağlattığın Yeter, Güldür Onları!

Soru: Valideyne sevgi ve hürmetin sadece bazı özel günlere sığıştırılmaya çalışıldığı günümüzde, çoğu Kur’an talebelerinin dahi anne-baba hukukunu tam gözetmedikleri söylenebilir. Dine ve millete hizmet yolunda koşarken karşılaşılan çeşitli meşguliyetler ve hicret gibi zaruretler bu meselede mazeret teşkil eder mi?

Cevap: Maalesef, pek çok değer ölçüsünün unutulduğu, ailevî ve ictimaî esasların yerle bir olduğu zamanımızda, anne-baba hakkı da bu umumî yozlaşmadan nasibini aldı. İnsanın en başta hürmet etmesi gereken iki kudsî varlık, bugünün şımarık nesilleri tarafından sadece birer yük gibi kabul edilir oldu. Aslında, daha küçük birer canlı halinde var olmaya başladıkları günden itibaren, hep anne-babanın omuzlarında dolaşan ve onların kucaklarında gelişip büyüyen çocuklardı yük olan; fakat, anne-babanın derin şefkati, yavrularını yük değil mukaddes birer emanet olarak görmelerini sağlıyordu.

Onların hayat boyu devam eden fedakarlıkları karşısında çocukların da onlara sevgi ve hürmetle muamele etmeleri hem bir insanlık borcu hem de bir vazifeydi; her insan, kendi ebeveyninin kadrini bilmeli ve onları Hakk’ın rahmetine ulaşmaya vesile saymalıydı. Heyhat ki, günümüzde sadece Allah’a karşı saygısız olanlar arasında değil, O’nu sevdiğini iddia edenlerin içinde bile, anne ve babalarının varlıklarını istiskal eden, yaşamalarına karşı bıkkınlık gösteren ve sürekli saygısızlıkta bulunan insan bozması canavarlar türedi.

Huzur Evi mi, Hicran Yurdu mu?

Ne acıdır ki, artık anne-babalar yalnızlığa ve kimsesizliğe mahkum yaşıyorlar; biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Önceleri “darülaceze” denilen, şimdilerde biraz kibarlaştırılarak “huzur evi” adı verilen bu hicran yurtlarıyla teselli olmaya, senede bir gün kendilerine uzatılacak çiçeklerle avunmaya çalışıyorlar.

Oysa, insan çocuklarını bağrına basamadığı, torunlarını kucağına alamadığı, ne ihtimamla büyüttüğü ciğerparelerini sevemediği ve onlara bakıp bakıp “Yavrularım!..” diyemediği bir yerde nasıl huzurlu olur ki!.. Kendisine sevgi ve hürmetle nazar eden yakınlarının bulunmadığı, onun için bir tencerenin kaynamadığı ve çoğu zaman arayıp soranının olmadığı bir yerde mutluluğu nasıl bulur ki!.. Biz kendi kafamızda mevhum bir huzur tasarlamışız; o talihsizler yuvasına “huzur evi” demekle onun sakinlerinin de gerçekten huzurlu olacaklarını sanmışız. Allah’tan ki bu müesseseler ve oralarda bazı samimi gönüller var da yaşlılarımızı bütün bütün sokağa terketmiyoruz; kendileri gibi muhtaç kimselerin arasına atıp bıraksak bile hiç olmazsa bir rahat yatak, bir sıcak çorba imkanı sağlıyoruz. Akabinde, onların da bizim var olduğunu vehmettiğimiz huzuru duymaları için zorlayıp duruyoruz. “Daha ne olsun, ne güzel yiyip içip yatıyorlar!” der gibi bir tavır takınıyoruz.

Halbuki, insan hayvanlar gibi yiyip içen, sonra da yan gelip yatan ve bu şekilde saadete eren bir mahluk değildir. İnsan, çevresine alâka duyan, tabiata açık bir fıtratı bulunan, evlat ve torunlarıyla, hatta torunlarının torunlarıyla münasebeti olan ve ancak tabiatından kaynaklanan bu alâka ve münasebetlerin gerekleri yerine getirildiği zaman huzur bulan bir varlıktır. Bir tüketim mevsimi halini alan hususî zaman dilimlerinde “dostlar alış-verişte görsün” kabilinden sözde arayıp sormalar ve sun’î tavırlar mutlu etmez insanı. Senede bir eline tutuşturulan bir demet çiçek sadece onun gönlündeki hasret ateşini alevlendirmeye yarar, dindirmez hicranını. O alâkaya, sevgiye ve içten bir tebessüme muhtaçtır; yalnızca yeme, içme ve sıcak döşekte uyuma karşılamaz manevî ihtiyaçlarını.

Kur’an Üslubu ve Valideyn

Genelde, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyyede, insanın, tabiatı ve cibilliyeti itibarıyla arzu duyduğu, bir zorlama olmadan yaptığı ve yapmaktan lezzet aldığı hususlar fazlaca nazara verilmemekte; onlarla alakalı fıkhî hükümlerin ve hukukî disiplinlerin tesbitiyle iktifa edilmektedir. Fakat, şayet nefsin hoşuna gitmeyen ve insanın yapmakta zorlanacağı bir husus ele alınıyorsa, o zaman o meselenin ehemmiyeti daha genişçe anlatılmakta ve herkes o işe teşvik edilmektedir.

Mesela; izdivaç, hem fert hem de toplum hayatı açısından çok önemli bir meseledir; ailenin teşkili, milletin bekâ ve devamı, ferdin duygu ve düşüncelerinin dağınıklıktan kurtarılması ve cismânî hazlarının zapturapt altına alınması ancak evlilik ile mümkündür. Bununla beraber, dini kaynaklarımızda “Aman hemen izdivaca yönelin, sakın hiç durmayın en kısa zamanda evlenin; evlenmezseniz şöyle derbeder olursunuz!” türünden tehditler ve evliliğe teşvikler yoktur. Teşvik ve tergîb adına sadece onun fıtrî bir ihtiyaç olduğu ve meşruluğu ifade edilmiştir. Çünkü, izdivaca karşı insanların tabiatlarından kaynaklanan bir istek zaten vardır; bir teşvik olmasa da insanlar evliliği arzulayacaklardır. Dolayısıyla, hem Kur’an-ı Kerim hem de Sünnet-i seniyye insanları izdivaca heveslendirmekten ziyade, evliliğin sağlıklı yürümesi ve huzur vaadetmesi için gerekli olan kuralları ortaya koymayı esas almış; nikahın şer’i çerçevesini belirlemiş ve eşlerin haklarını, biribirine karşı vazife ve sorumluluklarını detaylıca anlatmıştır.

Bu espriye bağlı olarak, ayet ve hadislerde anne-baba hukuku üzerinde ısrarla durulmuş ve onların haklarının gözetilmesi ve valideyne zulüm etmekten kaçınılması hususunda tergîb (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîblerde (sakındırma, uzaklaştırma) bulunulmuştur. Zira, insan tabiatında başkalarıyla alâkadar olma ve onların ihtiyaçlarını görme isteği sınırlıdır; cibilli olarak onda kendisini anne-babasına adama iştiyakı yoktur. Her insan mutlaka anne-babasına karşı belli ölçüde bir alâka duyar; ama valideynin şefkati evladı için kurban olmayı dahi sıradan bir iş haline getirse bile, çocuğun anne-babayı görüp gözetmesi biraz iradesini zorlamasına bağlıdır. Oysa, çocuk kendisini onların hoşnutluğunu kazanmaya vakfetse, valideynin memnuniyetini Hakk’ın rızasına vesile bilerek hizmette hiç kusur etmese, sürekli onların gözlerinin içine baksa ve onları asla incitmese, hatta bir manolya gibi buruşup solmalarından korkarak onlara dokunurken bile dikkatli davransa... anne ve babanın bütün bu güzel muamelelere hakkı vardır. Bundan dolayı da, Kur’an ve Sünnet, iradenin hakkının verilmesi icap eden böyle önemli bir mesele üzerinde ısrarla durmakta ve tergîb ü terhîbler sıralamaktadır.

Bu tergîb ü terhîblerde ortaya konan nükte de çok latif ve ibretâmizdir: Allah Teâlâ, ana-babayı “valideyn” diye isimlendirerek ikisini bir varlık gibi göstermekte, Kendi haklarını zikrettikten hemen sonra anne-babanın hukukunu nazara vermektedir; öyle ki, mevzu ile ilgili ayetlerde Peygamber hakkı bile araya girmemektedir. Mesela, Cenâb-ı Hak, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamelede bulunun.” (İsra, 17/23) buyurmakta ve Kendi hakkıyla valideynin hukukunu yanyana, beraberce vurgulamaktadır. Sonra da, şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak evladın yanında bulunursa, onlara hizmetten yüksünmemek, hatta “öff!” bile dememek, onları azarlamamak, tatlı ve gönül alıcı sözler söylemek gerektiğini belirtmekte; şefkat ve tevazu ile onlara kol kanat gerilmesini emretmektedir. Evet, Allah Tebâreke ve Teâlâ, anne-babanın evlat üzerindeki haklarını anlatırken, onlara öf demeyi bile yasaklamakta ve onları azarlamayı, küçük görmeyi, yalnızlığa terketmeyi haram kılmaktadır. Özellikle bebek sütten kesilene kadar annenin çektiği sıkıntıları ve anne-babanın çocuklarına karşı ortaya koyduğu fedakarlıkları hatırlatmakta ve “Hem Bana, hem de annene babana şükret! Unutma ki sonunda Bana döneceksiniz.” (Lokman, 31/14) mealindeki ilahî beyanıyla valideynin haklarını Kendi hakkından ayırmayarak hem o valideyni nasip eden Zât’ına şükrü hem de anne-babaya teşekkürü evladın borcu ve vazifesi saymaktadır. Onların dinî esaslara ters olmayan isteklerinin yerine getirilmesini, -müslüman olmasalar bile- gönüllerinin hoş tutulmasını, dünyevî ihtiyaçlarının giderilmesini ve kat’iyen aradaki irtibatın kesilmemesini emir buyurmaktadır.

Dön Anne-Babana!..

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de, pek çok söz, hal ve tavrıyla anne-baba hakkının gözetilmesi gerektiği üzerinde durmuş; “ukûk”u (vâlideynin hak ve hukukunu gözetmeyip onlara zulmetmeyi) en büyük üç günah arasında şirkten sonra ikinci sırada saymıştır. Anne-babasına hürmette kusur edenin, Hakk’a karşı gelmiş ve kendisine yazık etmiş olacağını belirtmiştir. Nitekim, bir gün peşipeşine üç defa, ”Yazıklar olsun o kimseye!” demiş; Ashab-ı Kiram’ın “Ey Allah’ın Rasûlü, kimdir kendisine yazık eden o talihsiz?” suali üzerine “Ana-babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı halde, onları hoşnut etmek suretiyle Cennet’e giremeyip Cehennem’i boylayan kimse” buyurmuştur.

Dinimizde valideynin hukuku o kadar önemlidir ki, Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem), bir soru üzerine “Cihada denk bir amel bilmiyorum” demesine rağmen, huzuruna gelerek cihada katılmak istediğini söyleyen pek çok sahabiye “Annen, baban sağ mı?” diye sormuş, “evet” cevabını alınca da, “Git, anne-babana hizmet et. Senin cihadın onların yanında; yapış annenin ayaklarına, Cennet orada.” buyurmuştur.

Yine, hadis kitaplarında Fahr-i Kâinat Efendimiz’e biat etmek için gelen birinden bahsedilir. Ashab-ı Kiram’ın altın halkasına girmekle şereflenen o sahabi, en kutlu elleri tutar ve “Sana biata koştum ama annem babam arkada hicranla ağlıyorlardı” der. Şefkat Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen ellerini geri çeker, memnuniyetsizliğini yüz işmizazlarıyla ifade ederek şöyle seslenir: “Dön anne-babana, dön de ağlattığın gibi güldür onları.”

Hizmet Mazeret Olamaz!..

Bu temel kaideler zaviyesinden meseleye bakacak olursak, anne-babanın hukukunu gözetme hususunda hiçbir mazeret geçerli değildir; her fert onlara karşı vazifelerini eksiksiz eda etmek mecburiyetindedir. Bu vazife, herkes kadar hizmet erlerini de alâkadar eden bir mesuliyettir. Emr-i bilmaruf nehy-i anilmünker düşüncesinden ve dine hizmet gayesinden kaynaklanan bir kısım zaruretler bazılarımızı bazı yerlere bağlayabilir; ailemizden ve vatanımızdan uzak diyarlarda yaşama ile karşı karşıya bırakabilir. Fakat, ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, nerede yaşarsak yaşayalım, bunlar sıla-yı rahimi ve valideyni görüp gözetmeyi ihmal etmemize mazeret sayılamaz. “Hizmet adına koşuyorum, öyleyse, onların hukukunu gözetmesem de olur” mülahazası bir aldanmadan ibarettir. Dahası, anne-babaya bir başka kardeşin ya da akrabanın bakıyor olması da diğer çocukları mesuliyetten kurtarmaz; onların hakları diğerleri üzerinde devam eder.

Bu açıdan, hizmet mülahazası ve hicret düşüncesi çok önemli olsa da, anne-babayı ihmal etmeye sebebiyet vermemelidir. Sevgi erleri engin bir şefkatle bütün insanlığın saadeti adına diyar diyar dolaşırken, kendi anne-babalarını, aile fertlerini ve akrabalarını da unutmamalıdırlar. Belki iki vazifenin de hakkını beraberce verebilecekleri hizmet zeminleri ve imkanları oluşturmaya çalışmalıdırlar.

Keşke şartları zorlasanız ve anne-babanızı yanınıza alsanız. Kaldığınız evlerin mimarisini bile bu gayeye matuf olarak planlayıp anne-baba ya da nine-dede için yarı beraber yarı müstakil haneler hazırlayarak, onlara istedikleri zaman kendilerini dinleme, dilediklerinde de torunlarını sevme fırsatı tanısanız. Şayet, buna muvaffak olabilecek imkanlara sahip değilseniz, o zaman da hiç olmazsa belli bir zaman takdir ederek onları devamlı ziyaret etseniz, ellerini öpüp gönüllerini alsanız; birkaç gün yanlarında kalarak hal hatırlarını sorsanız, bazı işlerini görseniz, ihtiyaçlarını giderseniz. Onlara gerçekten değer verseniz, saygı ve hürmet gösterseniz ve tecrübelerinden, bilgi ve becerilerinden istifade etseniz. Yine imkan bulabilirseniz, onları kısa süreliğine de olsa ara sıra kendi evinizde misafir etseniz; hizmet ettiğiniz beldeyi, arkadaş çevrenizi ve hayat tarzınızı onlara gösterip gönüllerine itminan salsanız.

Bunların hiçbirini yapamıyorsanız –ki bunlar yapılamayacak şeyler değildir ve onlar için ne yapsanız değer– içinde yaşadığınız çağın muvasala ve muhavere imkanlarını kullansanız; sık sık telefon etseniz, hatta görüntülü telefonlarla ya da İnternet aracılığıyla onlarla görüşseniz; siz onların güzel yüzlerini görseniz, doysanız; onlar da sizi mimiklerinizde bile seyretseler, hasret giderseler.. ve ister yanınızda kalsınlar ister misafir olarak gelsinler isterse de telefon ve İnternet vasıtasıyla sizinle görüşsünler, bütün bu görüşüp konuşmaları, yapılan hizmetlerin büyüklüğünü anlatma yolunda birer fırsat olarak değerlendirseniz. Gayesiz ve başıboş olmadığınıza inanmalarını sağlasanız; vazifenizin mahiyetini ve keyfiyetini anlatarak, vesile oldukları için onların hasenât defterlerine de pek çok sevap yazılacağına, buradaki hasret ve hicrana bedel ötede ebedî vuslatı kazanacaklarına onları inandırıp yüzlerini güldürseniz.

İnanmış Valideynin Tavrı

Gerçi, siz ne derseniz deyin, ne anlatırsanız anlatın, kafaları tatmin olsa bile ayrılıktan dolayı kalbleri mutlaka burkulacaktır. Fakat, bu kadarcık bir burkuntu da insaniyetin muktezasıdır. Çocuğu vefat etmiş bir anneye “Senin çocuğun kuş oldu, Cennet’e gitti. Öbür tarafta Allah ona şefaat hakkı verecek, Cehennem’in alevlerine sürüklendiğin bir anda o seni Cennet’in içine çekecek” deseniz; o kadıncağız mutlaka biraz teselli bulacak, azıcık sevinecektir ama yine de gönlüne söz geçiremeyecek, “Keşke, beni böyle boynu bükük bırakıp gitmeseydi” demekten de kendini alamayacaktır. İşte, sizin anne-babalarınız da belki böyle bir burkuntu yaşayacaklar; ama şayet siz dert ve davanızı onlara iyi anlatabilirseniz, onlar da her şeye rağmen yüreklerine taş basacak ve ayrılığınıza razı olacaklardır.

Evet, siz anlatmaya gayret edeceksiniz; “Anneciğim, babacığım! Bakın, dinimize ve milletimize hizmet etmeye, her yanda bayrağımızı dalgalandırmaya ve öz değerlerimizi âleme duyurmaya çalışıyoruz. Sizin arzu ettiğiniz de bu değil mi? Siz de Allah’ın rızasını kazanmak, Ruh-u Seyyidi’l-Enam’ı hoşnut etmek istemiyor musunuz? Siz de biliyorsunuz ki, rıza-yı ilahiyi, şefaat-i nebeviyeyi elde etmenin yolu buradan geçiyor ve şimdiye kadar binlerce insan bu yolda yürümüşler. Ecdadımızın bazıları evlerini barklarını terketmişler, bir daha yurtlarına yuvalarına dönememişler. Hatta siz de hep anlatırsınız; babalarınız, dedeleriniz, amcalarınız i’la-yı kelimetullah veya vatan müdafaası ya da ırz-namus davası uğrunda cepheden cepheye koşmuşlar, senelerce askerlik yapmışlar ve bir daha geri gelememişler. Bir evden beş insan gitmişse, ancak birisi dönmüş, dördü şehit düşmüş. Milletimizin en parlak dönemlerinde bile evinden ayrılıp giden, bir cephede şehadet şerbeti içen insanların sayısı şimdi ayrılıp gidenlerin adedinin belki on katıydı. O günlerde dahi on evin dokuzunda feryad u figân vardı, çığlık vardı, gözyaşı vardı!..” diyecek ve derdinizi dile getireceksiniz. Kollarına atılacak, sarılacak, ellerini öpecek ve “Hakkınızı ödeyemem, isterseniz gitmeyeyim ama...” deyip boynunuzu bükeceksiniz. Emin olun, siz bu kadarcık bir samimiyet ve hürmet ortaya koyunca, Anadolu’nun temiz insanları, ayyüzlü anne-babalarınızın hepsi, birgün babamın bana dediği gibi “Orada bekleyenlerin var...” diyecek ve size hizmet beldelerinizi işaret edeceklerdir.

Manisa’ya tayin olduğum günlerde Erzurum’a gidip sıla-yı rahimde bulunmuş, anne-babamın ellerini öpmüş ve birkaç gün yanlarında kaldıktan sonra yeni yerime gitmek için onlardan izin istirham etmiştim. “Müsaade ederseniz gidip vazifeye başlayayım.” deyince, babam “Önümüzdeki Perşembe’ye kadar gitmesen, yanımda kalsan!” dedi. Ben karşılık vermedim, sadece boynumu büktüm ve gitmemin daha hayırlı olacağını ima ettim. Babam, derince düşüncelere daldı, biraz bekledi, sonra gözleri yaşlı, ellerini omuzuma koydu, “Git” dedi, “Burada bir çift göz, orada ise binlerce göz bekliyor, git!” Bir programa yetişme gayretiyle ellerini öpüp ayrıldım ve İzmir'e döndüm. Bir hafta sonra, Ramazan ayının bir Perşembe gecesi babamın vefat ettiğini öğrendim. Son anlarında onun yanında bulanamayışıma çok üzüldüm. Hele onun keramet gösterircesine dile getirdiği “Bir hafta sonra gitsen!” teklifini hemen kabul etmeyişim, içimde sürekli kanayan bir yara olarak kaldı. O, yaptığım işin doğruluğuna ve bereketine inansa da, benden razı olarak “git” dese de, ben başka bir çözüm yolu bulmalı ve arzusunu yerine getirmeli değil miydim? O bir civanmertlik yapmışsa, bu fedakarlığı ona aittir ve onun fazilet  hanesine yazılır; fakat, acaba ben başka bir formül bulamaz mıydım? İşte, bu endişeden dolayı hâlâ çok ciddi bir sorumluluk hissiyle iki büklüm olduğumu söyleyebilirim.

Annem yaşasaydı, doksan yaşını aşmış olacaktı; zaten elden ayaktan düşmüştü. Fakat, öyle de olsa, şu merdivenleri çıkarken kaç defa düşünmüş ve kendi kendime “Ah anacığım, keşke hayatta olsaydın da seni sırtıma alsaydım, şu basamakları sırtımda çıkarsaydım; yemeğini yedirseydim, yatağını serseydim ve doya doya ellerini öpseydim. Sen de bana “Oğlum, Allah seni Firdevsiyle sevindirsin!” deseydin, hakkımda dualar etseydin.” demişimdir. Babam için de aynı hisleri beslemişimdir. Bunlar içimdeki ukdeler... “Keşke” demekten alamıyorum kendimi... Emin olun, bunları size bir şey ima etme mülahazası taşımadan, sadece meseleyi kendi sorumluluğuma bağlayarak söylüyorum. Her gün sırtıma alıp taşısaydım, oradan oraya götürseydim de haklarını ödemiş olamazdım ama sevgi ve hürmetimi hiç değilse o şekilde ifade edebilmeyi çok isterdim.

Vuslat Âhirete Kaldı

Heyhat ki, bazı şeylerin ve bazı kimselerin kıymetleri yokluklarında anlaşılıyor. Anne, baba, amca, dayı, teyze, hala gibi insanların kıymetleri de ayrılıklarında daha çok ortaya çıkıyor. İnsan ancak onlardan cüda düşünce ve yerleri boşalınca fark ediyor onların değerini. Firkat ateşi sinesini yakınca “Vah anam, ah babam” diyor, “dede, nine” diye inliyor, sağına soluna “amca, dayı, teyze, hala” diyerek bakıyor ama artık iş işten geçmiş oluyor. Ayrılık kadr ü kıymet bildiriyor; fakat, o andan sonra yitiği telafi etmek, eksikliği gidermek ve o boşlukları doldurmak mümkün olmuyor.

Artık, geriye tek tesellimiz kalıyor; o da, ötede onlara kavuşmak, şayet şefaat edebilecek ufka ulaşmışlarsa orada şefaatlerine nail olmak. Keşke Cenâb-ı Allah bizi temiz gitmeye muvaffak kılsa da ötede biz onların ellerinden tutsak; onlar ellerimizden tutacaksa yine tutsalar ama biz de buradaki eksikliklerimize bedel ötede onların ellerinden tutmaya hazır olsak. Neden olmasın ki?!. Kainatın İftihar Tablosu Efendimiz kıyamete ait bir sahneyi şöyle anlatıyor: Allah Teâlâ meleklerine, müminlerin çocukları için, “Bunları Cennet’e götürün” buyurur. Melekler, çocukların Cennet’e girmelerini söylerler. Çocuklar girmek istemezler, “Anne-babamız nerede?” diye sorarlar. Melekler, “Onlar sizin gibi günahsız değildi; görülecek hesapları var!” cevabını verirler. Çocuklar hem ağlaşır hem de “Anne-babamızı almadan Cennet’e girmeyiz” derler. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak buyurur ki, “Ey yavrular, haydi gidin, anne-babanızı da alıp Cennet’e girin!”

Sahih-i Müslim’de nakledilen bir rivayette de şöyle denmektedir: “Küçükken ölen çocuklar, Cennete girip çıkarlar. Anne-babaları ile karşılaşınca, eteklerine yapışır veya ellerinden tutarlar. Ana-babaları Cennete girinceye kadar, onlardan ayrılmazlar.” Taberânî’nin rivayetine göre; Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), “Üç çocuğu ölen, Cennet’e girer” demiştir. Oradakiler, “İki çocuğu ölen de girer mi?” diye sual edince Peygamber Efendimiz, “İki çocuğu ölen de Cennet’e girer” karşılığında bulunmuştur. “Bir çocuğu ölen de öyle mi?” sorusu üzerine de, “Allah’a yemin ederim ki, çocuk düşük de olsa, annesi sabredip sevabını Allah Teâlâ’dan beklerse, o çocuk annesini Cennet’e götürür” buyurmuştur. Evet, Cenâb-ı Hak dilerse, küçücük çocukları anne-babaların imdadına yetiştirir. Rahmeti Sonsuz, o rahmetin muktezasını yerine getirirken çocukları da icraatına perde birer sebep, birer argüman olarak kullanabilir. Keşke, biz de burada salih evlat olarak yaşasak ve ötede anne-babamızın ellerinden tutsak, burada sebep olduğumuz hicran ve hasrete mukabil orada ebedî beraberliğe vesile olsak.

Evlatlarının sırtlarına vurup onları hizmete salan anne-babalar, özellikle de sinelerinde kabarıp duran şefkatten dolayı hasret ve hicranı daha derinden duyan anneler, ne mübarek ve güzel insanlardır onlar. “Git oğlum, yürü kızım; iyi yoldasınız, doğrular arkasındasınız. Bugün uyuşturucu kullananlar var, cismaniyetinin altında kalıp ezilenler var, bir şeytanî çukura yuvarlanıp bir daha doğrulamayanlar var. Allah’a şükür ki, siz O’nun yolundasınız. Kim bilir, şu hizmetleriniz sayesinde ötede bize de el uzatır, bizi de kurtarırsınız” diyen şefkat kahramanları, ne yüce, ne bahtiyar kullardır onlar... Çok büyük görünüyorlar gözüme, şefkat ve saygı hissi dolduruyorlar yüreğime. Birer âbide gibi duruyorlar önümüzde. İşte, Refia annemden ayırmadığım bu mualla annelerinizi siz de çok aziz tutmalısınız. “Sırtında gezeceğim” dese, tereddüt etmeden “İşte sırtım, bin anacığım” demelisiniz. Kadının horlandığı, hakir görüldüğü ve kendi değerlerinden uzaklaştırıldığı günümüzde siz annelerinize en yüksek payeyi vermeli ve gerçekten Cennetinizi onların ayakları altında, onlara hizmette aramalısınız.

Ebedî Hüsran İhtimali ve Bir Teselli Vesilesi

Zinhar, bu konuda hataya düşmeyin, yanlış yapmayın. Unutmayın; anne-babanın hakkını gözetme meselesinde kaybedenler ebediyyen kaybederler. Bu hakikate binaen, kolay kolay yemin etmeyen Nur Müellifi, vâlideynin hukukundan bahsederken bir kaç defa, “sözüme kanaat et, kasem ederim şu hakikat gayet kat’idir...” demekten kendini alamaz. Başka eserlerde öyle konuşmaz; ele aldığı mevzuyla alakalı sağlam deliller ortaya koymakla ve akla hitap etmekle yetinir. Fakat, söz konusu anne-baba olunca, adeta çığlık olur inler; onların hor hakir görülmeleri ve istiskal edilmeleri karşısında feryad ü figân eder. Hakikati en tiz perdeden seslendirir ve hatta yeminler ederek bu gerçek karşısında ciddi olmaları için muhataplarını uyarır.

Öyleyse, biz anne-baba hukukuna çok dikkat etmeliyiz; bu vazifenin ihmaline mazeret olabilecek bir hususun bulunmadığına inanmalıyız. Belki bu meseledeki kusurlarımıza karşı bir teselli kaynağı olarak sadece hâlis niyetlerimizi ve salih amellerimizi vesile yaparak Cenab-ı Hakk’ın merhametine sığınmalıyız. Çünkü, biz ihsan-ı ilahi olarak omuzlarımıza yüklenen ve bütün hayatımızı kendisine adamamız iktiza eden bir iman hizmetiyle de mükellefiz. Şayet, anne-babamıza karşı kusurlarımız nefsanî sebeplerden ve şeytanî mazeretlerden değil de gerçekten hizmet ile onlar arasında kalmamızdan ve mecburen hizmeti tercih etmemizden kaynaklanıyorsa, işte o zaman bizim için bir çıkış yolu olacağını ümit edebiliriz.

Onlara karşı vazifelerimizi eksiksiz yerine getirmek için çırpınıyorsak, gerçekten şartlarımızı zorluyor ve onların rızasını almak için uğraşıyorsak, ama bu arada aksatmamaya çalıştığımız hizmetlerin hakkını verme gayretiyle koştururken elimizde olmadan onların hukukuna dair bir kısım kusurlara da engel olamıyorsak, ihtimal Cenâb-ı Allah yapabildiğimiz kadarını makbul sayar. Kim bilir, belki de onlar hakkındaki hasret ve hicranlarımızı bir kısım hata ve kusurlarımızın telafisine vesile kılar. Mevla-yı Müteâl der ki, “Senin valideynine karşı şu kusurların var; fakat, din-i mübin uğrundaki civanmertliklerini de görüyorum; anne-babana karşı gönlünde beslediğin sevgi ve hürmeti biliyorum; dualarına hangi temiz duygularla onları da kattığından haberdârım. İşte, bu samimi hislerinden ve ciddi gayretlerinden dolayı bir gayeye bağlı yürüdüğün yoldaki kusurlarını affediyorum.”

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın böyle harikuladeden bağışladığı kimseler vardır ve hadis-i şerifler “Haydi seni affettim” hitabına mazhar bazı talihlilerden bahsetmektedir. Böyle bir mazhariyete ermenin yolu ise, hem anne-babanın haklarını gözetme hususunda hem de iman hizmeti uğrunda bütün imkanları değerlendirmeye çalışmak, ebedî hayat yolunda ortaya konan hiçbir ameli yeterli bulmamak, hep “Hel min mezid- Daha yok mu?” ufkunda yaşamak ve insana bir kere verilen sonsuz saadeti kazanma fırsatını tedbirli, temkinli ve dikkatli davranarak en güzel şekilde kullanmaktan geçmektedir.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu