Dua Seferberliğine Çağrı
- Written by M. Fethullah Gülen
- font size decrease font size increase font size
- Add new comment
Soru: Bugün, dünyanın hemen her yanında, özellikle de müslümanların yaşadığı coğrafyada oluk oluk kan akıyor; mazlumların feryâd ü figânı ciğerleri dağlıyor; yanaklardan domur domur gözyaşı boşanıyor. Böyle içler acısı bir durum karşısında mü'minlere düşen vazifeler nelerdir?
Cevap: Maalesef, şimdilerde dünyanın dört bucağında kan seylâpları akıyor; dökülen gözyaşlarının haddi hesabı yok. Göklere yükselen âh u efgânı tartacak bir kantar mevcut değil yeryüzünde.
En nezih milletlerin içinde bile kendilerine yer bulabilmiş zalimler insan haklarını çiğniyor, evrensel değerleri ayaklar altına alıyor ve âdeta mazlumlara kan kusturuyorlar. Dahası, uluslar arası arenada koca koca tiranlar, dünyanın kaderine hükmetme adına çeşit çeşit cinayetler işliyorlar. Ne masum insanların kanlarının dökülmesi, ne gözyaşlarının ceyhun olması, ne yüreklerin dağlanması, ne anaların ağlayıp dövünmesi ve ne de babaların bağırlarının yanması bu acımasız kimselerin merhamet hislerini harekete geçirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevketmiyor. Vicdanı ölmemiş bir insanı ızdıraptan kıvrım kıvrım kıvrandıracak her türlü kötülük âdiyattanmış gibi işleniyor ve bir yönüyle yeryüzünde şu anda Firavunlar dönemi ölçüsünde bir zulüm sürüp gidiyor.
Kan Gölü Ne Zaman Kurudu ki!..
Bazı fikirlerini beğenmesem de Türkçe'yi güzel kullanması açısından takdir ettiğim “Tarih-i İstikbal” müellifi Celâl Nuri, kendisine “Her tarafta kan seylapları ve kan gölleri var?!.” denildiğinde, âdeta insanlığın tarihî sergüzeştini hülasâ etmiş ve “O seylaplar ne zaman durdu, o kan gölü hangi devirde kurudu ki? Beşer, birbirini öldürmekten ve birbirine zulmetmekten ne zaman vazgeçti ki!..” şeklinde mukâbelede bulunmuştur. Bu sözün, zulmün ve haksızlığın devamı bakımından bugün de geçerliliğini koruduğu âşikâr. Evet, Asr-ı Saâdet ve Osmanlı'nın belli bir dönemi gibi birkaç kısa zaman dilimi istisna edilecek olursa, dünyanın yüzü hiç gülmedi; Âdem Nebi'nin ilk oğullarından beri insanlar birbirlerini öldürmekten hiç vazgeçmedi ve yeryüzü kavgasız, kansız ve cinayetsiz günlere şahitlik edemedi. Bugün de, hemen her toplum içinde ve yüzlerce yerde benzer haksızlıklar irtikâp ediliyor ve aynı cinayetler işleniyor. Şu kadar var ki, bu zulümler bazı coğrafyalarda hadden efzun ve âdeta kızılca kıyamet bir harbin şiddetiyle devam ediyor.
Ne acıdır ki, bütün bu zulümlere “dur” diyebilecek dünya çapında muvazene unsuru bir güç mevcut olmadığından dolayı hiçbir şey zâlimleri hizaya getiremiyor. Evet, bugün devletler arasında denge unsuru olabilecek, bütün insanların haklarını koruyup kollayabilecek, zâlimlere hadlerini bildirip yeryüzünde hak ve adaleti temin edebilecek, herkesi gözünün içine baktıracak ve beşeri doğruya yönlendirecek bir devlet mevcut değil. Osmanlı, tarih sahnesinden silindiği andan itibaren koca bir bölgede huzurun bendi yıkıldı. O günden sonra hiç kimse hiçbir mazluma kanat geremedi, hiçbir düşkünün elinden tutamadı ve hiçbir azgına “yeter artık!” diyemedi. Felaketleri göğüsleyen, çığlıklara cevap veren ve hakkı tutup yükselten efsanevî ruhun sesi kesilince meydan zâlimlere, gaddarlara, hattarlara kaldı.
Nitekim, bugün, çağın zorbaları sürekli zulmediyor, kan döküyor ve kimseye de hesap vermiyorlar. Hatta döktükleri ve dökecekleri kanı masum göstermek ve cinayetlerine başka milletleri de ortak etmek için türlü türlü bahaneler uyduruyorlar. Kendileriyle aynı safta yer almayanlara gönül koyuyor, tavır alıyor, ambargo ilan ediyor, açık-kapalı tehditte bulunuyor ve yanlarına çekemediklerinin de hiç olmazsa seslerini kısıyorlar; kısıyor ve sonra da dünyanın gözünün içine baka baka tarihte emsali görülmemiş olan ve beşeri insanlığından utandıran kötülükleri ard arda sıralıyorlar. Dolayısıyla, günümüzde kimi yerde ayak bileğine dek, kimi yerde diz boyu ve kimi yerde de gırtlağa kadar zulüm irtikap ediliyor.
Zulme ve Zâlimlere Karşı...
İşte, böyle acı bir manzara karşısında muhakkak bütün mü'minlere bazı vazifeler düşmekte ve herkes kötülüklere engel olma hususunda cehd ü gayret gösterme sorumluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'in beyanları içerisinde bu vazife, dinin çirkin saydığı bir münkeri mümkünse elle defedivermek, şayet fiilî müdahale imkanı yoksa, kavl-i leyyin ve va'z u nasihatla, yani dil ile o kötülüğün önüne geçmek; dil ile önlemeye de imkan ve vasat müsait değilse, en azından onu hoş karşılamamak ve ona kalben taraftar olmamak gibi farklı şekillerde ve üç değişik seviyede eda edilmelidir. Zira, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, diliyle onun çirkin olduğunu söylesin ve kötülüğün önüne geçsin. Buna da gücü yetmezse, hiç olmazsa, o işin kötülüğünü vicdanında duyup müteessir olsun; çünkü bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” buyurmuştur.
Ne var ki, haksızlıklara karşı elle müdahale etme ve kuvveti, hakkı tutup kaldırmada kullanma meselesi ancak bir devletin yapabileceği bir iştir; üçüncü sınıf bir toplum olmaya rıza göstermeme, başkalarının güdümünde yaşamayı kabul etmeme ve güçlü bir millet olma kararlılığına vâbestedir. O iş, Merhum Mehmet Akif'in,
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,
Nur olup fışkırmışız ta sînesinden zulmetin.”
sözleriyle ifade ettiği gibi, kendini bütün insanlığın ufkunu aydınlatmaya ve ihkâk-ı hakta bulunmaya adamış bir millet olmaya bağlıdır. Nasıl ki Osmanlı hükümdarı, “Bugün Hindistan'a emredersem yarın onu karşınızda bulursunuz!” dediği an “üzerine güneşin batmadığı imparatorluk” adıyla anılan koca bir devlet hemen hizaya gelmiştir; işte ancak öyle bir millet, zulümler karşısında “Yeter artık!” diyerek sesini yükseltebilir ve gaddarları hizaya getirebilir.
Denge Unsuru Bir Millet
Şayet, zulüm karşısındaki öyle bir notanız ve kötülüğe mani olmaya matuf ültimatomunuz –bağışlayın– havada kalacaksa, onu seslendirmenizin de bir anlamı yoktur. O vazife, güçlü ve kuvvetli bir devlet haline geleceğiniz ana kadar başvurmamanız gereken bir yoldur. Hem onun bir vakt-i merhûnu vardır ve o vakit geleceği âna kadar o mevzuda bir şey yapmanız mümkün değildir. Fakat, kadını erkeğiyle, genci ihtiyarıyla, idare edeni ve edileniyle milletin her ferdi kendi ülkesinin bir gün dünyadaki dengeler açısından hak ettiği konumu elde edecek, devletler muvazenesinde ibrelere yön verecek ve hakkın sesi-soluğu olacak bir devlet haline gelebilmesi için çalışıp çabalamalıdır. Bu hedef her inanmış insanın mefkûresi olmalıdır. Yanlış anlamalara ve garezli yorumlara meydan vermemek için şunu da ifade etmeliyim ki; bu sözlerimle idareden, rejimden, bir sistemi bir başka nizamla değiştirmekten bahsetmiyorum; devletimizin ve milletimizin büyüklüğe sıçramasını, diğer toplumlar nezdindeki tarihî itibar kredisine yaraşır bir hal almasını kastediyorum.
Gerçi, bu çok büyük bir iş, çok büyük bir proje ve gerçekleşmesi uzun zaman isteyen bir plandır; çünkü, insana müteveccih bir iştir ve Batılı bir düşünürün ifade ettiği gibi, insana yapılan yatırımlarda yüz seneyi nazar-ı itibara almak gerekmektedir. Şayet, sizin bu mevzudaki gayretleriniz inkıtasız, sistemli, çağa göre mâkul ve aynı zamanda çevreniz tarafından da destekleniyorsa, Allah'ın izni ve inayetiyle hak ve adaletin temsilcisi bir millet olmanız için yüz seneye ihtiyaç vardır. Belki, küreselleşen dünya ve gelişen telekomünikasyon şartları bunu biraz daha hızlandırabilir ve bir elli senede ülkeniz dünyada sözü dinlenen bir devlet haline gelebilir. Ne var ki, siz iki–üç neslin geçmesini göze almalı ve iki–üç nesil boyu dünyaya kendinizi anlatmalısınız. Anlatmalısınız ki, gerçekten sevgi ve barıştan başka bir şey düşünmediğinize dünya inansın; sizin kendi çıkarlarınız için yaşamadığınızı ve topyekün insanlığın saadetini düşündüğünüzü cümle âlem görsün, bilsin; onlarca yıl geçmesine rağmen bu çizginizde bir değişiklik olmadığına bütün insanlar şahit olsun ve herkes tereddüt etmeden size sırtını dönebilsin. İşte, ancak öyle bir konumda ve güven ortamında sözünüzü dinletebilir; ancak öyle bir denge unsuru olarak akan kanı durdurabilir ve ancak o zaman güç, kuvvet ve itibarınızı mazlumun âhını dindirmek için bir vesile kılarak ağlayanları güldürebilirsiniz.
Felaket Mağduru Çocuklar ve Onlara Uzanan Eller
Ayrıca, gücünüzün yettiği kadarıyla muhtaçların imdadına koşmanız ve onların ihtiyaçlarını karşılamanız da el ile ıslah demektir. Mesela, gönüllü kuruluşlar aracılığıyla Açe'ye gönderdiğiniz yardımlar hem bölge halkının bir ölçüde de olsa yaralarının sarılmasını sağlamış hem de onların gönüllerini bir kere daha fethetmiştir. Açe halkı sizden uzanan eli, Osmanlı döneminde yapılan yardımlara vesilelik eden ellerle yanyana koymuş; bugün sizin yaptığınız yardımla tarihte ecdâdınız tarafından yapılan yardımı birbirine katıp karıştırmış ve ikisini aynı kaynaktan beslenen iki cereyanın bir araya gelişi olarak değerlendirmiştir; sizin bağışlarınızın çehresinde Osmanlı'nın bir dönemde gönderdiği iâneyi de görüp yadetmiştir. Yine, Pakistan'daki deprem sonrasında Anadolu insanı adına imdada koşan gönüllü kuruluşlar, milletler arasında eşine az rastlanır bir sevgi ve dostluk havasında karşılanmış; fedakâr insanımızın dillere destan civanmertliği kardeş ülke halkına önemli bir inşirah vesilesi olmuştur. Öyle ki, her iki ülkenin en üst seviyeden idarecileri Türkiye'ye hususî minnet ve şükranlarını ifade etmişlerdir. Özellikle de oralarda açılan okullar insanlar için yeni bir ümit olmuştur ve çok ciddi bir ihtiyacı karşılamıştır.
Fiilî yardımın bir diğer yanı da şudur: Tsunami ve deprem gibi felaketlere maruz kalan ya da başka devletler tarafından işgal edilen ülkelerde çoluk–çocuk ortada kalıyor. Bazı teşkilatlar, o çocukları toplayıp kendi ülkelerine götürüyor, evlatlık edinip kendilerine benzetiyorlar. 1992 senesinde yine buradaydım. Bir dostumuz telefon etti; “Saraybosna'da katliam yapılıyor, her yanda soykırımlar cereyan ediyor, her gün yüzlerce insan öldürülüyor. Burada binlerce çocuk sahipsiz ve kimsesiz kaldı; şayet biz sahip çıkmazsak bunları başkaları alıp götürecek. Bazı çocukları Türkiye'ye getirebilir miyiz?” diyerek bu konudaki fikrimi sordu. O esnadaki halime şahit olan arkadaşlarımın anlattığına göre, bu sözleri duyunca toparlanıp ayağa kalkmak istemişim; fakat kalkamamışım, sandalyeye yığılıp kalmışım. O anki heyecanlarımla, “Yüz mü, bin mi, yüzbin mi, ne kadar bulursanız alıp götürün, Anadolu insanına emanet edin; birer-ikişer dağıtın evlere. Bu millet hem fedakâr hem de vefakârdır; hepsine bakarlar Allah'ın izniyle. Hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun, hiçbir çocuğun zâyî olmasına meydan vermeyin!.” dediğimi hatırlıyorum. Böyle bir teşebbüse ne kadar ihtiyaç oldu, kaç çocuk getirildi ve ne ölçüde bakıldı, bu ayrı bir mesele. Demek istediğim şu ki, fiilen yapılabilecek her ne varsa, onu mutlaka yapmalısınız; o çocuklar ülkemizde okutulacaksa okutmalı; kendi ülkelerinde okullar açıp en güzel şekilde yetişmelerini sağlamak mümkün olacaksa, o imkanı temin etmeli ama muhakkak darda kalmış insanlara sahip çıkmalısınız.
Dilsiz de Olmamalı, Üslûpsuz da!..
Şayet, gücünüz bir yere kadar yetti ve imkanlarınız tükendi ise, bu defa da, hiç olmazsa dilinizle kötülüğe ve zulme mani olmaya çalışmalısınız. Bazen bir televizyon ekranında, kimi zaman bir gazete köşesinde, bir başka sefer de bir İnternet sayfasında duygularınızı, düşüncelerinizi aktarmalı ve fırsatını yakaladığınız her platformda hakikati dile getirmelisiniz. Mesela, tatlı dille, yumuşak bir üslûpla ve bir art niyetinizin olmadığını bütün samimiyetinizle ortaya koymak suretiyle şöyle seslenmelisiniz:
Acaba bu mesele diplomasi yoluyla çözülemez mi? Problemleri daha insanî bir şekilde halletmek varken neden hep kaba kuvvete müracaat ediyorsunuz! Oysa ki, kuvvet çok defa akla, mantığa ve muhâkemeye rağmen işler; şiddet şiddete sebebiyet verir. Bir toplumun üzerine kinle gitmekle onlarda size karşı sevgi hislerini uyaramazsınız. Sevgi duygusunu tetikleme ve canlı tutma ancak sevgiden geçer. Hele bir de sevgiyle yaklaşın; bir kerecik de muhabbetle onların sinelerine akın; işte o zaman sizi nasıl kucaklayacaklarına bir bakın. Siz nefret ettikçe, onlardaki nefret hislerini de körüklüyorsunuz. Bugünkü muvakkat nefret hissi tarihî bir nefret heykeline dönüşüyor ve tarihin sayfalarına öyle aksediyor. Bu gidişle, arkadan gelen nesiller sizi demokrasi ve özgürlük havarileri olarak değil vatanlarını işgal eden zâlimler olarak lanetle anacaklar. Lanet, lanet doğurur; nefret nefreti besler, kin kine sebep olur, gayz gayzı netice verir ve bunlar şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir problemi halletmemiştir. Ne olur, bir de insanlık, sevgi ve merhamet yolunu deneyin!
Evet, böyle bir ikazı hem devlet yetkilileri, hem sivil toplum örgütleri hem de toplumun bütün fertleri yapabilir ve yapmalıdır da.
Mevzumuza esas teşkil eden hadis-i şerifte, “münkere karşı kalben buğz etmek”, kötülüğü defetmenin üçüncü yolu ve imanın en zayıf mertebesi olarak nazara verilmektedir. Ne var ki, bunu, insanlara düşmanlık beslemek ve onlardan nefret etmek şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü, bir insana kin gütmek onu içine düştüğü fenalıktan vazgeçirmek için faydalı bir yol değildir. Öyleyse, bu sözden anlaşılması gereken husus, kötülüğe taraftar olmamak, ona karşı tavır belirlemek ve hem zulmedeni hem de zulme maruz kalanı ondan kurtarmaya çalışmaktır.
Bâri Dua Edelim!..
Zannediyorum, böyle bir maksadı gerçekleştirmenin en önemli vesilelerinden biri de duadır. Bu itibarla, şayet bir zulme şahit oluyor ve gadre uğrayan kimselere karşı gerçekten alâka duyuyorsanız, o zaman elle ve dille o kötülüğü engellemeye çalışmanın yanı sıra mutlaka Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeli ve dua dua yalvarmalısınız. Eğer, oluk oluk akan kandan hakikaten müteessir oluyor, işittiğiniz hıçkırıkların gönlünüze bir kor gibi düştüğünü hissediyor ve ölen her insanla beraber siz de bir kez daha ölüyormuş gibi ızdırap çekiyorsanız, o halde kendi acz ve zaafınızın idraki içinde gücü her şeye yeten Kudreti Sonsuz'a yönelmeli ve O'na içinizi dökmelisiniz.
Evet, bir yönüyle, Allah'a sunacağımız ibadetler arasında duadan daha güçlü bir amel yoktur. Çünkü dua, Allah'ın varlığına, birliğine, hâzır ve nâzır olduğuna inanarak sebepler üstü bir taleple Cenâb-ı Hakk'a arz-ı halde bulunmaktır. Dua için ellerimizi açtığımızda, biliriz ki, bizim sesimizi işiten, kudret eli her şeye yetişen, bütün ihtiyaçlarımızı yerine getirmeye muktedir ve hadsiz düşmanlarımızı defetmeye kâdir bir Rabbimiz var.
İşte, bu iman ve inançla, Mevlâ-yı Müteâl'e dua etmeliyiz. Rahman ü Rahim'in dergâhında diz çökmeli; toprakları ellerinden alınan, yer üstü ve yer altı zenginliklerine el konulan, ırzları çiğnenen ve namusları pâyimal edilen müslümanları, her türlü mağduriyet, mazlumiyet ve mahkumiyetten halâs eylemesini O'ndan dilemeliyiz. Aynı zamanda, dünyanın dört bir yanında farklı bahaneler ileri sürerek insanları ezen ve cinayetler işleyen zâlimlerin hakkından gelmesini ve tuzaklarını kendi başlarına geçirmesini de yine O'ndan dilenmeliyiz.
Hazreti Nuh'un Duası
Söz gelmişken, bir hususa daha değinmek istiyorum: Hazreti Nuh, kavmini gece gündüz dine davet etmiş; bazen yüksek sesle kimi zaman da sessiz sedasız bir davetle onlara seslenmiş ve hidayete ermeleri için her yolu denemişti. Fakat, ne zaman onları hak ve hakikate çağırmışsa, onlar parmaklarıyla kulaklarını tıkamış, elbiseleriyle yüzlerini saklamış ve Seyyidina Nûh'un yüzüne bile bakmamışlardı. Sonunda Hazreti Nûh onlara beddua etmiş; “Rabbim, yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Zira bırakırsan onlar Senin kullarını, Senin yolundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kâfir, ahlaksız çocuklar dünyaya getirip yetiştirirler. Ya Rabbî beni, annemi, babamı ve evime mü'min olarak girenleri, erkek ve kadın bütün inananları affet. O zâlimleri ise, daha da beter, daha da perişan eyle!” (Nuh, 71/26-28) demişti. Bu beddua üzerine, Cenâb-ı Hak tufan göndermiş ve o kavmin altını üstüne getirmişti.
Hadis-i şeriflerde zikredildiğine göre, Allah Teala, kıyamet günü öncekileri ve sonrakileri bir alanda toplar. Güneş alçalır, insanları tahammül etmesi çok güç bir gam ve sıkıntı sarar. İnsanlar bir şefaatçi bulma ümidiyle Peygamberlerin kapılarını çalarlar. Nihayet, Hazreti Nuh'un huzuruna varır ve ondan da şefaat dilerler. Hazreti Nuh (aleyhisselam) ümmeti hakkındaki o bedduasını şefaat etmesine mani bir sütre gibi görür; “Benim bir tek duam vardı, onu da kavmimin aleyhine kullandım.” der; “Nefsim, nefsim” diye iç geçirir ve insanları Hazreti İbrahim'e yönlendirir.
Öyle inanıyorum ki, Hazreti Nuh gibi ulülazm (her türlü zorluğa rağmen vazifesini eksiksiz eda eden en büyük beş peygamberden) birinin Cenâb-ı Hak'tan, küçük dahi olsa bir işaret almadan öyle bir dua yapması mümkün değildir. O, kavminin kat'iyen inanmayacağı hususunda mutlaka ilahî bir işaret almış ve kalblerinin mühürlendiğinden kat'î emin olduğu o kimseler hakkında bedduada bulunmuştur. Dolayısıyla, onun ümmeti aleyhindeki duasının kendisini şefaat etmekten alıkoyacak bir hata olduğu düşünülemez. Fakat, ulülazm bir peygamberin kendisi hakkında öyle hüküm vermesi ve yaptığı işi kendi ufku itibarıyla hata kabul etmesi de yine mukarrebîne yakışan bir ruh yüceliğinin ifadesidir.
Allahım, Sana Havale Ediyorum!..
İşte, ne zaman zâlimlere beddua etmek aklıma gelse, hemen Hazreti Nuh'un inkisarını hatırlıyor, ürperiyor ve onları tel'in etmekten uzak duruyorum. En amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile bedduada bulunmuyorum, kimseye lânet ve kahriye okumuyorum; onları Allah'a havale etmekle yetiniyorum. O havaleyi de yine İnsanlığın En Şefkatlisi'ne ittibâen yapıyorum. Nasıl ki, Allah Rasulü, “Allahümme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahümme aleyke bi-Utbe, Allahümme aleyke bi-Şeybe...” deyip din düşmanlarını Allah'a havale etmiş ve bununla “Allah'ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap!” demek istemiştir; ben de, havale etmeyi bile onlar hakkında önce Allah'tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getiriyorum. Döktükleri kanı, akıttıkları gözyaşlarını, işkence ettikleri insanları düşününce, “Hiç olmazsa mazlumlara bu kadarcık bir vefa!..” mülahazasıyla kendi üslubumu korumaya çalışarak şöyle diyorum:
“Allahım, eğer kan düşünen, kan konuşan, kan döken, yurt içinde ve yurt dışında kan seylâpları meydana getiren bu zâlimlerin, bu gaddarların ve bu hattarların hidayetlerini murad buyuruyorsan, en yakın zamanda bunların kalblerine hidayetini salıver; gönül kapılarını imana ve İslam'a aç. Şayet onlar Senin nurundan bütün bütün nasipsiz kimselerse, ey bizi insanlığa çağırmak için kitap indiren Allahım, ey bulutları harekete geçirip semanın bağrından rahmet boşaltarak kupkuru çölleri cennetlere çeviren Allahım, ey en güçlü orduları hezimete uğratan Allahım, din düşmanlarına bozgun yaşat; altlarını üstlerine getir, onları birbirlerine düşür, birliklerini paramparça eyle ve emellerine ulaştırma; zâlimlere karşı bize nusrette bulun, yardımını üzerimizden eksik eyleme!”
Bazen de, “Allahım, bize ve bütün müslümanlara yardımcı ol; hizlanımızı isteyenleri, rezil rüsvâ ve perişan olmamızı arzu edenleri, bu istikamette komplolar düzenleyenleri hüsrana uğrat! İki ellerini bir araya getirme, onları muvaffak eyleme!” diyorum.. diyorum ama her defasında bu duamı şarta bağlıyor; önce onlar hakkında bile hidayet duasında bulunuyorum. Sonra da, “Allahım, şayet onlar mahrum ve nasipsiz kimselerse, hiç olmazsa bizi onların zulümlerinden muhafaza buyur; üzerlerinde baskını artırdıkça artır; silahlarını başlarında parçala; ellerini ayaklarını birbirine dolaştır; kalemle tecavüz edenlerin kalemlerini kır; müslümanlara sövüp sayanların dillerini ebkem kıl.. zâlimleri gaye-i hayallerine ulaştırma ve onlara karşı bize yardımcı ol!..” şeklinde niyazımı seslendiriyorum.
Gönülden inanıyorum ki, mü'minler Allah Teâlâ'ya yürekten teveccüh etseler ve duaya yönelseler Cenab-ı Hak şu anki dengeleri alt üst edecek ve her zâlime haddini bildirecektir. Ne var ki, bugün O'nun bize yakınlığını ve dualarımıza icabet edeceğini düşünerek, hâzır ve nâzır birinin huzurunda olduğumuz mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hissederek Cenâb-ı Hakk'a arzıhâlde bulunduğumuzu ve en sâfiyâne, en hâlisâne bir kulluk tavrı olan duanın hakkını verdiğimizi söyleyemeyiz. Hatta, hacca giden insanların, duaların reddedilmediği o mukaddes yerlerde, Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da yüreklerini çatlatırcasına, İslam dünyasının maruz kaldığı şu felaketlerden sıyrılması adına inlediğini iddia edemeyiz. Zannediyorum, yirmi tane içli, duygulu, dertli insan, orada üç-dört gün uykusunu terketse, başını yere koysa ve yalvarıp yakarsa, hatta birkaçının kalbi dursa, gerçekten yüreği çatlasa, Mevlâ-yı Müteâl o çatlamaya berikilerin başını patlatacak bir bomba tesiri lutfedecek ve inananların mazlumiyetine son verecektir. Fakat, öyle anlaşılıyor ki, müslümanlarda bu kadarcık olsun yürek yok; o mukaddes beldelerde bile Cenâb-ı Hakk'a tam teveccüh edilmiyor ve O'na gereğince yalvarılmıyor.
Gelin, Allah'a Yalvaralım!..
Bu açıdan, nazım geçse ve gücüm yetseydi, sesimi en ücra yerlere ulaşacak kadar yükseltir ve “Allah aşkına, gelin bir de duanın gücünü kullanalım; gönülden Allah'a yalvaralım!” derdim. Milletimizi ve bütün müslümanları Hakk'ın kapısında tazarru ve niyazda bulunmaya davet ederdim.
Evet, gelin şöyle altı ay, bir sene dişimizi sıkıp her gece teheccüde kalkalım. Kadın-erkek hepimiz önce gecenin zulmetini birkaç rek'at namazla aydınlatalım. Sonra da bütün samimiyetimizle dergâh-ı ilahîye el açalım; büyük-küçük acı ve ızdıraplarımızı, arzu ve isteklerimizi bir bir Cenâb-ı Hakk'a şerhedelim. Bizi gören, soluklarımızı duyan, içimizden geçenleri bilen ve iniltilerimizi değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten Mevlâmızın varlığını düşünelim; O'nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceğimiz inancıyla gerilip bir kez daha O'nun kapısının tokmağına dokunarak inleyelim..
Her birimiz önem verdiğimiz ve gönlümüze uygun bulduğumuz bir duayla başlayalım. Şâh-ı Nakşibend'in evrâd-ı kudsiyesi, Ahmed Rufaî hazretlerinin tazarruları, Abdülkadir Geylânî'nin kudsi virdleri ya da İmâm-ı Rabbânî, Hâce-i Ahrar, Ebu'l-Hasen Harakânî, Mevlâna Hâlid ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının hususî niyazları ile Yüce Dergâh'a yönelelim. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'den şerefsudûr olmuş münacâtları ve Cevşen-i Kebîr gibi meşhur duaları kendi arzu ve isteklerimize şefaatçi yapalım. Bu virdleri müteakiben, dertlerimize bir derman göndermesini, yaralarımızı tedavi etmesini ve müslümanları mazlumiyetten, mağduriyetten, mağlubiyetten kurtarmasını Cenâb-ı Hak'tan dilenelim. Ve şu mülahazaları gönlümüzde her an canlı tutalım:
Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukût ettiği, içtimaî ahvalin boz-bulanık bir hâl aldığı, her yanda zâlimlerin “hay-hûy”unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Allahım, Sana ve dinine düşmanca davranmak suretiyle kendilerine yazık edenlerin kalblerini de imana, İslam'a, ihsana aç; onları da hidayete erdir. Fakat, şayet muradın bu değilse, onların buna liyakat ve istidatları yoksa, bütün bütün gayz, kin, nefret ve düşmanlığa kilitlenmişlerse, onların haklarından gel; şerîrlerin şerlerinden bütün mü'minleri muhafaza eyle!..