Logo
Print this page

İftiralar-Komplolar

Soru: Türkiye'de yıllar önce başlatılan hoşgörü ve diyalog sürecine bir muhalefetin olduğu hemen herkesin kabullendiği bir gerçek. Bu hâdise ile alakalı görüşlerinizi lütfeder misiniz?

Cevap: Bahsini ettiğiniz sürece olan direnişi, inananlarla inanmayanlar mücadelesinin bir uzantısı olarak görüyor ve şaşırmıyorum.

Çünkü değişik vesilelerle ifade ettiğim gibi küfrün imana, kafirin mü'mine karşı tavrı şimdi ortaya çıkmış bir hadise değildir. Bu kadimden bu yana devam edegelmiş, şeytan ve Hazreti Adem arasındaki ilk kavgayla başlamış, zamana ve şartlara göre değişen, zaman zaman hız kazanan ve bazen de hız kesen bir hadisedir. Konjönktörün belirlemesine göre günümüzün münkirleri belli oyunlar planlıyor, argümanları, enstrümanları, stratejileri değiştirerek mücadelelerine devam ediyorlar. Ama burada imana karşı tavır hiç değişmiyor, kalpler değişmiyor, kin, nefret, iğbirar ve dine karşı düşmanlık hiçbir zaman değişmiyor. Kur'an-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha şeytanın yardımcıları manasına “şeytanın avaneleri” diyor bu tip insanlar için. Şeytan değişmediğine göre şeytanın avanelerinin değişmesi de mümkün değil.

Bir kere müslümanlar baştan bunu bir realite olarak kabul etmek mecburiyetindedirler. Onun için çok güvenilir melek-nümun insanlar gelse ve “Artık şeytanlar değişmiş. Yılanlarla güvercinler sarmaş dolaş, kurtlar kuzularla beraber otluyorlar...” deseler katiyen inanmamaları lazım. Aksi takdirde hep yanılan, aldanan ve aldatılan insanlar oluruz.

Bunun karşısında hiçbir ortak paydamız olmasa dahi en canavar hayvandan, canavarlığı kendine meslek edinmiş insanlara karşı olan tavrımızı bellidir ve meydandadır. Tarihin şehadetiyle sabittir ki bizim tavrımız hep insancadır; zira dinimiz böyle olmamızı, böyle davranmamızı emretmektedir. Biz reçele düşen ve çırpınan bir sinek karşısında bile üzülürüz. Zira mahlukatın en küçüğüne dahi bakışımız merhamet ve şefkat eksenlidir. Çok yıllar önce, benim çok sevdiğim, hiçbir kusurunu görmediğim ilahiyatçı bir arkadaşım kırlık bir yerde bir yılanın belini kırmıştı. Zannediyorum bir veya iki ay hiç konuşmadım onunla. “Ne hakkın vardı? Niçin hayvanın hayatının önünü kestin, yaşamasına mani oldun?” dedim ve sitem ettim.

Şimdi bizim tarz-ı telakkimiz, mahlukata yaklaşımımız budur. Yılan ve çıyan tabiatlı insanlar da buna dahildir.

Soru: Bu yaklaşım onlar tarafından da bilindiği halde tavırlarında hiçbir değişikliğin olmaması, bir yumuşamanın bulunmaması nedendir?

Cevap: Biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi inanmayanların tabiatında, karakterinde var bu. Tabiatı değiştirmek zor. Halk arasında söylendiği gibi “Can çıkar huy çıkmaz”. Unutmayın, devr-i Ademden bu yana veya şeytanla insanın yaratılmasından bugüne sürekli kabararak, köpürerek gelen bir düşmanlık var ortada. Dün cahilce telakkilere bağlı olan bu düşmanlık, bugün fen ve felsefeye, sosyal bilimlere dayanmış bir telakki. Dolayısıyla günümüzde mesele biraz daha zor çözülür, altından zor kalkılır bir muamma halini almıştır.

Evet, imansızlığın karakterinde var olan bu düşmanlık onları iman karşısında tuğyana sevkediyor. Zerre kadar tahammülleri yok iman cephesine ve o cepheden gelen şeylere karşı. Paylaşmaya kabiliyetleri de yok, niyetleri de. Bunlar paylaşacak kadar olgunlaşmamış ham ruhlar çünkü. Ortak bir düşmanları olmasa aralarındaki nüanslardan dolayı birbirlerini kurt gibi yerler, hiç şüpheniz olmasın. İşte ortada kulüpleri ve dernekleri. Kendilerinden olmayanı bırakın üye falan yapmayı ziyaret maksadıyla dahi içeri almazlar. Ya bizim camilerimiz? Bunların üzerinde ciddi ciddi düşünmek lazım.

Soru: Size göre müslümanlar bilinmesi gerektiği ölçüde biliyorlar mı bunu?

Cevap: Bilindiği kanaatında değilim. Tabii bilinmeyince ona göre tavır alma da söz konusu olmuyor. Nitekim bir grup müslümana ciddi hücumların olduğu dönemlerde bu saldırılara, yaptıkları yayınlarla destek veren müslümanlar da oldu. Bir kısım müteşeyyihin ve uleymât belki de hiç farkına varmadan dalâlet zümresine hizmet ettiler.. aynen onların ağızlarını kullandılar.. gammaznameler yazdılar... İşin aslını bilmiyorlar mıydı?.. Bilemiyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim, eğer bu kişiler ehl-i küfrün ve ehl-i dalaletin bin bir türlü tecavüzüne maruz kalan müslümanlara neden bu denli düşmanlık yapıldığını düşünmüyorlarsa hem dine karşı saygısız bir tavır içindedirler hem de en yumuşak ifadeyle alabildiğine saftırlar. Ve burada da ötede de bu saflıklarının cezasını çekerler.

Rica ederim; “Allah ve Peygamber düşmanı olanlar neden bunlara düşman” diye düşünmeleri gerekmez mi? “Camilere düşmanlık yapanlar neden bunlara hasmane tavır alıyorlar” demeleri gerekmez mi? “Din dedikleri için hasm-ı azam ilan edilmelerinin sebebi nedir” demeleri gerekmez mi? Halbuki zerre kadar basireti olan müslüman anlamalı ki, bunlar şeytanın fitinden, onun temsilci ve avanelerinin aldığı/alacağı tavırdan başka bir şey değil.

Soru: Son iftiralar neden ortaya atılmış olabilir?

Cevap: Bu ülkede yaşayan herkes biliyor ki bu tür yapıda, zihniyette ve karakterde olan kişiler şimdiye kadar elli türlü iftira ve isnatta bulundular bana karşı. Belki komplo demek daha uygun. En büyüğü de 1999 Haziran'da yaşanan kaset fırtınasıydı. Baştan sona senaryoydu bu ama senaryoda hesap edemedikleri noktalar oldu. Farkına varmadıkları ciddi mantıki boşluklar vardı. Dolu-dizgin her şeyi bitirelim bir anda dediler ama dolu-dizgin şeylerde strateji korunamaz ve teknik olunamaz. Nitekim öyle de oldu. Aceleye getirdiler ve yüzlerine-gözlerine bulaştırdılar. Kamuoyu karşısında rezil oldular. Her zaman basiretine hayranlık duyduğum Türk toplumunun yapılan anket sonuçlarına göre yüzde seksen beşi “Biz buna inanmıyoruz” dediler.

Tarihe not düşme olarak telakki edin isterseniz bunu; bütün takdir hislerimle ifade edeyim ki o günlerin Başbakanı Bülent Ecevit Bey, yiğitçe göğsünü gerdi, bülendâvâz sesi ile meselenin karşısına çıktı ve "Ben buna inanmıyorum" "Bu isnatlardan hiçbir şey anlamadım" dedi, her defasında yiğitçe tepkisini ortaya koydu. Onun bu tavrını tarih her zaman takdirle yad edecektir.

Evet, o bir fırtınaydı ama o gün bugün hiç dinmedi. O günden bugüne, tıpkı eskiden yaptıkları gibi bir kaç defa öldürdüler beni. Her defasında hakikat ortaya çıkınca da alabildiğine pişkin tavırlarla “Bu adam da dokuz canlıymış” dediler. Gördüğünüz gibi onların öldü demeleri ile siz ölmüyorsunuz. Şunun bilinmesini isterim: benim hastalıklarım var ama ölümden de endişe etmiyorum. Ölümü bayram sevinci sayıyorum. Asıl Allah'a inanmayanlar ölümden korksunlar. Ben Allah'a ve Peygamberimiz'e kavuşacağım günü onlara inat hasretle bekliyorum. Ölüm bana verilebilecek en büyük müjdedir, yolda bulunmuş bir incidir diyorum.

Bu son iftirayı neden atmış olabilecekleri konusunda bazı ihtimaller düşünülebilir. En zayıfından başlıyayım: muzip bir tanesi medyaya malzeme çıkarmak istedi. Masa başında oturdu bir haber yazdı ve haber ajanslarından bir tanesine gönderdi. Bizde her zaman olduğu gibi haberin doğruluğu hakkında hiçbir tahkikat yapılmadan internet sitelerinde yayınlandı. Basın ahlak yasası olsa da uygulanmadığı, cezai müeyyidelerin olmadığı bir yerde başka türlüsünü beklemek hayal olur zaten. Basın-yayınla alakalı bir takım kanunların olduğunu ama uygulamada problemler yaşandığını bizzat Oktay Ekşi Bey'den dinlemiştim ben.

Halbuki böyle bir yalan haberin, mesela benim kardeşlerim, yakınlarım, akrabalarım üzerinde meydana getireceği tesir hiç düşünülmüyor. Biraz önce size daha önceden de beni öldürdüklerini söylemiştim. Hiç unutmuyorum eski yıllarda kardeşim telefonun diğer ucunda bana şunu söylüyordu ağlayarak: “Bir haber duyduk: Camiden çıkarken baltayla kafanı parçalamışlar.” dedi ve ardından sesi kesildi, herhalde bayıldı. Dolayısıyla bu tür yalan haber yayınlayanların ne insana, ne de insani değerlere saygıları yok. Türkiye'de biri de çıkıp “Tamam artık, Allah'tan korkun. Bu mesele tamamen çığırından çıktı.” demiyor. Böyle bir şey denilmediği, kanuni bir düzenleme yapılmadığı için de yalan, yalanı atanın yanına kar kalıyor. Yalancı onunla prim yapıyor, traj alıyor, müşteri kazanıyor. Dolayısıyla reklam pastasından aldığı pay oranı artıyor.

İkincisi: -Allahu a'lem bana öyle geliyor- Türkiye, hükümetin akıllı politikaları ile devlet-millet işbirliği, elbirliği ile iyi bir yolda ilerliyor. Şöyle böyle, belli ölçüde anlaşarak, uzlaşarak –her ne kadar bir kısım çatlak sesler olsa da- iyi şeylere imza atılıyor. Kırk-elli senelik Avrupa Birliği hülyalarında ilk defa bu derece müşahhas adımlar atılıyor, gelişmeler yaşanıyor. Türkiye NATO toplantısına başarılı bir ev sahipliği yapıyor. Ekonomik alandaki gelişmeler, enflasyon oranının düşüşü, yabancı sermayenin yatırım için ülkemize gelişi, turizm gelirlerinin artışı vs.. gibi hepsi de çok önemli olan gelişmeler yaşanıyor.

İşte –Allahu A'lem- bu gelişmeleri baltalamak ve sabote etmek isteyen insanlar, gruplar, çevreler, iç ve dış mihraklar var. Türkiye güzel günlere doğru giderken birileri, her zaman yaptıkları gibi el altından bazı şeyler çevirmek istiyorlar. Bu durum Türk insanın hiç de yabancısı olmadığı bir gerçektir. Şimdiye kadar nice zirvelere yükselen insanlar sanki oralara yakınlarını kayırmak için yükselmiş gibi hareket etmediler mi? İstihbarat örgütlerinin gözünün içine baka baka kaçakçılık yapmadılar mı? –Telaffuz ederken bile utanıyorum- Hortumlama olaylarına ne demeli? İşin en önemli yanı bütün bunlar perde arkasında yapılırken Türkiye'de “irtica”, “Fethullah Hoca” ve buna benzer haberler ile gündem değiştirdiler. Kamuoyunun nazarını başka yana çevirip hortumlamayı rahat yapalım diye.

Şimdi de ihtimal yine ortada böyle bir plan var. Bu plana bağlı olarak bu yalan haberi ortaya attılar ve gündemi değiştirmek istediler.

Üçüncüsü: Güya ölüm sath-ı mailine girmişim; son günlerimi Türkiye'de geçirmek istiyormuşum. Pekala böyle bir insan beş yıldır ayrı kaldığı ülkesine gelirken nasıl gelir? Şov meraklısı insanlara göre havaalanında alâyiş-nümayiş olsun, binlerce insan gelsin karşılasın, konvoylar oluşsun! “Alemi nasıl bilirsin?” demişler, “Kendim gibi” demiş. İhtimal böyle düşündüler.

Halbuki ben hayatım boyunca bir-iki insanın dışında hiç kimsenin beni bir yerden gelirken karşılamasını istemedim. Onu da araba kullanmasını bilmediğim ve arabam olmadığı için istedim. 1997'de ABD'den Türkiye'ye dönüşümde uçaktan telefon ettim ve sadece bir kişiye haber ettim. Ne medyanın ne de dostlarımın gelmesini istedim. Kardeşlerim dahil en yakınlarım bile geldikten sonra duydular Türkiye'ye döndüğümü.

Benim tabiatım bu. Küçüklüğümde kendi evimize giderken bile böyle yapardım ben. Herkes bana mı bakıyordu sanki? Hem baksaydı ne olurdu? Olsun, baksın-bakmasın, önemli değil, ben gece eve girmeyi tercih ederdim Erzurum'a dönüşlerimde. Rahmetli babam derdi ki: “Bizim oğlan leylek, gece geliyor eve.” Elâlem, mahalleli, konu-komşu “falan geldi-gitti” desinler, konuşsunlar istemezdim. Sevmezdim böyle şeyleri karakterim icabı.

Hatta yeri gelmişken bir kere daha ifade edeyim bu fedakar milletin esnafıyla-öğretmeniyle, kadınıyla-erkeğiyle dünya çapında gerçekleştirdikleri eğitim faaliyetlerinin şahsıma isnad edilmesini bana sövme gibi telakki ediyorum. Bir şey yaptığım kanaatinde değilim. Bu memleketin gönüllü insanı yapıyor yapılan her şeyi. Ama gel gör ki birileri yanlış ictihatlarıyla bana malediyorlar. Ben yıllardan beri buradayım ve gönüllü tecrid içindeyim, gördüğünüz ve bildiğiniz gibi. Ama işler Allah'ın tevfik ve inayetiyle her yerde yürüyor. Hem de bütün mütemerrit ve mülhitlere rağmen.

Dönelim başa; ben Türkiye'ye dönünce ciddi bir şekilde karşılama olacak, binlerce insan kafileler halinde havalanına gelecek ve araya bir kısım provakatörleri koyarak ortalığı karıştıracaklar, gündem değiştirecekler. Rica ederim, en masum yürüyüşlerde bile yapmadılar mı bunu?

Dört: Bu yalan haberle kendi yazlığında, bağında bahçesinde, yaylasında eşi dostu arkadaşları ile beraber kafa dinlemek, yazın keyfini çıkarmak, duygu, düşünce ve inanç dunyası istikametinde Kur'an okumak, hadis okumak isteyen insanların önünü kesmek istemiş olabilirler. Ferdî değil, umumî anlamda bir gammazlama hareketi olarak görebilirsiniz bunu. Neticede gelirler, derdest ederler o masum kişileri ve siz derdinizi anlatıncaya, suçsuz olduğunuzu kabullendirinceye kadar –affedersiniz- pestiliniz çıkar orada. Neden? Çünkü siz baştan suçlu ilan edilmişsiniz. Hukuk tersine işliyor yani. Siz suçlu ilan edileceksiniz, sonra suçlu olmadığınızı isbat edeceksiniz. Halbuki hukukun temel felsefesi gereği "nefy isbat edilemez". “İnsanlar suçlu olduğu isbat edilinceye kadar masumdur”. “İsbat edilmek zorunda olan iddiadır.”

Böyle masum insanları karalamak için evlerine gizlice bir takım CD, kitap gibi malzeme koymak da zor değildir. Şu aralar terörizm dünyada en çok üzerinde durulan mevzu. Yaptıkları o düzmece planla masum insanları terörist ilan etme, yapılan masumane işleri terörle irtibatlı imiş gibi gösterme gayretleri olabilir. Basit bir komplo teorisi olarak görebilirsiniz bunu ama bu türlü niyetlerin olmadığına beni temin edemezsiniz.

Beş: Şeytanların telkinatıyla cinlerle konuşan, uğraşan bazı insanlardan duymuştum ki bir insanın ölümünü ilan etmek, ona büyü yapmak için uygun bir zemin hazırlar. Bu halkın ona karşı olan bakış açısının, kabulunun tesirini kırar, böylece büyü daha çabuk tutar. Ben böyle şeylere inanmam ancak bu maksatla böyle bir yalan haber uydurulmuş olması da ihtimal dahilindedir. İhtimal, yukarıda bahsettiğim bir kısım müteşeyyihin ve uleymat böyle bir şey yapmış olabilir.

Soru: Bütün bu olup bitenler karşısında nasıl bir tavır takınmamızı istersiniz?

Cevap: İfk hadisesinde Efendimiz'in ve Sahabe'nin tavırlarını biliyorsunuz. Şimdi sahabe basiretli bir toplumdu. Buna rağmen onların arasına karışmış münafıklar da vardı. Efendimiz'e karşı olan hınçlarını alabilmek için Aişe validemize iftira attılar. Bu bir senaryo idi. Başında meşhur munafık Abdullah b. Übey b. Selul vardı. Her zaman böyle –bağışlayın- aptalca senaryolara inanacak insanlar çıkabilir. Nitekim o basiretli sahabe arasında da buna inananlar çıktı. İsimlerini söylemeyeceğim, topu topu üç kişiydi bunlar. Türkiye'deki müslümanlarda bu kıvam olmayabilir diye düşünüyorum. Daha önce ifade ettiğim gibi basiretine hayranım, ama halkımızın içinde bu yalanlara, tezvirle, komplolara inananlar çıkabilir. Bir değerlendirme eksikliği, yıllardan beri hiçbir kıymet-i harbiyem olmamasına rağmen beni görememeleri, mağduriyet ve mazlumiyetime rağmen gurbette kalışım onların bu tür şeylere inanmalarında etkili olabilir. Ve tutarlar havaalanını doldururlar, komplocuların ekmeklerine yağ sürerler. Onun için STV'deki canlı telefon bağlantısında da söyledim, bir kere daha söyleyeyim, hakkımı helal etmiyorum böyle davranan kişilere.

Soru: Böyle bir iftira karşısında neler hissettiniz?

Cevap: Üzülmedim diyemem. Elbette üzüldüm, canım sıkıldı. Ama şöyle teselli buldum kendi kendime: Aişe validemize devr-i saaadette iftira atanlar oldu. Mülhidler Allah'a iftiralar attılar. Kur'an-ı Kerim'de kaç yerde Allah'a atılan bu iftiralardan bahsediliyor. Haşa! “Allah evlat edindi” diyorlar, “Melekler Allah'ın kızlarıdır” diyorlar. Zat-ı Uluhiyet'e karşı saygısızca bu ifadeler benim her zaman rikkatime dokunur. Şimdi bunu mülhidler Allah'a, Hazreti Aişe Validemiz'e yapmışlar. Sonra günümüz mülhitleri de benim gibi bir kıtmire yapmışlar. Çok mu diyor ve teselli oluyorum...

Soru: Son olarak ilave edeceğiniz bir şey var mı?

Cevap: Evvela, zulmetme kabiliyeti olanlar zulmederler. İşin acı yani –tabii acı mı, tatlı mı ona siz karar verin- sizin ısıran dişleriniz olmadığı için ısıramazsınız. Bana göre böylesi daha iyi. Varsın onlar zulmetsinler, zulme devam etsinler, biz de temkin ve teyakkuz içinde istidadı olanlara Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiretini dileyelim, yanlış yolda yürümeden onları halâs etmesini isteyelim.

İkincisi, iftiraya maruz kalma, komplolarla karşılaşma her zaman bu yolun yocularının kaderi olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ama basiret her şeyi silip-süpürüp atmıştır. Basiret karşısında hiçbir komplo, hiçbir iftira tutunamaz.

Üç; dünyanın dört bir yanına Türk kültürünü, Türkü dilini götüren insanların faaliyetlerini görmezlikten gelmek bir nankörlüktür. İşte ben bu faaliyetlere güneş diyorum. Güneş ise balçıkla sıvanmaz. Ne yaparlarsa yapsınlar, bu basiretli toplum her şeyi görüyor ve biliyor. Dolayısıyla olup biten bu şeylere engel olamama, ışığı söndürememe onları hezeyana sevkediyor. Muvazenesizce çırpınıyorlar. Bunun da bilinmesi lazım. Çünkü söz konusu zihniyete göre aynen kast sistemine inananlar gibi onlar -hâşâ ve kellâ- yaratıcının ağzından-kulağından, öz-be-öz Anadolu'nun hakiki evladı ise tırnağından yaratılmış. Dolasıyla siz ne kadar nâsezâ nâbecâ da deseniz: “Aman vermen vurun, iflah etmeyin, öldürün!” bu faaliyetleri gerçekleştirenler hakkında verilen hükümdür. “Öldürün siz onları, sonra delil buluruz ” bu anlayışın dayandığı temel mantıktır. Bunun da böylece bilinmesinde fayda var.

Son olarak: Hiç kimse moralini bozmasın. Bu millete, bu milletin bugününe ve yarınına, hatta bütün insanlığa yapılan şu hizmetler Allah'ın izni ve inayetiyle devam edecek, kervan yürüyecektir. Bu kervanı yine Allah'ın lütfu ve keremi ile ne iftira durdurur, ne de tezvir.

© 2015