Logo
Print this page

Peygamberane azim

İçinde bulunmaya gayret ettiğiniz, yolunda yürümeye çalıştığınız yolda niyetinizde hep “O” olursa, masmavi renge bürünmüş Cennet’e ait büyüleyici kokuları geçtiğiniz her güzergâha yayarsınız. Evet, mü’minin niyeti çok önemlidir. Niyet, sıradan işleri ibadet haline getirdiği gibi, o gerektiği gibi muhafaza edilmediği zaman ibadetler ibadet olmaktan çıkar.

Bozuk bir niyetle namazın çehresini burada kirletirseniz, orada karşınıza hortlak gibi, gulyabani gibi bir şey çıkar. Öte yandan Allah Resulününkine (sallallahu aleyhi vesellem) benzeyen yatış şeklinin bile ibadet olduğunu belirtmiyor mu İslam uleması?

Niyet bu kadar önemli olunca, sürekli Allah’la, sürekli i’la-yı kelimetullahla oturup kalkmanız sizi çok aşkın kılar. İşin aslı, kendini O’na, O’nun adının yüceltilmesine kilitleyenlerin belki de öyle çok derin mülahazaları, derinlemesine bir ibadet u taatleri de yoktur ama sürekli bir teveccüh içinde bulunma niyet ve gayretleridir onları aşkın kılan. Bu öyle bir debi kazandırır ki onlara, artık kişi yerken, içerken, yatarken, kalkarken hep “Bu hakikatları nasıl anlatırım!” derdi ve ızdırabıyla yaşar ki bu Cenab-ı Hakk’a sunulan en büyük duadır.

Peygamberlerin peygamberliği malum. Peygamberlik Allah’ın takdiri. Ama neden bizler de Onlar gibi olmayalım, onların yaptığını yapmayalım. Peygamberane bir azimle peygamberce bir cehd içinde olabiliriz. Eğer ruhumuzdaki yabancı hülyaları ruhumuzdan söküp atabilirsek, bizler de peygamberane mülahazalar içinde ızdırap insanı olabiliriz. İslamî heyecanı hayatımızın her karesinde duyabiliriz. Böyle bir ızdırabı duymanın zor olmadığı kanaatındayım.

Bir de Allah bazılarına “vüd” (sevgi) vaz’ ediyor. Kime el atsa hemen kıvama eriyor. Bu kimbilir belki de Allah’ın bize bir fırsat verdiğinin şahididir. Öyleyse vakit fevt etmeden bizden beklenen şeyleri yerine getirmeliyiz.

Bu yolda yürürken önümüze bazen engeller çıkabilir. Birileri önünüze çıkıp size zarar vermek isteyebilir ama peygamberlere de birçok engeller çıkmamış mıdır? Öyleyse bunu hayatın ve bu yolun bir realitesi olarak kabullenmek lazım.

Bir de toprağa atılan her tohum çıkmaz. Bazılarını kuşlar yer, bazıları çürür gider. Öyleyse himmetini ali tutup elindeki bütün tohumları bir an önce toprağa gömmeye bakmalısın. Şöyle olsun böyle olsun deyip gözünü neticeye dikme, Allah’la pazarlıktır ve yanlıştır. Vazifemizi yapıp neticeyi O’nun takdirine bırakmak gerektir.
Süreklilik

Amelî hayatımızda önemli olan her işi Allah görüyor gibi ve hiç ara vermeden kusursuz ve arızasız yapmadır. İman işin nazarî yanıdır ve nazarî iman insanı bir yere kadar götürür. Bir insan kırk sabah namazını cemaatle kılarsa Allahın onun kalbinde bir çerağ tutuşturacağını söyler tasavvuf erbabı. Ama bu neticeyi elde etmek nazarî imanla değil amelî imanla olur. Daha da önemlisi o amelî imanın “Allah görüyor” mülahazasına bağlı olarak yerine getirilmesiyle olur.

Allah’a yönelmenin, yönelebilmenin, daimî huzurda olduğunu hissetmenin elbette çeşitleri ve dereceleri vardır. Bunların en büyüğü sebepleri hiç nazara almadan sebepler üstü bir teveccühle Allah’a yönelebilmektir. Bizler o ufka ulaşabilmenin sırlı anahtarını ne yapıp edip elde etmeliyiz, onu elde edebilmek için de ısrarlı olmalıyız. Bunun en kestirme yollarından biri namazlarımızı tadil-i erkanla, hakkını vererek kılmak ve arkasından kamil manada tesbihatımızı yapıp elleri Rabb’e kaldırmaktır.

Yalnız burada niyetin çok önemli bir yeri vardır. Spor yapma amacıyla kılınan namazda “spor yapma” bir niyettir ama bu niyet namazı namaz olmaktan çıkarır, niyetteki gibi gerçekten spor yapar. Kahraman desinler, beni görsün ve alkışlasınlar diye yapılan amellerde bunlar niyettir ama insan böyle bir niyetle cehenneme yuvarlanır. Gördüğünüz gibi kendini bir hiç bilme, sıfırlayabilme, her şeyi O’na verme sürekli mücadele istiyor. Evet, O’nun lütufları sağnak sağnak üzerimize yağıyor. Önemli olan bu lütuf ve ihsanları âriye görmek, emanetçi olduğunun şuurunda bulunabilmek ve her şeyi asıl sahibine verebilmektir.

Ayrıca, O’nun vaz’ ettiği kurallara bağlılık ve teslimiyetin ayrı bir yeri vardır. Bir insan çok koşturur ve çok yorulur ama O’nun için değilse, O’nun koyduğu sınırlar içinde değilse, bütün koşuşturmalar ve uykusuz kalmalar bir yorgunluktan ibaret kalır. Her şeyi en iyi Yaratan bilir. Yaratanın emirlerine riayet etmeli ki bir yere varılabilsin.

Büyük Türkiye Hayali

Ülkem ve onun geleceği adına çok ciddi endişelerim var ama ümidimde hiçbir eksiklik yok. Endişelerim hemen herkesin gözü önünde cereyan eden hadiselerden kaynaklanıyor. Bu milletin istikrarına birileri sürekli çomak sokuyor; sokuyor çünkü siyasi, ekonomik, kültürel alanlarda istikrara kavuşmuş güçlü bir ülke olmamızı istemiyorlar.

Bunun yanında bir de doğrudan dine düşmanlık yapanlar var. Dindar insanların ülkeleri ve ülkelerin geleceği adına yaptıkları bütün gayretleri baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kötülüğe mahkum olmuşlar adeta. Kötülükten başka hiçbir şey düşünemiyorlar. Kötülüğe öylesine kilitlenmişler ki alıp onları Cennet’e koysanız “Sizin elinizle cennete girmeyiz” diyecek kadar şartlılar dindar insanlara ve yaptıklarına. Bununla beraber inanan insanlar bu ülkede her şeye rağmen olumlu düşünmek, müsbet hareket etmek ve sabırla mukabelede bulunmak mecburiyetindedir. Büyük Türkiye’ye giden yol buradan geçer.

Evet, bu millet tarih boyunca özellikle kendi coğrafyasında cereyan eden olaylar karşısında hiç bu kadar zaaf ve acz yaşamamış, tarihin hiçbir döneminde bu kadar devre dışında bırakılmamıştır. Bu onur kırıcı durum bazılarının hiç umurunda değil; değil zira tek amaçları kendi statüleri, maddi-manevi çıkarları.

Şanlı mazimizde ihraz ettiğimiz konumu tekrar elde etmek zaman ister, sabır ister, azim ve gayret ister, çatlayıncaya kadar doğru yolda, doğru metodlarla koşmak ister. Onun için kötülükten başka bir şey düşünmeyenlere bile Büyük Türkiye olmanın hatırına ve milletimizin indirildiği tahtın hatırına sabırlı olup katlanmasını bilmek lazım.

Takıntılar

Dinimiz adına problemlerin üst üste yığıldığı bir dönemde bazılarının küçük küçük meselelere takılıp olmayacak beklentilere girmelerine, bunların kavgalarını vermelerine bir türlü mana veremiyorum. Bence kamil mü’min şöyle düşünmeli; “Karşımda öyle dehşetli bir yangın var ki bu felâket karşısında gerekirse eşimin adını bile unutmalıyım.”

Evet, bana çok dokunuyor, inanan insanların bu yangını, bu felâketi görememeleri. Yangın etrafı sarmışken her meseleyi kalkıp kendilerine bağlamaları, çadırın orta direği gibi görmeleri, beklentilere takılıp kalmaları, başkalarına hayat hakkı tanımamaları bana çok ama çok dokunuyor. Bundan dolayı olsa gerek beklentimiz ölçüsünde inayet olmuyor, bereket kesiliyor.

Bana göre inanan insanlarda ciddi ölçüde mantık, his ve düşünce inhirafı var. O’nun icraatına karşı sorgulayıcı tavır almayı başka nasıl izah ederiz ki? Kendimize göre kesip biçmeleri, hükümler verip insanların işlerini bitirmelerini nasıl izah ederiz? İşin Sahib-i hakikisini ve O’nun takdirini hep göz ardı ediyoruz gibi geliyor bana. İhtimal içine düştüğümüz bugünkü duruma müstahak oluşumuzun nedeni de bu.

Bir dönemde Osmanlı cepheyi bırakarak rahat ve rehavete girmişti. Fatih ve Yavuz gibi ön cephede yer almayıp, ölmeyi göze almayanlar/alamayanlar askerin önüne geçemeyenler saraylarda yan gelip yatmayı tercih etmişlerdi. Halbuki kahramanlık cephede, serhat boylarında olur, sarayda değil. Cepheyi tercih etmeyenler kahraman değil bâği olurlar. Kuvvetlerini kullandığı yerde bâğilik yapar, zalim ve gaddar olur. Zayıf olduğu dönemlerde de sünepeleşir, zelil ve rezil olurlar.

İnananlar takıntılarını bir kenara bırakıp maddi-manevi bütün güçlerini bugün meyyit olan bir milleti ihya etmeye sarfetmeliler. Mesleğine aşık bir hekim heyecanıyla yapmalılar bunu. Ölü bedeni diriltme gayreti içinde bulunmalılar. Aksi takdirde cesedin üzerinde akrepler cirit atar, kargalar, akbabalar, kartallar etrafta uçuşur.

© 2015