Logo
Print this page

Medya ve Düğmeye Basma

Soru: Efendim, bir kere daha düğmeye basılmış gibi sizinle uğraşmaya başladılar. Bazı medya organları hergün bir yalan haber yayıyor; olmadık iddialarda bulunuyorlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Önceleri medyayı çok ciddiye alıyor ve aleyhime yazılan en küçük bir haberden bile aşırı rahatsız oluyor, çok üzülüyordum. Üzüntümün en önemli sebebi de masum insanların kandırılmasıydı.

O günlerde halkımızın medyaya büyük bir güveni vardı. “Gazetede yazıyor” olması bir meseleye inanmak için yeterli sebepti. Fakat, bazı medya organları hem umum manada güvenilirliğini kaybetti ve hem de şahsımla alakalı o kadar çok yalan haber çıktı ve o haberler tekzipler gördü, mahkemelerce de yalanlandı ki, artık yazılıp çizilenlere hiç kimsenin inandığını zannetmiyorum.

Yalan haber yazıp, televizyonda gösterenlere çok hayret ediyorum. Bir gün sonra uydurma olduğunun ortaya çıkması kat’î olan bir haberi nasıl yazar çizerler anlamıyorum. Yazıp çizdikten sonra da, nasıl olur da hiçbir mahcubiyet duymadan halkın içinde dolaşır, bir başka kurban ararlar onu da hiç anlamıyor, bu yaptıklarını insanlıkla bağdaştıramıyor ve onların acınacak bu haline üzülüyorum. Bir telefonla gerçeğini öğrenebilecekleri bir haber yayıyorlar. Mesela, ‘pasaportun süresi şu tarih’ diyorlar. Ortada resmi makamlar var; resmi kayıtlar var. Bir telefonla bunlar öğrenilebilir. Ama o zahmete katlanmayıp sayfalar dolusu iftira yazıyorlar. Ele aldıkları konuyla da hiç alakası olmayan bühtanları birbiri arkasına sıralıyorlar.

Bazen avukatlarım açıklama yapıyor ve basın bildirisi veriyorlar. Onlara bile ihtiyaç yok aslında. Ben, milletimizin sağduyusuna güveniyor ve bu iftiralara tek bir insanın inanacağına ihtimal vermiyorum. Halkımızın, bazılarının zannettiğinden daha olgun ve duyarlı olduğuna; doğruyu ve yalanı birbirinden ayırdedeceğine inanıyorum. Fakat, avukatlar da tavzih etmezse, isnatların doğru olduğunu kabul etmiş sayılırız. Bu da işin gerçek yüzünü bilmeyen milyonlarca insanın iftiraya teslim edilmesi demek olur. İnsanları suizana itmiş oluruz ki, hem suizan etmek ve hem de ona sebebiyet vermek günahtır.

Aslında ben elimden geldiği kadar Hz. Ebû Bekir'in tavrını takınmayı yeğliyorum. Bir gün adamın biri Hz. Ebu Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hz. Ebu Bekir sükut etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz: "Ebû Bekir! O adamın sana kötü söz söylediği her defasında, sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı." buyurmuştur. İşte genel düşüncem budur; Allah her şeyin aslını biliyor ve halkımız da olup bitenleri, gerçekleri görüyor ya!.. Öyleyse ehl-i insaf kararını verir, savunanlar beni değil hakikati, doğruyu savunur. Benim kendimi savunmama gerek yok zannediyorum.

Ne var ki, doğruları yazan, fakiri savunan insanları bile ademe mahkum etmek isteyenler var. Bir yazar, hakkımda iyi ve lehte bir yazı yazsa onun üzerine de hışımla gidiliyor ve yeni bir yalanla o şahıs da bana nisbet ediliyor. Dahası, nerede dürüst ve milliyetperver bir insan varsa onu da harcamak için hemen bana nisbet ediyor, bu da ondan deyip bir yaygara koparıyorlar. Çalmamak, çırpmamak, ahlaklı olmak suçmuş gibi davranıyor, namaz kılan, bir Cuma’ya giden insanı bile benimle irtibatlandırıp bir teşkilat, bir örgüt yapısı arıyorlar.

Bu tür meseleler üzerinde konuşmak da hoşuma gitmiyor. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın; gelin biz Allah’tan konuşalım. Sohbetimiz, “cânan sohbeti” olsun bizim.
Bu dünyanın bir de ahireti var. Ve ben kendimi ahiretin eşiğinde kabul ediyorum. Şu son günlerimi sadece O’na ibadet u tâatte bulunup, yalnızca O’nun esmâ ve sıfatlarıyla ilgili konuşup, ruhumu eline vereceğim aziz misafiri bu hal üzere beklemek istiyorum. Çok hastayım. Bir senedir ayda birkaç sayfa yazı bile yazamadım. Hem kalb, hem seker hastalığı ve hem de norapatiden kaynaklanan ellerimdeki hareket kısıtlılığı okuyup yazmama bile mani oluyor. Uzun bir süre biraz düzelir ve iyileşirim diye bekledim. Şimdilerde ise, hastalıklarımı iyiden iyiye kabullendim; dost oldum onlarla. Geçen ay bir-kaç yazı karalamak istedim. Fakat, gücüm ancak kısa kısa notlar almaya yetti. Bir arkadaşa aldığım o notları dikte ettim. Bu şekilde iki-üç yazıyı tamamlayabildim.

Ama bir kere daha ifade etmeliyim ki, bu sözlerim şikayet değil; ben daima Rabbimin rahmetini umuyorum, lâkin O’ndan gelen her şeye de bin can ile razıyım. Hastalıklarıma da razıyım ve onlardan şikayetçi değilim.

Yıkık Bir Dünya ve İhsanlar Kuşağı

Nimetlere mazhariyet çok önemlidir. Allah'ın size iman bahşetmesi, yükselme ve terakki etme helezonunda belli bir noktaya çıkarması önemli bir mazhariyet ve büyük bir lütuftur. Fakat, bundan daha büyük bir lütuf varsa o da, bu lütfun vicdanda sezilmesi, duyulması ve insanın her dakika, hâlen ve kâlen Allah karşısında iki büklüm olup "Allah'ım sana sonsuz şükürler olsun!" diyebilmesidir.

Eğer, ateizmin hükmettiği bir ülkede doğup büyüme boşluğunu az buçuk duyup tatmış olsaydınız -Allah (celle celalühu) duyurup tattırmasın- dinsizliğin, imansızlığın paletleri altında ezilip preslenmenin ne demek olduğunu; mabedsizliğin, mescidsizliğin, minaresizliğin, ezansızlığın ve duyguda-düşüncede Allahsızlığın, peygambersizliğin, kitabsızlığın ne demek olduğunu biraz olsun anlayabilirdiniz…

Bir dönemde belli İslam ülkelerinde de diğer yerlerdekine benzer maddi-manevî mahrumiyetler yaşandı ve yaşanıyor. Bu meş’um dönemin şiddetini, hiddetini, öfkesini, karını-buzunu idrak edip yaşayan nesiller, o günlerin ızdırabını, büyük bir dehşet ve ürperticilikle yudumladılar. Böyle şiddetli bir zulüm ve istibdadın hâkim olduğu bazı ülkelerde, bir tek insanın arkasına adeta ordular takılıyor ve onun her hareketi yakın takibe alınıyordu. Buralarda, bir cami dolusu insanın aynı duyguya bağlanması, aynı düşünceye düğümlenmesi ve bir mabedde aynı gaye-i hayalle biraraya gelmesi şöyle dursun, bir ferdin kendi evinin en ücra köşesinde endişesiz, korkusuz Rabbine karşı sorumluluklarını yerine getirmesi dahi çok zordu.

Evet, işte bu ülkeler hakiki bir tek mümine hasret duyulan ülkelerdi. Buralarda, hayatın içinde din yoktu, kalb ve ruh hayatı yoktu, diyanet yoktu. Dini değerler genç nesillere unutturulmaya çalışılıyor, her şeye rağmen dinini gönlünce yaşamak isteyenler baskı altına alınıyor, sinenler siniyor; sinemeyenler ya hapse atılıyor ya da sürgün ediliyordu. Menfâlar ve zindanlar herkesin korkulu rüyası idi. Sibirya’da ve Sibirya’daki kar-buz içinde hayat sürme gibi bir durum kimin korkulu rüyası olmazdı ki!

O gün insanların kimisi düpedüz cinnet ve hezeyan yaşıyor, kimisi de sabah-akşam vahşetle inliyordu. “Her taraf Muş’tu / Yollar yokuştu // Kardeş kardeşi yiyordu / Bilinmez, ne işti.” Haktan, hürriyetten bahsetmek mümkün değildi. Hak da, hürriyet de sadece hükmedenlere ait özel bir imtiyazdı. Üst-üste baskıların yaşandığı böyle bir dönemde, olan genç nesillere oluyordu. Onlara, geçmişleri bütünüyle unutturuluyor, millî ve dinî değerleri tezyif ediliyor ve geleceğin ümit tomurcukları sistemli olarak kimliksizliğe itiliyordu. Kitleler Allah’tan koparılmış; bu kopukluk ülkeden ülkeye farklılık arz etse de, pek çok yerde bütün değerler alt üst olmuştu. Hem o kadar alt üst olmuştu ki, her zaman bir şahlanmanın, bir coşmanın, dünyaya kendimizi ifade etmenin heyecan ve mesajlarını aldığımız minarelerin başında artık ruh-u revân-ı Muhammedî şehbal açmıyordu.

Şair, ufukları kararan bazı ülkelerdeki özel durumu nazara alarak mı şu mısralarla inlemişti bilemeyiz; ama onun bu inleyişinde derin bir inkisarın olduğu açıktır:

“Sultan Selim-i evveli râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî
Gök nura gark olur nice yüz bin minareden
Şehbal açınca Ruh-u revân-ı Muhammedî”

Izdırap şairinin ezanla alakalı duyguları ise tam bir duadır.

“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli ”

Şehadetleri dinin temeli o ezanların sesi çok yerde kesilmiş, kesilmemiş görünenlerde kısılmış ve bir kısım talihsiz ülkelerde din u diyanet adına açılan ağızlara adeta fermuar vurulmuştu. Doğruyu konuşmak, Hak’tan, Hakk’ın hukukundan bahis açmak cürm ü meşhudluk bir konu haline gelmişti. Cezası da ya zindan veya Sibirya gibi bir yere sürgündü.

Dünyada biz zayıflamış, kaba kuvvet temsilcileri ise güçlenmişlerdi. Kaba ve hoyrat haçlı düşüncesi bu defa inkar-ı ulûhiyet ve ateizm düşüncesiyle taarruzlar planlıyor; kendilerinden başka kimseye hakkı hayat tanımıyor; bin senelik zengin mirası yakıyor-yıkıyor ve onun yerine kendi düşüncelerinin o anlamsız abidelerini ikame ediyordu. Maddî gücün hoyratlaştırdığı zavallılar, her şeyi götürüp kendi yanlış düşünceleri, çarpık anlayışları ve sığ idrak ufuklarında manasızlaştırıyor ve koskoca bir dünyanın bahtını, ikbalini karartıyordu. Öyle ki, gün geldi bir mübarek coğrafyada değer adına hiçbir şey kalmadı. Akif’in ifadesiyle:

    Harap eller; serilmiş hânümanlar; kimsesiz çöller,
    Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar,
    Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
    ...
    Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
    Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.

Bu yitik dünya ile alakalı hicranlı birkaç söz de Avlar İmamı Efe Hazretleri’nden:

    " Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu
    Gülistânda katmer güller mi kaldı
    Şecerler kırıldı bârlar üzüldü
    El atacak dahî dallar mı kaldı

    Bir sel aldı sahrâları bürüdü
    Ağaçlar kurudu kökler çürüdü
    Erler yüreğinde yağlar eridi
    Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldı

    Bozuldu dünyanın bâğ u bostânı
    Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı
    Bülbüller okusun dertli destânı
    Elvân nakış keşmir şallar mı kaldı

    Er olan eridi yağ gibi gitti
    Şîr-i nerler zîr-i türabda yitti
    Serviler yerinde mugaylan bitti
    Petekler söndüler ballar mı kaldı

    Ebnâ-yı zemânın gaflet serinde
    Oynarlar gülerler yerli yerinde
    Seâdet hidayet binde birinde
    Helâki fark eder haller mi kaldı

    Er olan çekildi çıktı aradan
    Herbiri mahvoldu gitti sıradan
    Gazab etti alemleri yaradan
    Mübtela olmamış iller mi kaldı
    Dillerde kalmamış hidayet nûru
    İslamın kalmamış kalbde süruru
    Kurban olur İslam bulsa kubûru
    Lutfî, Hak söyleyen diller mi kaldı.”

Birkaç adım daha öteye giderseniz Bayburtlu Zihni’nin şu tasvirleriyle aynı hicranı seslendirdiğini görürsünüz:

    Vardım ki yurdunu ayak göçürmüş,
    Canan göçmüş ıssız kalmış otağı;
    Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
    Sâkiler meclisten kesmiş ayağı.

Evet, mübarek bir coğrafyanın durumu işte bu idi. İşin başlangıcında gâfil durup gâfil davranan bazı kimseler, daha sonra yakıp yıktıkları bir dünyanın külleri altında kalıp nedametle inlemişlerdi, ama bunların hiçbir yararı yoktu.

    "Kaza-i diyanet yerde süründü,
    Türk'ün ruhu zorla asi göründü,
    Hem peygamberine hem Allah'ına."

Artık el elden üzülmüş, yar elden gitmişti; ne bağırıp çağırma ne de şuna-buna lanet yağdırma neticeyi değiştirecekti.

Bir zamanlar dünya insanları, bizim yamaçlarımızda tıpkı Mescid-i Aksâ’ya, Kabe’ye, Ravza’ya göç tertip edip tenezzühe çıkıyor gibi tenezzühe çıkar ve bizim coğrafyada, bizim aramızda aradıklarını bulurdu.

Bu dünya kendine ait büyüsü, kendine ait nefâseti ile o kadar cazipti ki, onu görenler kendilerini adeta bir rüya aleminde hissederlerdi.

Ne var ki, kimilerine göre o bir kere olmuştu ve artık tarihti. Bir bandı başa çevirmek gibi zamanı geriye işletmek veya aynı şeyleri bir kere daha yaşamak mümkün değildi. "O yiğitler o atlara binip gitmişlerdi ve bir daha da geriye dönmeyeceklerdi.” (Ömer Seyfeddin) Bizim akıncı destanımızın, akıncı şuurumuzun, akıncı şiirimizin ana teması ise:

"Bekle gözlerin yollarda; çepkeni kolunda,
Pişdonu belinde, yeniden bir kere daha döneceği anı bekle!”

Evet, sizler, bizler ve milletçe hepimiz, çevremizde harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller, başsız ümmetler, emek mahrumu günler, yarın bilmeyen geceler gördük. Uzun bir süre hiçbir şey yoktu; sadece insanı andıran gölgeler vardı uzak-yakın bu çevrede. "Kimse yok mu?" sesinize karşılık, "yok" diyecek ciddi bir ses de yoktu. O yıkılmış coğrafya da İmam Hatip yoktu, Kur'an kursu yoktu. Üç beş insana Kur'an okutmayı göze alan bir insan da yoku. Aynen, Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Ali’ye söylediği sözlerin tarif ettiği günler yaşanıyordu. -Muhyiddin ibni Arabî'nin Musâmeretü'l-Ebrar isimli kitabında naklettiğine göre- Hz. Ebu Bekir şöyle demişti: "Ya Ali, o günlerde sen daha çocuktun, biz birkaç defa ölümü göze almadan birine bir şey anlatmaya cesaret edemezdik. Dışarıya çıktığımız zaman bıçakların bizim için gayızla bilendiğini görürdük. İçeriye girdiğimiz zaman dışarıya çıkmaktan, dışarıya çıktığımız zaman da içeriye girmekten bütün bütün ümidimiz kesilirdi; fakat biz her şeye rağmen bunların hepsini göze alarak birşey yapmaya teşebbüs ederdik; zaten bunları göze almadan da hiçbir şey yapılamazdı".

Bu sözleriyle Hz. Ebu Bekir, tarihî devr-i dâimler içinde bir vahşet, bir zülum, bir istibdad ve küfrün taarruz dönemlerinden biri sayılan ilk cahiliyeye ait korkunç bir baskı dönemini anlatıyor. Aslında ondan sonra da bu fecî durum, kaç defa tekerrür etmiştir ve edecektir de. Yeniden Ebu Cehiller, yeniden Ebu Lehebler olacak ve yeniden şeytan fitneye körük çekerek farklı stratejilerle karşınıza çıkacaktır. Sizin gibi kudsîler de, tulumbaları ellerinde hep yangından yangına koşacak ve fitne ateşlerini söndürerek sulhun, sükunun ve emniyetin temsilcileri olduklarını göstereceklerdir.

Evet, bir dönemde bazı ülkelerde, birine “Allah” dedirtmeden evvel ölümü göze almak lazımdı. Kendi kimliğinden bahsetmek yürek istiyordu. “kültür”, “geçmiş”, “tarih”, “mukaddes miras” demek her babayiğidin karı değildi.

Şimdilerde bu meş’um ülklerde de karlar,buzlar erimeye başladı. Toprağı delip başını dışarıya çıkaran filizilerin haddi-hesabı yok. Sağda solda nâdir de olsa “Hak”, “adalet” ve “hürriyet” diyenlerden söz edilebilir.

Buna, yüzlerce yıldan beri ölüm uykusuna yatmış kimselerin ‘ba’su ba’delmevt’i de denebilir. Evet, günümüzün nesillerine –bu mazlumlar ve mağdurlar dünyasının neresinde bulunurlarsa bulunsunlar– İsrafil surunu duymuş baharlıklar nazarıyla bakabiliriz.

Bu itibarla bende size Hz. Ebu bekir”in, Hz.Ali’ye dedigi gibi diyebilirim: Siz gözlerinizi hayata, üstüste güzelliklerin tulu ettiği bir dönemde açtınız. Gerçi o dönemde de gönlünüze göre bir dünya yoktu; ama bu dünyada eşedd-i zulüm, eşedd-i küfür, eşedd-i istibdad da yoktu; hücreler yoktu, hapishaneler yoktu, Sibirya sürgünleri yoktu.. ilk devirler için varolan çok şey sizin için yoktu .

Biri: "Yirmisekiz sene çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı, Divan-ı Harblerde bir cânî gibi muamale gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim, aylarca ihtilattan men edildim..." diyor idiyse bu fotoğrafı iyi okumak icab eder.. tabiî, "Ne yapayım ben acele ettim kışta geldim, siz cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Bir demet gülle mezarımın başına geldiğiniz zaman, "Selamünaleyküm" deyin; "henîen leküm" sesini işiteceksiniz." müjdesini de…

Bugün milletimizin de bağlı bulunduğu milletler topluluğunun geldiği nokta, o gün görülen rüyaların bir nevî tezahürüdür. Ve bugün bizler, çok büyük lütuflara mahzar sayılırız. Bu lütuflara mazhariyet bir şükür ister. Bu lütufları tam takdir edip değerlendirmek gerekir. Böyle bir takdir ve değerlendirme de geleceğe matuf olması itibarıyla irade buudludur; yani, siz ister ve dilerseniz, bir de azm u gayretinizi aksiyona dönüştürürseniz –Allah’ın izniyle– o da olur.

© 2015