Logo
Print this page

Hoşgörü Ortam ve Atmosferini Sürekli Kılma

Türkiye'de hoşgörüyle alâkalı çıkışın, dünyada İslâmiyet'e karşı beslenen ve yaygınlaştırılan antipatiyi yer yer kırdığı ve inşaallah büyük ölçüde kıracağı müşahade ediliyor. Bu misyonu devam ettirme adına nasıl davranmalıyız?

Biz yitirdiğimiz cennetimizle beraber bir kısım millî hasletlerimizi de kaybettik.

İlim, araştırma, çalışma, çalışmada usul, mesainin tanzimi, birbirimize yardımcı olma, kâinat kitabını okuma gibi hususlar, bizim yitirilmiş cennetle beraber kaybettiğimiz vasıflardan bazıları. Yitirilmiş onca şeyin en önemlilerinden biri belki de en birincisi ve en önemlisi, Türkçe'mizde enfes bir kelimeyle ifade edilen hoşgörümüzdür. Müsamaha da diyebileceğimiz bu kelimeden biz insanları biraz daha engince kucaklama, sımsıcak karşılama, kusurlarını görmeme ve hep affedici olma mânâlarını anlarız. Dıştan dilimize giren tolerans kelimesine gelince, hoşumuza gitmeyen hususları vicdan ve iman enginliği ve sîne genişliği içinde tolere veya duyguların gücüyle hazmetme demektir ki, aynı olmasa da birbirine yakın sayılırlar. Diğer bir yaklaşımla hoşgörü herkesi kendi konumunda kabul etme; kendi konumunda kabul ettiğimiz herkese bağrını açma; herkesi kucaklama ve Yunus'un ifadesiyle, Yaradan'dan ötürü yaratılanı sevme'dir ki zaten herkese sevgiyle açılma da bir mü'min sıfatıdır.

Allah (c.c), kâinatı sevgi üzerine yaratmıştır. Sevgi, varlığın sebebi, özü ve varlıkları birbirine bağlayan en güçlü bir bağdır. Kâinat içinde her şey Allah'ın sanatıdır. Öyleyse eğer siz, Allah'ın sanatı olan insanlara sevgiyle yaklaşmazsanız, Allah'ı, Allah'ı sevenleri ve Allah'ın sevdiklerini rencide etmiş olursunuz. Meselâ, Picasso gibi bir ressamın resmine karşı hem Picasso'yu, hem de onu sevenleri rencide etmiş oluruz. Yine, meselâ el-Hamra Sarayının mütenahiden nâmütenahiye, yani sonludan sonsuza açılışını çizgi çizgi ifade eden nakışları karşısında lâkayt kalırsanız o sanata ve onun sanatkârına karşı saygısızlıkta bulunmuş olursunuz. Aynen onun gibi, bu kâinat her yanıyla baş döndürücü güzellikleri, debdebe ve ihtişamı ile nakış nakış Allah'ın sanatıdır. Bu açıdan, insan da, hayvan da diğer canlılar da, hattâ cansızlar da, sevgiyle kucaklayıp bağrımıza basmaya değer mahiyette yaratılmıştır. Onlara karşı alâkasızlık ya da hafife alma, dolayısıyla Sanatkâr'a karşı bir alâkasızlık ve Sanatkâr'ı hor ve küçük görme demektir. Oysa, bizim varlığa ve diğer insanlara yaklaşımımız, yaratılanı Yaradan'dan dolayı sevme esasına dayanır. Dolayısıyla, eğer Müslümanlar olarak karşımızdakilere kılıçtan, kalkandan, öldürmeden, kesmeden bahsediyor ve bu şekilde onlarla aramızda uçurumlar meydana getiriyorsak, evet eğer böyle bir şey olmuşsa, biz temelde kendi çizgimizden kaymışız demektir.

Ancak şükranla yad etmeliyiz ki yitirilmiş cennetin emarelerinin zuhur ettiği şu günlerde, kaybettiğimiz diğer vasıflarla beraber hoşgörüyü de yeniden bulur gibi olduk ya da İslâm'ın ruhunda olan, Hz. Muhammed (s.a.s.) vasıtasıyla Kur'ân'da bize anlatılan hoşgörüyü, diğer vasıflar gibi yeniden bir kere daha keşfediyoruz.

Allah (c.c), hoşgörü konusunda yeniden var olma turnikesindeki bu topluluğu öne çıkardı ve ilâhî takdir onları, hoşgörüyü canlandırmaları için âdeta sahneye sürdü. Neticede de çok önemli bir hüsn-ü kabul meydana geldi. Ortaya konan müesseselerle birlikte, ferd ferd ve külliyyen Türkiye içinde ve dışında verilen hizmetler de dünya insanları ve hususiyle de bizim insanımız için bir cazibe merkezi, bir hareket haline geldi. Her şeyden evvel bu, şunu gösteriyor: Kur'ân'ı Kerim bir âyette, 'İnsanlar iman eder ve salih amel yaparsa (yani davranışları da sıhhatli olursa) Allah onlar için hüsn-ü kabul, sevgi vaz'eder (onları başkalarına sevdirir ve kabûl ettirir.)' buyrulmaktadır. Yani, netice itibarıyla, gök ehli ve yer ehli onları sever. Bir hadiste de ifade edildiği gibi, Allah sevdiği insanları gök ehline söyler ve onları sevmelerini ister. Onları gökteki melekler sevince, bu sefer gök ehliyle beraber yerdeki insanlar da sever.

İkinci husus, bu tohumda, çekirdek halinde temsil edilen hoşgörünün neşv ü nemâ bulmasıydı. Bu da, gönüllerde yaşanan bu duygunun mevsimi gelince tomurcuk gibi açılmasıydı. Bunun için, sebepler plânında gazetelerin, televizyonun, dergilerin, vakıfların vs. bu sürece destek vermeleri gerekiyordu ve oldu. Bütün bunlar birer küçük vesile ve bahane olarak bizim sertliğimizi, yol-yöntem bilmezliğimizi kırdı ve içimizdeki sevgi nüvelerini inkişaf ettirdi ve hoşgörüyü dışarı çıkardı. Böylece, biz de bu 'bahar' mevsiminde herkese kucak açtık ki bu da, gökteki hüsn-ü kabule yerin ses vermesiydi. Başka bir tabirle, yerdeki bu sesin gökteki hüsn-ü kabulden gelmesiydi.

Ve gökteki hüsn-ü kabul, yerde de ses getirdi. Bu ses getirmenin emareleri ortadadır. Gidilen her yerde kabul adına kapıların ardına kadar açılması; yetmiş küsur sene ateizmin, komünizmin insafsız paletleri altında düşünceleri, duyguları dümdüz olmuş ülkelerde bile açılan okullara minnetle, şükranla mukabele edilmesi ve 'Allah için gelin ve gelirken o tertemiz duygu ve düşüncelerinizi de beraberinizde getirin' demeleri, bunun en açık işaretleridir. Bu açıdan, hoşgörüde belli bir mesafe aldığımız her zaman söylenebilir. Öyle ki, hoşgörü mevsimi başladıktan sonra, Türkiye'de bir yerde Gazi Osman Paşa hadiseleri sahnelendirildi. Böyle bir hadisenin patlamasında esas unsur teşkil edebilecek belli bir anlayış harekete geçti ve hoşgörü dinamitlenmek istendi. Ancak senelerden beri ayrı görülen ve gösterilen taraflar basiretli davrandı, o badireyi de atlattılar.

Zannediyorum bundan sonra da sahneye binbir türlü oyun sürecek ve umumî huzuru bozmaya çalışacaklar. Ancak biz, başlamış olan bu süreci sonuna kadar götürmeye kararlı olmalıyız; kararlıyız ve Kur'ân'ın yol gösterdiği şekilde hareket etmek mecburiyetindeyiz. Evet O diyor ki: '(Rahman'ın kulları) boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile oradan geçer giderler.' Herkes, hareketleriyle kendi karakterini aksettirir. Kâmil insanlara düşen, müsamahalı davranmaktır. Birilerinin Kur'ân'la alay etmesi; namazı, orucu hafife alması, iffetle alay etmesi, kendi üslûbunu ve karakterini ele verir. Ama mü'minler olarak biz, alaycı ve saldırganlara karşı bile olsa, saldırgan ve alaycı bir tavır içinde olamayız, alaya alayla, saldırganlığa saldırganlıkla karşılık veremeyiz.

Yine bir âyet-i kerimede: '(Ey Habibim!) İman edenlere söyle: Allah'a kavuşup, yaptıkları her şeyin hesabını vereceklerine inanmayanlara karşı daha müsamahalı olup, onları bağışlasınlar.' buyurulur. Bu aslında, sizin de vicdanınızın sesidir.. evet siz, âmâ bir insanı gördüğünüz zaman, tekme vurup onu döver misiniz, yoksa elinden tutup yol mu gösterirsiniz?

Bu itibarla, geleceğin fikir işçilerine düşen vazife, toplum içinde yaşanan değişik çarpıklıklara yeniden ahenk kazandırmak, Türkiye'de bozulmak istenen ahengi korumak, nâhoş görünen her şeyi basiretle karşılamak, 'Huz mâ safâ, da' mâ keder: Temiz ve hoşa giden şeyleri al, hoşa gitmeyen bulanık şeyleri terk et.' sözünde olduğu gibi, hoşa gitmeyen şeylere karşı lâkayt kalıp, herhangi bir hadiseye, kavgaya, gürültüye sebebiyet vermemektir.

Eğer bu hali bundan sonra da devam ettirebilirsek, çok kısa zaman içinde şu anda varılmış olan noktadan daha ötelere ulaşmamız mukadderdir. Elbette ki, bu ahengi bozmak için dıştan ve içten pek çok menfi teşebbüs olacaktır. Ama biz, hoşgörünün devamı için ölüp ölüp dirilecek ve bunu bozdurmamaya çalışacağız. Her yerde tufan tufan sevgi soluklayacak, sevgi ile insanların gönüllerine ve gözlerine akmaya bakacak, herkesi gerçekten sevgi ile kucaklayacak ve inşaallah 21. asra, hoşgörü asrı dedirteceğiz. Bu konuda öyle bir hırsımız var ki, böyle bir iki seneye razı olacak değiliz; biz biri-iki asrı, hattâ kıyamete kadar gelecek bütün asırları hoşgörü asırları haline getirmeye karar vermişiz ve bu yoldan dönme niyetinde de değiliz.



Prizma

 

© 2015